26 Ekim 2013 Cumartesi
PATRIYOTLAR (MÜSLÜMAN RUMLAR)
MÜSLÜMAN RUMLAR PATRIYOTLAR
24 Temmuz 1924 târihli Lozan Antlaşması´nın bir maddesi, Türkiye-Yunanistan arasındaki nüfus değişimini düzenliyordu. Buna göre, Türkiye´deki Ortodoks Hıristiyan Rumlar Yunanistan´a, Yunanistan´daki Türklerin yanında diğer İslâm nüfus da Türkiye´ye göçürüleceklerdi. Nitekim de, anılan göç bu Antlaşma çerçevesinde gerçekleşmiştir. Türkiye´den Yunanistan´a göçen Rumların arasında Türk Ortodoks Hıristiyan Gagavuzlarla, gene Türk Ortodoks Hıristiyan Karamanlılar da bulunmuşlardır. Yunanistan´dan Türkiye´ye yönelen göçün içindeyse, Türklerin yanında Bulgarca konuşan Pomaklar, Romence konuşan Ulahlar, Rumca (Yunanca) konuşan Patriyotlar ve herhâlde kendi dilleriyle konuşan Arnavutlarla Çingeneler de bulunmuşlardır. Bu unsurların, ana dilleri yanında komşu dilleri de bilip konuşmuş olabilecekleri mümkün ve muhtemel ise de, bu husus konumuzun özüne dokunmayacaktır.
Türkiye´nin ve dar anlamda Trakya´nın etnik grupları içinden biri de Patriyotlardır. Trakya´da Çatalca´yla Silivri ve Anadolu´da Ankara, Aydın, Bursa, Eskişehir, İzmir, Manisa ve Niğde´nin merkez ve çevresinde yaşayan Patriyotların ataları Yunanistan´daki Makedonya bölgesi ve Girit´ten göçmüş Rum olup, Osmanlı devrinde Ora´larda İslâm´a girmişlerdir.
Yaşlı-başlı Patriyot göçmenler Türkçe yanında hâlâ da anadilleri Rumcayı (Yunancayı) konuşmaktadırlar. Yakın zamanda öğrenmiş bulunmaktayız ki, gençler içinden de bu dili bilip konuşanlar hiç de az sayıda değildirler! Çünkü, Patriyotlar Türkiye´ye geldikleri sırada henüz Türkçe bilmiyorlardı. Grekçe, Rumca veyâ Yunanca dediğimiz ise onların ana dilleriydi. Daha sonra elbette Türkçe öğrenmiş olmalarına rağmen, eski dillerini kendi aralarında da olsa konuşmalarının gerekçesi tahmin edilebilmektedir. Hâl böyleyken, bâzı Patriyotlar, durduk yere ve neden gerektiyse, kendilerine Türk ırkından kökler aramaktadırlar!
Oysa, Atatürk kısa ve veciz bir cümleyle bunu esastan çözmüş bulunmaktadır: Ne mutlu, Türküm diyene! demiştir. Bu demektir ki, senin kökenin her ne olursa olsun, bu ülkede yaşıyor ve Türklüğü de benimsiyorsan, ne mutlu! Çünkü, Atatürk mensubu olduğu Türk ırkını ne kadar seviyorsa da, diğer etnik unsurları da bağrına basan bir anlayıştaydı. Onlar yeter ki, Türklüğü benimseyip Türkiye´yi sevsinlerdi. Yâni O, bir milliyetçi ve fakat ırkçı değildi.
Kaldı ki, Ülkemizde meselâ Arnavut aslından olmakla Adanalı olmak veyâ Abaza olmakla Ankaralı olmak, Anayasa şemsiyesi altında, hukuk ve siyâset temelinde eşittirler. Meğer ki, vatanın menfaati karşısında suç işlememiş olsun! Yeter ki, vatana ihânet etmemiş olsun!
Patriyotların, Anadolu´da ne kadar tanınmakta olduklarını bilmiyoruz. Trakya´ya gelince, yaşadıkları muhitten uzaklaştıkça daha az tanınmaktadırlar. Şu var ki, onları tanıyan herkes, haklarında yeteri kadar da bir bilgiye sâhiptirler. Durumlarının diğer gruplar karşısında nispeten orijinal olması, bu tanınmışlığı bir bakıma kolay kılmaktadır.
Patriyotların geçmişinde Tepedelenli Ali Paşa´nın büyük rolü olduğu söylenir. Nitekim târih kayıtlarına da bakılırsa bu husus pekâlâ da mümkün görünmektedir. Şöyle ki: Anılan Ali Paşa 1744´te Arnavutluk-Tepedelen´de doğmuş olup, 1822´de de Osmanlı ordusunca Yanya´da öldürülmüştür. Kendisi, görevde olduğu Yanya´yla bunun çevresinde âdetâ devlet içinde devlet gibi hüküm sürmüştür. İcraatının önemli biri, Yanya dolayındaki Suli denen kasabanın Suliot "Sulyot" adındaki Rum sâkinlerini yok etmesidir. Burada yok edilmekten kasıt, elebaşlarının öldürülüp diğerlerinin İslâm´a sokulmaları anlamına gelse gerektir. Yoksa, bütün bir toplumunun çoluk-çocuk denmeden katledilmiş olmaları aslâ söz konusu olmamalıdır! Olay, Batı dünyâsında tam bir katliam olarak görülerek, bunun yağlı boya tabloları bile yapılmıştır. Hâl böyleyken, bunları ressamın, konunun câzibesine kapılarak hayâl gücünü çalıştırmasına bağlamalıyız.
Ancak... Ali Paşa husûsunda şöyle bir kopukluk hemen dikkati çekmektedir: Patriyotların Türkiye´ye göçtükleri Grabene, Kozani, Nasliç, Serez başka yerlerdir, Suli gene başkadır. Gerçi, bunların hepsi de, Kuzey-batı Yunanistan ve Makedonya´da birbirlerine yakın, hattâ bitişiktirler. Bizim bilgi birikimimiz bu noktayı izah için yeterli olmamaktadır. Bunun için çok daha derin araştırma gerekecektir.
Patriyotlara ilişkin olarak şu hikâye de anlatılıyor: Osmanlılar Balkan savaşında yenilip geri çekilirlerken, Grabene şehri Yüzbaşı Bekir Fikri komutası altında iki yıl daha direnmişmiş! İşte bu yüzden, bunlara vatansever anlamında "Patriyot" denmişmiş! Kendilerinin anlattıkları ve gene kendilerinin dinledikleri bu hikâyenin, Patriyotlardaki yersiz ve gereksiz "Türk ırkı" kaygılarından doğduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, vatansever anlamıyla bilinen Patriyot sözü aslında Yunancadır. Fransızcayla İngilizceye buradan geçmiştir. Vatansever anlamının yanında bir de vatandaş ve hemşehrî demektir. Bizim Patriyotlarımız herkesten daha çok vatansever olabilir, bu Ülke´yi de herkesten daha çok sevebilirler. Buna da bir îtirâzımız olamaz. Ancak onların Makedonya´daki Patriyot adlarının anlamı, sâdece vatandaş ve hemşehrîdir! Kendilerine, Ora´da vatansever denmesi için hiçbir sebep yoktur! Bunu diyecek kimse de yoktur! Böyle bir olay eğer gerçekten yaşanmış olsaydı, olayın kahramanları Türkler idiyseler, vatansever diyecekler de Türkler olacaklardı. Hem de bunu Türkçe söyleyeceklerdi ve de vatansever değil, o günkü dil ile vatanperver diyeceklerdi! Oysa kelime Yunancadır! Kaldı ki, hiçbir târih kaydında, böyle Bekir Sıtkı diye bir hikâye anlatılmamaktadır. Ora´da, Türklerle Grekler (Yunanlılar) arasında 1897´de yaşanmış ünlü bir Dömeke Savaşı vardır ki, bunu da zâten Türkler kazanmışlardır! O zaman Grekleri elimizden alan ancak Avrupalılar olmuşlardır!
Ayrıca, Grabeneli Patriyotların hikâyeleri var sayalım ki gerçek olsun. Öyleyse, Kozani, Nasliç ve Serez´den göçen Patriyotlar nasıl vatansever olmuşlardır? Neden, onlara da aynen Grabeneliler gibi Patriyot denmiştir!? Burada, bir de Giritli Patriyotlar hatırlanmalıdırlar! Onların da mı birer Bekir Fikri´leri olmuştur! İşte bunlar, durduk yerde bir takım arayışlara girmiş Patriyotları zorda bırakacak cevapsız sorulardır! Türk ırkı peşine düşen o bir takım Patriyotlar, şu husûsu hatırlarından hiç çıkarmamalıdırlar: Osmanlılar Rumeli´ni fethettikten sonra, Bura´yı Türkleştirmek için ve bir plan çerçevesinde Anadolu, Sûriye ve Kırım´dan Türk nüfus göçürmüşlerdir. Yâni, bu o gün için bilinçli ve tutarlı bir politikadır. Pekiyi, "biz ırken de Türküz" diyen Patriyotların Türkçe konuşmamalarına ne demelidir? Rumeli´ni Türkleştirecekleri yerde, Ora´da kendi kimlikleri ve dillerini mi kaybetmişlerdir!? Kendisine asimilasyon gibi belli bir görev biçilen ve üstelik hâkim bir Türk unsur, kültürünü kaybedip alt statüdeki astların dilini konuşmuştur, öyle mi!? Olacak şey midir bu!?
Öyle anlaşılıyor ki, Yunan Makedonya´sında ve hattâ Girit’te, Ora´nın İslâm´a girmiş yerlilerini anlatabilmek için, hemşehrî vatandaş veyâ yerli anlamında Patriyot denmiştir. Kendileri İslâma girmiş olmak sebebiyle Türkiye´ye göçerlerken; Türk, Arnavut, Pomak, Ulah, Çingene olarak bir adın sâhibi olmadıklarından, hâliyle Patriyot diye anılmışlardır. Çünkü, onları anlatacak etnik isim artık budur.
Bu konunun bir yanı da şurasıdır: Patriyotların bizzat kendileri, Makedonya´nın Grabene, Kozani, Nasliç ve Serez bölgelerinden geldiklerini ifâde etmektedirler. Oysa, bu târihlerde, yâni Patriyotların Türkiye´ye göçünden hemen önce yoğun yaşadıkları Grabene´de Türk nüfus sıfırdır! Eldeki târih belgelerine göre, Bura ve Bura´nın geniş çevresi halkı, tamamıyla Grek ve Ulah nüfusundan ibârettir. Nasliç keza tamâmen Greklerle meskûn iken, Serez Bulgar ve Greklerin yanındaki bir avuç Türk nüfusu barındırmaktadır! Hattâ, bunun yanında Yanya gibi yerler dahi Grekler, Arnavutlar ve Ulahlarla meskûndurlar. Lozan Antlaşmasının ırk ve millet değil, din esâsına dayalı olduğu hususu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bu demektir ki, Yunanistan göçmenleri arasında Türklerin yanında, İslâm´ı seçmekle Türkleşenler de bulunmaktadırlar. Yunanistan göçmenlerinin bir kısmı, Anadolu´dan göçen Yörük ve diğer bir kısmı da Kırım´dan göçen Tatar Türkleridirler. Kökenleri tam bilinemeyen Konyarlar ise, Türk aslından olmalarına rağmen, Makedonya´ya nereden geldikleri belirsizdir. Konya´dan olabilecekleri gibi, Tatarlardan önce Kırım dolayından da göçmüş olabileceklerdir. Diğer yandan, Makedonya´da yaşadıkları yerde bir şekilde İslam´a giren bir çok cemaatler da bulunmuşlardır. İşte... Lozan Antlaşmasında anılan Türkler dışındaki Müslümanlar bunlardır. Her mübâdil göçmen, "Atalarım Konya´dan göçmüş, ırkım da Türktür." diyecek olursa, Lozan Antlaşmasında anılan Türk olmayan İslâm unsurlar kimlerdir!?. diye bir soru karşımıza çıkacaktır!
Ayrıca, hemen bütün Balkan göçmenleri "benim aslım Konya´dan göçmüş Türktür" demektedirler. Bu Konya takıntısı da yanlıştır. Rumeli´ye göçlerin merkezi sâdece bir Konya olmayıp, neredeyse bin yerdir! Bunu, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri bilgilerine dayanarak ifâde etmekteyiz. İşte bu kadar geniş bir alandan Rumeli´ye göçülmüştür. Anadolu ve Suriye´den Yörükler göçerlerken, Kırım dolayından da Tatarlar gelmişler ve Rumeli´nde birlikte harman olmuşlardır.
Şimdi, Makedonya etnik İslâm gruplarının İngilizce kaynaklardan sağladığımız nüfuslarını verelim: Yaklaşık ve yuvarlak rakamlarla; 500 bin Türk, 150 bin Pomak, 110 bin Arnavut, 15 bin Roma (acaba Çingeneler mi?), 14 bin Grek yâni Yunanlı (yâni Patriyot) ve 3 bin Ulah yâni Romen. Öyle sanıyoruz ki, bu 3 bin Ulah da Türkiye´de Patriyot sayılmaktadırlar. Bütün bu unsurlar, Osmanlı Balkanlarda küçülüp geriledikçe Türkiye´ye göçe başlamışlardır. Öncelikle, Balkan Harbi sırasında Türkiye´ye 100 bin dolayında Türk göçmüş. Bunun, Mübâdele dönemine kadar zaman-zaman sürdüğü anlaşılmaktadır. Mübâdele sırasında da, Türk ve diğerleriyle birlikte 375,976. İslâm nüfus daha göçerek Yunan Makedonya´sı bu açıdan boşaltılmıştır.
Türk asıllı göçmenlerin özellikle de yetişkin erkekleri, geldikleri yerlerin dillerini elbetteki biliyor, bunu da konuşabiliyorlardı. Ne var ki, Türkiye´ye döndükten sonra geride kalan dili aslâ konuşmamışlardır. Patriyotlarsa ana dillerini Bura´da da konuşmakta devam etmişlerdir. Çünkü, başlarda Türkçe´yi öğrenene kadar bu onlar için kaçınılmaz olmuştur. Patriyotların yeni nesli bir yana, yaşlı-başlı kimliklerin hâlâ da Yunanca konuştukları bilinmektedir! Bu kadar geniş bir anlatımdan sonra, elimizdeki Türkçe, Fransızca ve İngilizce belgelere geçersek... Türkçe olanı Osmanlı Arşivleri belgesidir. Patriyotların, Makedonya´da en yoğun yaşadıkları yer olan Grabene´deki bir İslâm cemaatine işâret etmektedir. Osmanlının ilk devrinde, bu yerde Duralı (Duralu) diyerek Niğde´yle bağlantılı bir cemaat görülmektedir ve bütün bilgi de bundan ibârettir. Ancak, daha sonra buradaki bir İslâm unsurundan hiç söz edilmemektedir. Bu da, anılan cemaatin başka bir yere göçtüğünü düşündürmektedir. Mâlûmdur ki, cemaatler çokçası dînî amacı olmak üzere birleşmiş toplumlardır. Değişik etnik kimliklerden de oluşabilirler. Fransızca belgelerimiz ise, Makedonya´nın bütün etnik gruplarının hayat sahalarını gösteren iki haritadırlar. Bunların biri 1911 târihliyken, öteki daha eski bir târihi işâret etmektedir. Eski haritada Grabene, Yanya ve geniş çevresi aralarına Ulahların da sokulduğu Grekler yâni Yunanlılarla meskûndur. Nasliç´te tamâmen Makedonlar yaşamaktadırlar. Serez ise, diğerlerinden farklı olarak hayli geniş bir Türk nüfusla doludur. 1911 haritasına gelince, durum sâdece Serez´de değişmektedir. Buradaki Türk nüfusu büyük ölçüde azalmış görünmektedir. Patriyotların göçtükleri Grabene´yle Nasliç´teyse Türk diye bir unsur yoktur!
Bir metin olan İngiliz belgesindeki durum ise oldukça sevimsizdir. Burada yazılanlar, yukarıda verdiğimiz Ali Paşa olayını doğrular mâhiyettedirler. Yâni katliam gibi! Buna göre, Grabene ve onun yanıbaşındaki Kozani´de Grekler zorla ve kitleler hâlinde İslâm´a sokulmuşlardır. O kadar ki, metinde ancak dağa kaçanların kurtulduğuna ilişkin ifâdeler okunmaktadır!
TRAKYANIN YERLILERI GACALLAR
GACALLAR
Osmanlılar Rumeli'ne geçip burada yayılmaya başladıklarında, karşılaştıkları toplumlar arasında Hıristiyan bâzı Türkler de bulunmuşlardır. Bunlar tıpkı Anadolu'nun Hıristiyan Türkleri Karamanlılar gibi, kuzeyden gelen Uz (Guz, Oğuz) , Kuman ve Peçenekler'den arta kalan Türkler'dirler. Artmayanlar ise, bulundukları yerlerdeki Avrupa halk ve uluslarına karışıp, onların içinde eriyerek ortadan kalkmışlardır! Artık, herhâlde kendileri bile Türk asıllarını bilmemektedirler.
Önceleri peygamberli dinlerden hiçbirine mensup olmayan şâmanist bu Türkler, geldikleri buralarda, kendilerini, daha gelişmiş bir inanç kurumu olan Hıristiyanlık içinde bulmuşlardır. Türklerin ilkel ve yalın inançları, kam veyâ şâman denilen büyücü bir takım kişiler eliyle uygulama alanı bulurken, Hıristiyanlık o gün bile üç kıtada yayılıp-örgütlenmiş bir inanç kurumudur. Bu din üstelik bu Türklerin bir süredir tebaası oldukları Bizans ve Bulgarya'nın devlet inancıdır. Bölge imparatorları bile, otoritelerini büyük ölçüde Hıristiyanlık üstüne oturtmuşlardır. İşte bu şartlar altındaki göçmen Türkler, bir süreç sonucunda kaçınılmaz olarak Hıristiyan inancını benimseyeceklerdir. Yunanca (Rumca) konuşan Bizans'ın, Turkopulos veyâ Turkopol, yâni Türkoğlu dediği Türkleri, Rumeli'nde ayrıca üç isim altında görmekteyiz. Bunlardan biri, varlıklarını bugün bile sürdürebilen ve Hıristiyanlıklarını hâlâ da koruyan Gagavuzlardır. İkincisiyse, yazımıza başlık yaptığımız ana konu Gacallar, üçüncüsü Çitaklar ve belki dördüncüsü Konyarlardır. (Bâzı yazarlara göre Çıtaklar ve Gacallar aynı toplulukturlar.)
Gacallar üzerine inceleme yapan bir Bulgar bilgini, bunların, Bulgar devletini kuran Bulgar Türklerinden ve Slavlaşmayıp özlerini koruyanlar olduklarını, kezâ Gagavuzların özlerini korumuş Bulgar Türkü olduklarını düşünmektedir. Tuna Bulgar devletinin Deliorman bölgesinde kurulduğu, başkentin Şumnu yakınındaki Pliska Aboba olduğu dikkate alınırsa, bizim bilemeyeceğimiz başka hususlar da eklenmekle bu husus pekalâ da kabûl edilir bir tez olabilecektir.
Burada hemen belirtelim ki, Orta-Anadolu'da yaşamış Türkçe konuşan Türk Karamanlılar'la bugün hâlâ yoğun olarak Moldova'da (Moldavya) , azınlık olarak da Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan'da yaşamakta olan Türkçe konuşan Türk Gagavuzlar, Hıristiyan olmakla birlikte Türkçe konuşmaya devam ettikleri için sonuçta Türk kalabilmişlerdir. Gacal, Konyar ve Çitaklar ise, Osmanlılarla karşılaştıklarında Türkçe konuşan Hıristiyanlar oldukları hâlde, fazla gecikmeden kaynaştıkları Yörükler'in İslâm dinine geçerek tam ve millî bir entegrasyon sağlamışlardır.
Karamanoğulları'yla birlikte, Orta-Anadolu'da Karaman denilen bölgede yaşadıkları için, kendilerine Karamanlı denilmiş Hıristiyan Türkler, Cumhuriyet'ten sonra Lozan Antlaşması uyarınca toptan Yunanistan'a göçürülmüşlerdir. Oraya Türkçe konuşarak giden atalarının ardından, şimdiki torun Karamanlıların da evlerinde olsun Türkçe konuşabilmekte oldukları bilinmektedir. Ama,Türk asıllarını bilseler bile Yunan'a karşı bunu sakladıkları bir gerçektir. Edirne'de rastladığımız böyle bir kadına, ki biz onu gördüğümüz sırada birkaç adım önünden giden eşine Türkçe seslenmiştir, kendisinin Türklüğünü sormuştuk. Yunanlı ve fakat muhakkak Türk asıllı olan bu kadın, 'hayır ben Hıristiyanım! ' demişti! Biz ona milliyetini sormuştuk; o ise, sorumuzun cevabı olmadığını bile-bile dînî inancını söylemişti! Belliydi ki, Edirne'ye birlikte geldiği diğer Yunanlılar tarafından tanınmak istemiyordu.
Şimdi gene Gacallara dönelim. Osmanlılar Rumeli'ne geçerek bugünkü Bulgarya'da yayılıp-tutunmaya başladıkları sırada, bu Ülke'nin kuzey-doğusundaki şimdi Deliorman denilen bölgede, Türkçe konuşan bir toplumla karşılaşmışlardır. Bu toplum, şâmanist geldiği Bulgarya'da Hıristiyanlaşmış Gacal Türkleridir. Balkanlarda, Bizans ve Bulgarlar'ın yerini Osmanlılar alınca, hâliyle din egemenliği de İslâm’a geçmiştir. Esâsen Türk olan Gacallar'ın, gene Türk olan Osmanlı'nın dinine girmesi, bu yüzden çok çabuk ve kolay olacaktır. Osmanlı'nın Rumeli'ne geçirdiği Türkmen-Yörükler'le Gacallar'ın, hattâ Rumeli'nin Türkleştirilmesine katkı için bundan daha sonra Kırım'dan getirilen, henüz Kırım'dayken İslâma girmiş Tatarlar'ın birlikte ve problemsiz yaşamalarında, İslâm ve Türklük eşit rol oynamışlardır. Ortak hayatın ilk yıllarından îtibâren birbirlerine karışırlarken, Gacallar diğerlerine göre yerli olduklarından bu özelliklerini adlarıyla birlikte sonuna kadar korumuşlardır. Aralarında evlilik bağları dahî kurulmuş olsa, Gacalların yerli oluşları hep vurgulanmış, Gacal ve yerli sözleri özde birleşmiş, eş değer ve anlam kazanmışlardır.
Deliorman Türkleri böylece mutlu ve refah içinde birkaç yüz yıl yaşadıktan sonra, 1877 yılına gelinmiştir. Halk ağzında, Hicrî tarihe göre [93 Harbi] denilen Türk-Rus savaşı bu yıl patlamış, arkasından da Türkiye yönüne büyük ve perîşan bir göçü getirmiştir. Göç Anadolu içlerine kadar uzamıştır fakat, önemli bir nüfus Trakya'da kalıp buraya yerleşmişlerdir. Trakya'nın, artık yerli ve göçmen olarak ayrılan iki toplumu vardır. Bu ayrılık düşmanlık doğurmadan kendiliğinden oluşmuştur. Göçmenler, aralarında bizzat Deliorman Gacalları da olmalarına rağmen, yerli halka, tabiatıyla yerli anlamında Gacal demeyi uygun görmüşlerdir. Böylece, yerli (eski) halk sanal Gacal olmuş, diğerlerine ise, asıl Gacallarla birlikte ve sâdece muhâcir (göçmen) denmiştir. Bu durum, yâni Trakya'daki asıl ve sanal Gacal varlığı bugün hâlâ daha geçerliğini sürdürmektedir.
Buna canlı bir örnek gerekirse, Havsa'nın Necâtiye köyünde gerçek Gacallar yaşamaktadırlar. Bunlar kendilerini bilip-tanıdıkları gibi, durumlarını açıkça da ifâde etmektedirler. Trakya'nın başka yerlerinde de toplu ve dağınık olarak asıl Gacallara rastlamak mümkündür. Bunun yanında Yunanistan'ın Dedeağaç, Drama, Kayalar, Serez gibi birimlerinde de gene Gacallar yaşamaktadırlar
SLAV TÜRKLER POMAKLAR
SLAV TÜRKLER POMAKLAR
Pomaklar en genel tanımıyla ‘pomakça’ konuşan, slav kökenli Balkanların beş ülkesine(Bulgaristan-Yunanistan-Türkiye-Makedonya-Arnavutluk) yayılmış müslüman bir azınlıktır.
Balkan tarihinin karışıklığınında mirası olarak Pomaklar’ın kesin ve uzlaşılan bir köken tespiti her ne kadar yapılamamışsa da (slav kökenli olmaları konusunda bir fikir birliği mevcuttur), tarih kitapları arasında geçen ve gözden kaçırılan bir gerçeklik vardır. Bu da yıllardır söylenen (Türk resmi söylemi) Pomaklar’ın Peçenek-Uz-Kuman Türklerinin devamı olduğunu boşa çıkarmaktadır .Bu da daha Balkanlara Türk göçü (10.asırdaki) yaşanmadan önceki büyük Slav göçüdür. Bu göçler esnasında balkanlara Bulgar kavimleriyle birlikte ve akraba olan bir başka kavim Ekslavonlar yerleşmiştir ve yerleştikleri bölge yıllar sonra Pomaklar adıyla çıkan gurubun anavatanı sayılan Rodoplar bölgesidir. Ekslavonlar incelendiğinde günümüzdeki Pomaklarla dil,kültür,fiziksel özellik bakımından tıpatıp aynıdırlar. Ekslavonların adının hiç geçmemesinin sebebi balkanlara geldikleri gibi Bizansa karşı savaş yürütmüş olmalarından kaynaklanıyor.Daha sonraki süreçlerde dinsel olarakta ortodosk hıristiyanlardan uzak bir inanış içerisine (bogomolizm) girmiş olmalarından kaynaklı kendi soydaşlarınca bile düşman ve yok edilmesi gereken bir kavim olarak görülmüştür.Bunların sonucunda da tarih kitaplarına hiç geçirilmemiş adeta yok sayılarak yok edilmek istenmistir.Taki Osmanlının bölgeye gelmesine kadar bu süreç böyle geçmiştir. Bu süreç içerisinde Bulgarlaşma sürecine girilmiştir. Fakat eksik kalmaktadır ve bu süreç krize girdiğinde Osmanlının balkanlara gelmesiyle daha da derinleşerek kırılma noktası oluşmuş oldu.
Ana kütle olarak Ekslavon kavmi olmak üzere bir Pomak grubu ortaya çıkmaya başladı. Böylesi süreçler kartopu gibidir. Küçük bir çekirdek yuvarlandıkça büyür gayrı memnunları da yanına çeker., Gayrı memnuniyet eskiden gelebileceği gibi bazıları için çok sonraları da ortaya çıkar. Osmanlı döneminde islamlaşmanın avantajları Bulgarlık açısından yeni bir gayrımemnuniyet zeminidir. Hazırda zaten yeni ismiyle bir Pomak(Ekslavon kavmi) oluşumu vardır ve bu yeni gayrı memnuniyetsiz kesimi de içerisine çekerek büyür.Özellikle Lofça yöresi Pomakları buna en gözel örnektir kanımca. Çünkü yaşayışları ve dilleri farklı, hayvancı olmaktan çok tarımcıdırlar. Kuzey Bulgaristandaki köyleri dere yataklarındaki verimli arazilerde çok önceden beri tarım yapıyorlardı. Bundan dolayı hayvancı Rodop halkından farklıdırlar.İşte bu kartopu gibi yuvarlanış, büyüme ve balkanlardaki bütün gayrı memnuniyetsizlerin bir Pomak kütlesi etrafında birleşmesi günümüzde yapılan köken tartışmalarını da çıkmaza sokmaktadır.Nedeni ise her kesimin(Bulgar-Türk ve Yunan) pomakların içine baktığında kendine dayanak çıkartacak malzemeler bulabilmesidir. Bir de buna devletler arası politik entrikalarının da girmesiyle daha da karmaşık hal almıştır. Bir Bulgar yazarı rahatlıkla Pomaklar içinde eriyen müslüman Bulgarlardan yola çıkarak tüm Pomak kütlesine Bulgar damgası vurmaktan rahatsızlık duymaz. Yine Yunanlılar, Pomakların içinde erimiş olma ihtimali yüksek olan eski trakların varlığından yola çıkarak Yunan kökenli sayabilmektedir ve Türk tarihçileri ilk önce bulgarlaşan fakat Osmanlının gelmesiyle bundan sıyrılıp Pomak kütlesine katılan Peçenek-Kuman-Uz kütlesine dayanarak PomakTürkleri diyebilmektedir. Bu kısa girişten sonra günümüzde neler dendiğine bir göz atmak gerekiyor ,ama yukarıdaki yaptığım kısa açıklama doğrultusunda yorumlayarak...
Şimdi Pomaklar kimdir sorusuna çeşitli kaynakların verdiği cevaplara bir göz atmak gerekirse:
1-İngiliz Balkan azınlıklar uzmanı Hugh Poulton:Bulgar Müslümanlarının dini bir azınlık olduğunu,ana dil olarak Bulgarcayı konuşan, fakat islami geleneklere bağlı Slavik Bulgarlar olduklarını yazmaktadır.
2-F.Kanitz;’’Pomak’’sözcüğünün Slavca ‘’pomoçi’’(yardım etmek)fiilinin ‘’pomagaçi’’(yardımcı) biçiminden geldiğini ve Pomaklar’ın Osmanlı akıncı beylerine yerel savaşlarda ve fütühatlarında devamlı olarak ‘’yardımcı’’lık yaptıkları için bu adı aldıklarını ileri sürüyor. Pomagaçi, Balkan lehçesinde ‘’pomağa’’,daha sonra ‘’Pomak’’ şeklini almıştır.
3-Ischirkoff ve F. Bayraktareviç: Pomaklar’ın yoğun yaşadığı Rodoplar’da halkın,kendisini Achiryani veya Agaryani diye adlandırdıklarını yazıyor.(Türkiyede de Trakya bölgesinde Agren Pomak ları adıyla anılan bir pomak kesimi mevcut). Bu sözcüklerin Bulgarca’da hiçbir anlamı yok. Ama Milattan üç-dört yüzyıl önce eski Yunanistan’da yaşayan bir etnik grup;’’Grek Agriyani’’ olabilir. Pomakça’daki sözcüklerin yalnızca yüzde 5’i Yunanca’yı içeriyor.
4-Bulgar edebiyatında önemli bir yeri olan Veda Slavena adlı aserlerdeki öykülerin birçoğu, Rodoplar havzasında geçiyor ve Pomaklar’ın eski Trak kavimlerinden geldikleri,inançları,gelenekleri anlatılıyor. Trakya’ya adını veren Traklar, MÖ 2000-3000 yıllarında bu bölgede kabileler halinde yaşıyorlardı.
5-Genel Türk resmi tarhihçileri ve milliyetçi görüşler pomaklar’ın XI . ve XII . yüzyılda Ukrayna ve Romanya üzerinden Balkanlara inen Kuman ve Peçenek Türkleri’nin soyundan günümüze uzanan bir geçmişi olduğu savunulur. Günümüzdede yazılarında ‘’Pomak Türkleri’’ adlandırması kullanılır.
Görüleceği üzere çok karmaşık bir hal alan Pomaklar’ın köken tartışmaları uzun sürecek bir konudur.Burda asıl dikkat edilmesi gereken tek bir konu vardır aslında Pomaklar’ın binlerce yıl önceki kökenlerini araştırılırken günümüzde Pomak’lık ve de Pomakça dili bu tartışmalar çerçevesinde kaybolmakta ve hatta bilinçli olarak kaybedilmeye çalışılmaktadır. Elbetteki bu türlü çabalar sonuç almayacağı gün gibi ortadadır, günümüzde Pomaklar diye bir grup vede Pomakça diye konuşan birileri var mı buna bakmak bunu esas almak gerekir. Dil ve yaşadığı coğrafya bakıldığında vede fiziksel özelliklerden tutun da gelenek göreneklerin çoğunluğu slavik özellikler taşıdığı görülecektir.
Bu çerçevede şu tür yaklaşımlarda mevcuttur: ‘’Pomaklar slav asıllıdır" iddiasını kabul etmeden önce çok daha fazla bilgiye ve kanıta ihtiyacımız var ‘’deyimi tamamen ters.
İşin gerçeği şu(Türkiye de) bazı Pan-Türkist milliyetçi yazarların iddiaları bir yana; bölgedeki ülkelerin tamamı ve Türkiyedeki akademik kaynaklar başta olmak üzere dünyanın bütün ileri gelen akademik kaynakları Pomakların Slav asıllı müslümanlaşmış bir grup olduğunu peşinen kabul ettiği halde,süreç tam tersine ilerliyor. Pomakların slav asıllı,balkanlı bir topluluk olduğuna ilişkin deliller süratle ortadan kayboluyor,kaybediliyor.
Pomaklar en genel tanımıyla ‘pomakça’ konuşan, slav kökenli Balkanların beş ülkesine(Bulgaristan-Yunanistan-Türkiye-Makedonya-Arnavutluk) yayılmış müslüman bir azınlıktır.
Balkan tarihinin karışıklığınında mirası olarak Pomaklar’ın kesin ve uzlaşılan bir köken tespiti her ne kadar yapılamamışsa da (slav kökenli olmaları konusunda bir fikir birliği mevcuttur), tarih kitapları arasında geçen ve gözden kaçırılan bir gerçeklik vardır. Bu da yıllardır söylenen (Türk resmi söylemi) Pomaklar’ın Peçenek-Uz-Kuman Türklerinin devamı olduğunu boşa çıkarmaktadır .Bu da daha Balkanlara Türk göçü (10.asırdaki) yaşanmadan önceki büyük Slav göçüdür. Bu göçler esnasında balkanlara Bulgar kavimleriyle birlikte ve akraba olan bir başka kavim Ekslavonlar yerleşmiştir ve yerleştikleri bölge yıllar sonra Pomaklar adıyla çıkan gurubun anavatanı sayılan Rodoplar bölgesidir. Ekslavonlar incelendiğinde günümüzdeki Pomaklarla dil,kültür,fiziksel özellik bakımından tıpatıp aynıdırlar. Ekslavonların adının hiç geçmemesinin sebebi balkanlara geldikleri gibi Bizansa karşı savaş yürütmüş olmalarından kaynaklanıyor.Daha sonraki süreçlerde dinsel olarakta ortodosk hıristiyanlardan uzak bir inanış içerisine (bogomolizm) girmiş olmalarından kaynaklı kendi soydaşlarınca bile düşman ve yok edilmesi gereken bir kavim olarak görülmüştür.Bunların sonucunda da tarih kitaplarına hiç geçirilmemiş adeta yok sayılarak yok edilmek istenmistir.Taki Osmanlının bölgeye gelmesine kadar bu süreç böyle geçmiştir. Bu süreç içerisinde Bulgarlaşma sürecine girilmiştir. Fakat eksik kalmaktadır ve bu süreç krize girdiğinde Osmanlının balkanlara gelmesiyle daha da derinleşerek kırılma noktası oluşmuş oldu.
Ana kütle olarak Ekslavon kavmi olmak üzere bir Pomak grubu ortaya çıkmaya başladı. Böylesi süreçler kartopu gibidir. Küçük bir çekirdek yuvarlandıkça büyür gayrı memnunları da yanına çeker., Gayrı memnuniyet eskiden gelebileceği gibi bazıları için çok sonraları da ortaya çıkar. Osmanlı döneminde islamlaşmanın avantajları Bulgarlık açısından yeni bir gayrımemnuniyet zeminidir. Hazırda zaten yeni ismiyle bir Pomak(Ekslavon kavmi) oluşumu vardır ve bu yeni gayrı memnuniyetsiz kesimi de içerisine çekerek büyür.Özellikle Lofça yöresi Pomakları buna en gözel örnektir kanımca. Çünkü yaşayışları ve dilleri farklı, hayvancı olmaktan çok tarımcıdırlar. Kuzey Bulgaristandaki köyleri dere yataklarındaki verimli arazilerde çok önceden beri tarım yapıyorlardı. Bundan dolayı hayvancı Rodop halkından farklıdırlar.İşte bu kartopu gibi yuvarlanış, büyüme ve balkanlardaki bütün gayrı memnuniyetsizlerin bir Pomak kütlesi etrafında birleşmesi günümüzde yapılan köken tartışmalarını da çıkmaza sokmaktadır.Nedeni ise her kesimin(Bulgar-Türk ve Yunan) pomakların içine baktığında kendine dayanak çıkartacak malzemeler bulabilmesidir. Bir de buna devletler arası politik entrikalarının da girmesiyle daha da karmaşık hal almıştır. Bir Bulgar yazarı rahatlıkla Pomaklar içinde eriyen müslüman Bulgarlardan yola çıkarak tüm Pomak kütlesine Bulgar damgası vurmaktan rahatsızlık duymaz. Yine Yunanlılar, Pomakların içinde erimiş olma ihtimali yüksek olan eski trakların varlığından yola çıkarak Yunan kökenli sayabilmektedir ve Türk tarihçileri ilk önce bulgarlaşan fakat Osmanlının gelmesiyle bundan sıyrılıp Pomak kütlesine katılan Peçenek-Kuman-Uz kütlesine dayanarak PomakTürkleri diyebilmektedir. Bu kısa girişten sonra günümüzde neler dendiğine bir göz atmak gerekiyor ,ama yukarıdaki yaptığım kısa açıklama doğrultusunda yorumlayarak...
Şimdi Pomaklar kimdir sorusuna çeşitli kaynakların verdiği cevaplara bir göz atmak gerekirse:
1-İngiliz Balkan azınlıklar uzmanı Hugh Poulton:Bulgar Müslümanlarının dini bir azınlık olduğunu,ana dil olarak Bulgarcayı konuşan, fakat islami geleneklere bağlı Slavik Bulgarlar olduklarını yazmaktadır.
2-F.Kanitz;’’Pomak’’sözcüğünün Slavca ‘’pomoçi’’(yardım etmek)fiilinin ‘’pomagaçi’’(yardımcı) biçiminden geldiğini ve Pomaklar’ın Osmanlı akıncı beylerine yerel savaşlarda ve fütühatlarında devamlı olarak ‘’yardımcı’’lık yaptıkları için bu adı aldıklarını ileri sürüyor. Pomagaçi, Balkan lehçesinde ‘’pomağa’’,daha sonra ‘’Pomak’’ şeklini almıştır.
3-Ischirkoff ve F. Bayraktareviç: Pomaklar’ın yoğun yaşadığı Rodoplar’da halkın,kendisini Achiryani veya Agaryani diye adlandırdıklarını yazıyor.(Türkiyede de Trakya bölgesinde Agren Pomak ları adıyla anılan bir pomak kesimi mevcut). Bu sözcüklerin Bulgarca’da hiçbir anlamı yok. Ama Milattan üç-dört yüzyıl önce eski Yunanistan’da yaşayan bir etnik grup;’’Grek Agriyani’’ olabilir. Pomakça’daki sözcüklerin yalnızca yüzde 5’i Yunanca’yı içeriyor.
4-Bulgar edebiyatında önemli bir yeri olan Veda Slavena adlı aserlerdeki öykülerin birçoğu, Rodoplar havzasında geçiyor ve Pomaklar’ın eski Trak kavimlerinden geldikleri,inançları,gelenekleri anlatılıyor. Trakya’ya adını veren Traklar, MÖ 2000-3000 yıllarında bu bölgede kabileler halinde yaşıyorlardı.
5-Genel Türk resmi tarhihçileri ve milliyetçi görüşler pomaklar’ın XI . ve XII . yüzyılda Ukrayna ve Romanya üzerinden Balkanlara inen Kuman ve Peçenek Türkleri’nin soyundan günümüze uzanan bir geçmişi olduğu savunulur. Günümüzdede yazılarında ‘’Pomak Türkleri’’ adlandırması kullanılır.
Görüleceği üzere çok karmaşık bir hal alan Pomaklar’ın köken tartışmaları uzun sürecek bir konudur.Burda asıl dikkat edilmesi gereken tek bir konu vardır aslında Pomaklar’ın binlerce yıl önceki kökenlerini araştırılırken günümüzde Pomak’lık ve de Pomakça dili bu tartışmalar çerçevesinde kaybolmakta ve hatta bilinçli olarak kaybedilmeye çalışılmaktadır. Elbetteki bu türlü çabalar sonuç almayacağı gün gibi ortadadır, günümüzde Pomaklar diye bir grup vede Pomakça diye konuşan birileri var mı buna bakmak bunu esas almak gerekir. Dil ve yaşadığı coğrafya bakıldığında vede fiziksel özelliklerden tutun da gelenek göreneklerin çoğunluğu slavik özellikler taşıdığı görülecektir.
Bu çerçevede şu tür yaklaşımlarda mevcuttur: ‘’Pomaklar slav asıllıdır" iddiasını kabul etmeden önce çok daha fazla bilgiye ve kanıta ihtiyacımız var ‘’deyimi tamamen ters.
İşin gerçeği şu(Türkiye de) bazı Pan-Türkist milliyetçi yazarların iddiaları bir yana; bölgedeki ülkelerin tamamı ve Türkiyedeki akademik kaynaklar başta olmak üzere dünyanın bütün ileri gelen akademik kaynakları Pomakların Slav asıllı müslümanlaşmış bir grup olduğunu peşinen kabul ettiği halde,süreç tam tersine ilerliyor. Pomakların slav asıllı,balkanlı bir topluluk olduğuna ilişkin deliller süratle ortadan kayboluyor,kaybediliyor.
27 Ağustos 2013 Salı
Anadolu'da İlk Türkler
ANADOLU DA İLK TÜRKLER (ARAŞTIRMALAR)
Anadolu, jeopolitik konumu yönünden , tarihin her safhasında çok güçlü medeniyetlere sahip olmuş ve kültür varlığını her zaman hissettirmiş, dünya tarihinin anahtar bölgesidir.
Bugün, Anadolu’nun sırlarla örtülü kültür mirası, hayret edilecek bir zenginlikte ve el değmemişliktedir.
Birbirinden zengin uygarlık izlerinin bulunduğu Anadolu’nun her köşesi, gizlerle doludur.
Doğu Anadolu’nun da, Anadolu tarihinde önemli bir yeri vardır. Hemen hemen 20 nci yüzyılın ortalarına kadar Doğu Anadolu’daki tarih öncesi yerleşim bölgeleri hakkında hiçbir bilgiye sahip değildik.
Geçtiğimiz yıllarda Doğu Anadolu’da keşfedilen sayısız kaya kabartmaları büyük heyecan yarattı. Bunlar, bu bölgenin tarih öncesi gelişimini birden bambaşka bir bakış açısıyla görmemizi sağladı.
Doğu Anadolu’da kaya kabartmaları esas olarak dört bölgede rastlanmıştır : Malatya- Adıyaman çevresi, Kars, Van ve yöresi, Hakkari Dağları...
Türk Tarih Kurumu üyesi Dr. Oktay Belli, İÖ. 15 000 – 7 000 arasına ait Van yöresi kaya kabartmalarını gün ışığına çıkartmıştır. Hakkâri dağlarındaki Yedisalkım yöresinde, nehir yataklarının üstünde rastlanan mağaralarda tarih öncesine ait tanrı resimleri bulunmuştur.
Bu sanat eserlerini yaratan insanlar hakkında bugün kesin bilgilere sahibiz. Çünkü benzer kabartmalara Doğu Azerbaycan’da, Kohistan’da, Altay bölgesinde ve Sibirya’da rastlanmıştır. Bu kabartmaların ortaya çıkış sıklığı, bunların kesinlikle ilk Türkler dönemine ait olduğunu kanıtlamaktadır. Bu resimleri yapan insanlar, en eski Türk göçebe ya da yarı göçebe aşiret topluluklarına bağlıydılar.
Gevaruk Ovası’nda(Hakkâri) ve Tirşin Yaylası’nda bulunan stilize kabartmalar için de aynı şey söylenebilir.
Gevaruh ve Tir-i-şin kabartmaları, Erzurum’daki Cunni Mağarası ve Ayzani’de ( Çavdarhisar – Kütahya ) bulunan Zeus Tapınağı’nın taşlarıyla büyük benzerlikler göstermesi açısından son derece önemlidir ; o yörenin eski Türk aşiretlerine ait olduğu anlaşılmaktadır.
Bütün bu buluntular, tarih öncesi dönemde Doğu Anadolu ile Azerbaycan ve Sibirya bozkırlarının, ayrıca Türk boylarının anayurdu Altay yöresinin sanatsal ve kültürel merkezleri arasında yakın bir ilişkinin varolduğunu göstermektedir. Tarih öncesi dönemden günümüze, Orta Asya’dan Anadolu’ya bütün gezginci, yarı göçebe ilk Türk ve Türk boyları arasında canlı bir ilişki süregelmiştir.
Buluntular, genel anlamda: kaya üstü ve mağara resimleri,yazı elemanlarını içeren kaya resimleri ( petroglifler), yazıya geçişi gösteren kaya resimleri ve nihayet yazıtlar şeklindedir.
Bunlardan :
Van- Hakkari, Tir-i-şin Yaylası’ndaki buluntular İÖ. 15 000,
Gevaruh Vadisi’ndeki buluntular İÖ. 10- 8 000,
Hırkanis Suyu, Mazur Vadisi buluntuları İÖ. 8 000’e tarihlenmektedir.
Ünlü tarihçi Kâzım Mirşan, Anadolu’nun tamamındaki bilinen buluntuların hemen hemen tamamını okumuş ve kayda almıştır.
ANADOLU KAYA RESİMLERİ VE YAZITLARI
Bazı batılı ülkeler, Türkler’i Anadolu’dan kovmak, ya da en aşağı Anadolu’da Türkler’i etkisiz hale getirmek ve her şeyin üstünde Doğu Anadolu’da çıkarlarına en uygun yapay devletler oluşturmak için büyük çaba içindedir.
Oysa, aksi tüm iddialara rağmen Anadolu, tarih boyunca bir Türk vatanıydı.
Anadolu’nun her yerinde, özellikle Doğu Anadolu’da bulunan kaya üstü ve mağara resimleri, yazı elemanlarını içeren kaya resimleri ( petroglifler), yazıya geçişi gösteren kaya resimleri ve nihayet yazıtlar bu fikri doğrulamaktadır.
Araştırmacı- Tarihçi Kâzım Mirşan’ın, okuyup kayda aldığı bazı buluntular şunlardır:
ÇİLGİRİ YAZITI:
Doğu Anadolu’da, Ön- Türk dil ve düşüncesi hakkında geniş bilgi veren, ilk Ön- Türk yazıtıdır. İlk ve en eski olması nedeniyle bütün Anadolu uygarlık tarihinin en eski yazıtı dememiz mümkündür.
45 santimetre çapında, mermer bir silindirdir. Ortasındaki haç ve kenarındaki çok sonraları kazınmış olan Ermenice yazı nedeniyle Ermeni Mezar Taşı sanılmıştır. Kâzım Mirşan, Ermenice yazıların sonradan kazınmış olduğunu belirlemiş, Ön- Türkler’e ait damga ve yazıları çözmüştür.
İçeriği tam olarak anlaşılamadan, sadece üzerindeki yazılar sebebiyle Van Müzesi’nin bahçesinde açık havada tutulurken, önemi kavrandıktan sonra, kapalı alana alınmıştır.
TİR-İ-ŞİN YAZITI:Tir-i-şin Yaylası’nın 8 km. kuzey doğusundaki Tahtı Melik Zirvesi’nde ele geçen petroglif (yazı elemanı içeren kaya resmi) , İÖ. 6 000’lere tarihlenmektedir.
Mirşan’ın açıklamasına göre, petroglifin içeriği, (Mukaddesata erişen, ölen kişinin GÖKTE ASILI KALMASI...), yani tekrar doğmak üzere cennette yer alması, demektir. Bu da, İÖ. 6 000’lerde, Ön- Türkler’in tek tanrı inancına sahip olduklarının ifadesidir.
BAŞET PETROGLİFİ:
3720 metre yükseklikteki Başet Dağı’nda bulunmuştur. İÖ. 4 000’lere tarihlenmektedir. Bu petroglifle, damgaların, satır, dizi halinde sıralandığı, düşüncenin düzen kavramına vardığı seçici olduğu bir döneme girilmiştir.
Kâzım Mirşan, petroglifin içeriğini şöyle açıklamaktadır : ( Kutsal majestelerinin günahsız ruhlarının toplandığı yere uçuşu)
Burada, ruhların toplandığı yer, ileriki yıllarda, cennet kavramına dönüşmüştür.
CUNNİ MAĞARASI YAZITLARI:Erzurum -Karayazı İlçesi Salyamaç Köyü yakınlarındadır.
Mağara duvarlarına işlenmiş olan yazılar, Ön- Türkler’in Doğu Anadolu yaylasından Anadolu içlerine doğru ilerlemiş olduklarını göstermektedir. Bu mağara yazıtlarını Prof. Dr. Hâmit Zübeyir Koşay bulmuş, yazıtların tamamını Kâzım Mirşan okumuştur.
Mirşan’a göre, İÖ. 3 000’lere tarihlenen Cunni Mağarası, bir ATEŞ EVİ’dir.
Yazıtlardan Cunni Mağarası’nda Kral ISUB-ÖG’ün gömülü olduğu anlaşılmaktadır. Tabii, gömülü olan kralın külleridir.
Yine Mirşan’a göre, buradaki bazı yazıtlar, hiyerogliften önce hiç sözü edilmeyen Mısır yazısına aittir. Ve bu yazı, Orta Asya’dan Mısır’a gitmiş olan Ön- Türkler’e ait damgalardan oluşmaktadır.
TRABZON YAZITLARI:
Kâzım Mirşan, Trabzon’daki bir mağarada bulduğu Ön- Türkler’e ait bir yazıdan, kentin eski adının OY-ONUL olduğunu, bu ismin (Başarı inancı) anlamına geldiğini ileri sürmektedir.
Mirşan, aynı yerde bulunan ikinci bir yazıyı da UW-ON ONULUS UQUS olarak okumuştur. Ona göre bu yazının anlamı da, ( Tanrıyla özdeşleşme) demektir.
TAŞLARDAKİ TARİH Türk tarihi ile ilgili ulusal basında çıkan üç haber...
Esasen konu bilinmeyen bir şey değil ama, yine de (Kâzım Mirşan’ın söylediklerini hatırlayarak) okumakta yarar var.
19 Haziran 2001, Milliyet :
“ Malazgirt Efsanesi Yıkılıyor
Tarih kitapları, Türkler’in Anadolu’ya 1071’de Malazgirt savaşıyla girdiğini yazar. Yeni kurulan Meclis Ahlat Komisyonu Başkanı’na göre ise Türkler, İÖ. 650’lede Ahlat’ta dünyanın en büyük kentlerinden birini kurmuş.
Komisyon başkanı MHP Bitlis Milletvekili İbrahim Halil Oral’ın, “ Ahlat da nereden çıktı?” sorusuna yanıtı ise Türkler’in Anadolu’ya giriş efsanesini yıkacak cinsten...
“ Ahlat’ın geçmişi İÖ. 650 yıllarına kadar dayanıyor. Türkler’in Anadolu’ya girişini Malazgirt olarak biliyoruz. Ama bundan yüzyıllar önce Anadolu’ya ilk gelen Türkler, Ahlat’a yerleşmiş ve dünyanın ilk büyük kentlerinden birini kurmuş.
30 000 metrekare alanda, 5 metre yüksekliğindeki mezar taşlarında, Kayı dahil Türk boylarına ait tarihi kayıtlar var.”
7 Eylül 2002, Akşam :
“ Ana Vatanımız Anadolu Çıktı
Hakkari’de bulunan 3200 yıllık mezar taşları ana vatanımızın Anadolu olduğunu gösterdi.
Hakkari’de yapılan bir kazıda bulunan mezar taşları, Türkler’in ana vatanının “ Orta Asya değil, Anadolu olduğunu” ortaya çıkardı.
Prof. Dr. Veli Sevin önderliğinde yapılan kazıda, İÖ. 1200 yıllarına ait BALBAL adı verilen Türkler’in kullandığı mezar taşları bulundu.
Böylece, Türkler’in Orta Asya’dan dünyaya yayılışı inancı da büyük darbe yedi. Tarih kitaplarında Türkler’in Anadolu’ya geliş tarihi olarak 1071 yılında yapılan Malazgirt Savaşı gösteriliyordu.
Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Türkler’in İÖ. 1200’lü yıllarda bu bölgede yaşadıklarını kanıtlayan mezar taşlarını Prof. Dr. Veli Sevin’in önderliğindeki kazıda bulunduğu bilgisini verdi.
Prof. Dr. Halaçoğlu, şunları söyledi :
“...Balballar, üzerinde Türk motifleri bulunan , Orta Asya Türk dünyasında sıkça rastlanan Göktürk öncesine ait mezar taşlarıdır.
Anadolu’da ilk defa bu tür bir figüre rastlandı.
Arkadaşlarımız Orta Asya’ya giderek Hakkari’de çıkan balbalların oradakilerle karşılaştırmasını yaptılar. Bunlar tamamen Türk figürlü mezar taşları...
Buluntular, Türkler’in İÖ. 1200’lerde Hakkari’de yaşadıklarını kanıtlıyor, bunun ikinci bir izah yolu yoktur. “
10 Ekim 2002, Hürriyet :
“ Arkeolojik Kazılar
18 Mart Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin araştırması çok önemli bir gerçeği ortaya çıkardı.; Türkler, Anadolu’ya İÖ. 2 000 yılında geldiler.
Hakkari’de yapılan arkeolojik kazılarda bu konu ispatlandı. Bulunan 13 kabartma ve aile mezarı, yirmi milyon satışlı National Geographic dergisinin Ekim sayısına da konu oldu.
Başta Ermeniler olmak üzere bazı etnik kimliklerin tekelinde olduğu iddia edilen Güneydoğu’nun öz Türk anayurtlarından biri olduğu böylece ispatlandı.
Türkler’in Anadolu’ya 1071’de değil de, 3200 yıl önce geldiğinin belgelenmesi, dünya gündemine de oturdu.”
Sultan Alparslandan bir kaç asır önce geldi denilen Türklerin, Anadoluya çok uzun yıllar önce geldiği ortaya çıktı..
Türklerin Anadolu’daki 3 bin 200 yıl önceki izleri bulundu
Kuzey Doğu Anadolu’da insan at ve köpeğin yanyana gömüldüğü binlerce yıllık bir mezarın ortaya çıkarılması Orta Asya ile Anadolu’nun bağlarının bilinenden de daha eski geçmişe dayandığını gösterdi. Doç. Alpaslan Ceylan, bulunan mezarın Anadolu tarihi açısından çok önemli olduğunu söyledi.
3200 yıllık bağ!..Kuzey Doğu Anadolu’da insan at ve köpeğin yanyana gömüldüğü 3200 yıllık bir mezarın bulunması Orta Asya ile Anadolu bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığını gösterdi
Anadolu’da ilk kez, insan, at ve köpeğin yan yana gömüldüğü bir mezar ortaya çıkarıldı. Kuzey Doğu Anadolu’da bulunan mezarın Anadolu ile Orta Asya’nın bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığının en önemli bulgularından biri olduğuna dikkat çekildi. Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Alpaslan Ceylan, “Türk Dünyası Yüzey Araştırmaları Projesi” kapsamında sürdürülen çalışmalar kapsamında Kuzey Doğu Anadolu’da ortaya çıkarılan insan, at ve köpeğin yer aldığı mezarın ilk belirlemelere göre MÖ 2-1 binli yıllara ait olduğunu anlattı. Mezarın kesin tarihini belirlemek için çalışmaların sürdüğünü kaydeden Doç. Dr. Ceylan, proje ekibinde yer alan antropologların da konuyla ilgili çalışmalarını sürdürdüklerini belirterek, “Bu mezar Anadolu tarihi açısından çok önemli” diye konuştu.Kurgan geleneğiİnsan, at ve köpeğin aynı mezarda yer almasının Orta Asya geleneği olduğunu kaydeden Ceylan, bu tür mezarların Orta Asya ve Kırım bölgesinde çok sayıda bulunduğunu ifade etti.
Ceylan, “Anadolu’da bu tip bir mezar ilk defa ortaya çıkarıldı. Kaçak kazı yapanlar tarafından talan edilmeye çalışılan tarihi mezarlıklar arasında tespit ettiğimiz mezar, Orta Asya ile Anadolu’nun bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığını gösteriyor. Bu mezar Türk kurgan geleneğini ile örtüşmekte” dedi.
Araştırmacı yazar Tarcan, Türklerin Anadolu’daki varlığının aslında 15 bin yıla dayandığını ve Türklerin Anadolu’ya giriş tarihi olarak bilinen “1071” yılının Avrupalıların dayatması olduğunu söyledi. Programda İzmir Barosu Başkanı Avukat Nevzat Erdemir de önemli açıklamalar yaptı. Haluk Tarcan’ın yaptığı açıklamalar ve gösterdiği belgelere göre Dünya tarihi Türklerle başlıyor ve Türk kültürü tüm dünya kültürlerinin temelini oluşturuyor. Buna göre; yazıyı Sümerlerden, hukuku Romalılardan binlerce yıl önce kullanıyorduk.
‘Kürt’ Öztürkçedir
Haluk Tarcan Amerikalıların Van’ın Muratlı Kasabası’nda yaptıkları gen araştırmasını gündeme getirdi. “Amerikalılar Van’da insanlardan DNA örneği alıp bir araştırma yaptı. Amaçları Etrüsklerin Türk olmadığını dolayısıyla da Kürtlerin de Türk olmadığını ispatlamaktı. Sonuçta yüzde 97 uyum bulundu ve bu şekilde Kürtlerin de Türk kökeninden geldiği ortaya çıktı. Ayrıca, Kürt ’yönetim müsaadesi’ anlamına gelen Öztürkçe bir sözcüktür” dedi. “Batı bile Türklerin büyük bir tarihi geçmişe sahip olduğunu biliyor” diye konuşan Tarcan, Orta Asya insanı M.Ö. 80 binlerde insanüstü bir varlığın olduğunu kabul etmiştir. Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Varlık yokluk meseleleri üzerine düşünmeye başlamışlar. Bu şekilde felsefenin temellerini atmışlardır. Bizim süper entelektüellerimiz buna nasıl karşı çıkacak? diye sordu.
İlk tarihçi Bilge Atung
Tarcan’ın açıklamalarına göre, dünyanın ilk tarihçisi Bilge Atung Ukuk adlı bir Öntürk kumandanıdır. Tarcan, “Heredot’tan 87 yıl önceki M.Ö. 572-535 yılları arasında yaşamış olan ordu kumandanı ilk tarihçidir. Bizim ön atamızdır” dedi. Programda Alevilerin Öntürk kültürünü günümüze taşıyıp taşımadığı sorusu da soruldu. Tarcan, Alevi mezarlarında bulunan Öntürkçe damgaların bu tezi güçlendirdiğini ifade etti. Mısır hiyerogliflerinin doğru okunduğunu düşünmüyorum diyen Tarcan hiyerogliflerin okunan kısmında Öntürklerin varlığının görüldüğünü belirtti. Tarcan, arkeolojik eserlerin değerlendirilmesinde gördüğü yanlış uygulamayı da örnekleriyle anlattı.
1071 tarihi Batı’nın icadı
Haluk Tarcan, Anadolu’ya M.Ö. 13 bin yılında geldiğimizin bölgede bulunan mağara yazılarıyla ortaya çıktığını söyledi. Tarcan “atalarımız 13 bin yılında geldiğine göre demek ki buzullar nedeniyle göç ettiler. 1071 tarihi Batı tarafından Anadolu’daki Türk varlığını yok etmek için icat edilmiştir. En son geliş tarihimizi ilk geliş gibi göstermişlerdir” dedi. “Anadolu’ya göçebe değil göçmen olarak geldik. Geldiğimizde yazıya ve bir kültüre zaten sahiptik” diyen Araştırmacı-Yazar Tarcan, Türklerin Anadolu’ya ve oradan da Avrupa’ya yaydığı kültürünü şu şekilde anlattı: “Sümerler yazıyı 5 bin yılında buldu biz 12 binlerde yazı elemanı içeren figürlere sahiptik. İlk okul ve üniversite bu nedenle Öntürklerde görüldü. Anadolu’ya ışık getirdik. Türkler, Batıya demokrasiyi, seçimi götürdüler.
Pontus çarpıtması
Tarcan, Pontus Rumlarının Trabzon’a M.Ö 700-800 yıllarında yerleştiğini ancak Türklerin M.Ö. 2000 de orada olduğunu söyledi. Araştırmacı Tarcan, bu bölgede yapılan araştırmalarda bu gerçek bilinmeden değerlendirme yapıldığı için bulunan eserlerin Türk kültürüne göre değil Hıristiyan kültürüne göre yorumlandığını ifade etti. Haluk Tarcan, “İstanbul, Konstantin’in değil Türklerin şehridir; Pekin ve Moskova’yı da Türkler kurdu” dedi.
Anadolu, jeopolitik konumu yönünden , tarihin her safhasında çok güçlü medeniyetlere sahip olmuş ve kültür varlığını her zaman hissettirmiş, dünya tarihinin anahtar bölgesidir.
Bugün, Anadolu’nun sırlarla örtülü kültür mirası, hayret edilecek bir zenginlikte ve el değmemişliktedir.
Birbirinden zengin uygarlık izlerinin bulunduğu Anadolu’nun her köşesi, gizlerle doludur.
Doğu Anadolu’nun da, Anadolu tarihinde önemli bir yeri vardır. Hemen hemen 20 nci yüzyılın ortalarına kadar Doğu Anadolu’daki tarih öncesi yerleşim bölgeleri hakkında hiçbir bilgiye sahip değildik.
Geçtiğimiz yıllarda Doğu Anadolu’da keşfedilen sayısız kaya kabartmaları büyük heyecan yarattı. Bunlar, bu bölgenin tarih öncesi gelişimini birden bambaşka bir bakış açısıyla görmemizi sağladı.
Doğu Anadolu’da kaya kabartmaları esas olarak dört bölgede rastlanmıştır : Malatya- Adıyaman çevresi, Kars, Van ve yöresi, Hakkari Dağları...
Türk Tarih Kurumu üyesi Dr. Oktay Belli, İÖ. 15 000 – 7 000 arasına ait Van yöresi kaya kabartmalarını gün ışığına çıkartmıştır. Hakkâri dağlarındaki Yedisalkım yöresinde, nehir yataklarının üstünde rastlanan mağaralarda tarih öncesine ait tanrı resimleri bulunmuştur.
Bu sanat eserlerini yaratan insanlar hakkında bugün kesin bilgilere sahibiz. Çünkü benzer kabartmalara Doğu Azerbaycan’da, Kohistan’da, Altay bölgesinde ve Sibirya’da rastlanmıştır. Bu kabartmaların ortaya çıkış sıklığı, bunların kesinlikle ilk Türkler dönemine ait olduğunu kanıtlamaktadır. Bu resimleri yapan insanlar, en eski Türk göçebe ya da yarı göçebe aşiret topluluklarına bağlıydılar.
Gevaruk Ovası’nda(Hakkâri) ve Tirşin Yaylası’nda bulunan stilize kabartmalar için de aynı şey söylenebilir.
Gevaruh ve Tir-i-şin kabartmaları, Erzurum’daki Cunni Mağarası ve Ayzani’de ( Çavdarhisar – Kütahya ) bulunan Zeus Tapınağı’nın taşlarıyla büyük benzerlikler göstermesi açısından son derece önemlidir ; o yörenin eski Türk aşiretlerine ait olduğu anlaşılmaktadır.
Bütün bu buluntular, tarih öncesi dönemde Doğu Anadolu ile Azerbaycan ve Sibirya bozkırlarının, ayrıca Türk boylarının anayurdu Altay yöresinin sanatsal ve kültürel merkezleri arasında yakın bir ilişkinin varolduğunu göstermektedir. Tarih öncesi dönemden günümüze, Orta Asya’dan Anadolu’ya bütün gezginci, yarı göçebe ilk Türk ve Türk boyları arasında canlı bir ilişki süregelmiştir.
Buluntular, genel anlamda: kaya üstü ve mağara resimleri,yazı elemanlarını içeren kaya resimleri ( petroglifler), yazıya geçişi gösteren kaya resimleri ve nihayet yazıtlar şeklindedir.
Bunlardan :
Van- Hakkari, Tir-i-şin Yaylası’ndaki buluntular İÖ. 15 000,
Gevaruh Vadisi’ndeki buluntular İÖ. 10- 8 000,
Hırkanis Suyu, Mazur Vadisi buluntuları İÖ. 8 000’e tarihlenmektedir.
Ünlü tarihçi Kâzım Mirşan, Anadolu’nun tamamındaki bilinen buluntuların hemen hemen tamamını okumuş ve kayda almıştır.
ANADOLU KAYA RESİMLERİ VE YAZITLARI
Bazı batılı ülkeler, Türkler’i Anadolu’dan kovmak, ya da en aşağı Anadolu’da Türkler’i etkisiz hale getirmek ve her şeyin üstünde Doğu Anadolu’da çıkarlarına en uygun yapay devletler oluşturmak için büyük çaba içindedir.
Oysa, aksi tüm iddialara rağmen Anadolu, tarih boyunca bir Türk vatanıydı.
Anadolu’nun her yerinde, özellikle Doğu Anadolu’da bulunan kaya üstü ve mağara resimleri, yazı elemanlarını içeren kaya resimleri ( petroglifler), yazıya geçişi gösteren kaya resimleri ve nihayet yazıtlar bu fikri doğrulamaktadır.
Araştırmacı- Tarihçi Kâzım Mirşan’ın, okuyup kayda aldığı bazı buluntular şunlardır:
ÇİLGİRİ YAZITI:
Doğu Anadolu’da, Ön- Türk dil ve düşüncesi hakkında geniş bilgi veren, ilk Ön- Türk yazıtıdır. İlk ve en eski olması nedeniyle bütün Anadolu uygarlık tarihinin en eski yazıtı dememiz mümkündür.
45 santimetre çapında, mermer bir silindirdir. Ortasındaki haç ve kenarındaki çok sonraları kazınmış olan Ermenice yazı nedeniyle Ermeni Mezar Taşı sanılmıştır. Kâzım Mirşan, Ermenice yazıların sonradan kazınmış olduğunu belirlemiş, Ön- Türkler’e ait damga ve yazıları çözmüştür.
İçeriği tam olarak anlaşılamadan, sadece üzerindeki yazılar sebebiyle Van Müzesi’nin bahçesinde açık havada tutulurken, önemi kavrandıktan sonra, kapalı alana alınmıştır.
TİR-İ-ŞİN YAZITI:Tir-i-şin Yaylası’nın 8 km. kuzey doğusundaki Tahtı Melik Zirvesi’nde ele geçen petroglif (yazı elemanı içeren kaya resmi) , İÖ. 6 000’lere tarihlenmektedir.
Mirşan’ın açıklamasına göre, petroglifin içeriği, (Mukaddesata erişen, ölen kişinin GÖKTE ASILI KALMASI...), yani tekrar doğmak üzere cennette yer alması, demektir. Bu da, İÖ. 6 000’lerde, Ön- Türkler’in tek tanrı inancına sahip olduklarının ifadesidir.
BAŞET PETROGLİFİ:
3720 metre yükseklikteki Başet Dağı’nda bulunmuştur. İÖ. 4 000’lere tarihlenmektedir. Bu petroglifle, damgaların, satır, dizi halinde sıralandığı, düşüncenin düzen kavramına vardığı seçici olduğu bir döneme girilmiştir.
Kâzım Mirşan, petroglifin içeriğini şöyle açıklamaktadır : ( Kutsal majestelerinin günahsız ruhlarının toplandığı yere uçuşu)
Burada, ruhların toplandığı yer, ileriki yıllarda, cennet kavramına dönüşmüştür.
CUNNİ MAĞARASI YAZITLARI:Erzurum -Karayazı İlçesi Salyamaç Köyü yakınlarındadır.
Mağara duvarlarına işlenmiş olan yazılar, Ön- Türkler’in Doğu Anadolu yaylasından Anadolu içlerine doğru ilerlemiş olduklarını göstermektedir. Bu mağara yazıtlarını Prof. Dr. Hâmit Zübeyir Koşay bulmuş, yazıtların tamamını Kâzım Mirşan okumuştur.
Mirşan’a göre, İÖ. 3 000’lere tarihlenen Cunni Mağarası, bir ATEŞ EVİ’dir.
Yazıtlardan Cunni Mağarası’nda Kral ISUB-ÖG’ün gömülü olduğu anlaşılmaktadır. Tabii, gömülü olan kralın külleridir.
Yine Mirşan’a göre, buradaki bazı yazıtlar, hiyerogliften önce hiç sözü edilmeyen Mısır yazısına aittir. Ve bu yazı, Orta Asya’dan Mısır’a gitmiş olan Ön- Türkler’e ait damgalardan oluşmaktadır.
TRABZON YAZITLARI:
Kâzım Mirşan, Trabzon’daki bir mağarada bulduğu Ön- Türkler’e ait bir yazıdan, kentin eski adının OY-ONUL olduğunu, bu ismin (Başarı inancı) anlamına geldiğini ileri sürmektedir.
Mirşan, aynı yerde bulunan ikinci bir yazıyı da UW-ON ONULUS UQUS olarak okumuştur. Ona göre bu yazının anlamı da, ( Tanrıyla özdeşleşme) demektir.
TAŞLARDAKİ TARİH Türk tarihi ile ilgili ulusal basında çıkan üç haber...
Esasen konu bilinmeyen bir şey değil ama, yine de (Kâzım Mirşan’ın söylediklerini hatırlayarak) okumakta yarar var.
19 Haziran 2001, Milliyet :
“ Malazgirt Efsanesi Yıkılıyor
Tarih kitapları, Türkler’in Anadolu’ya 1071’de Malazgirt savaşıyla girdiğini yazar. Yeni kurulan Meclis Ahlat Komisyonu Başkanı’na göre ise Türkler, İÖ. 650’lede Ahlat’ta dünyanın en büyük kentlerinden birini kurmuş.
Komisyon başkanı MHP Bitlis Milletvekili İbrahim Halil Oral’ın, “ Ahlat da nereden çıktı?” sorusuna yanıtı ise Türkler’in Anadolu’ya giriş efsanesini yıkacak cinsten...
“ Ahlat’ın geçmişi İÖ. 650 yıllarına kadar dayanıyor. Türkler’in Anadolu’ya girişini Malazgirt olarak biliyoruz. Ama bundan yüzyıllar önce Anadolu’ya ilk gelen Türkler, Ahlat’a yerleşmiş ve dünyanın ilk büyük kentlerinden birini kurmuş.
30 000 metrekare alanda, 5 metre yüksekliğindeki mezar taşlarında, Kayı dahil Türk boylarına ait tarihi kayıtlar var.”
7 Eylül 2002, Akşam :
“ Ana Vatanımız Anadolu Çıktı
Hakkari’de bulunan 3200 yıllık mezar taşları ana vatanımızın Anadolu olduğunu gösterdi.
Hakkari’de yapılan bir kazıda bulunan mezar taşları, Türkler’in ana vatanının “ Orta Asya değil, Anadolu olduğunu” ortaya çıkardı.
Prof. Dr. Veli Sevin önderliğinde yapılan kazıda, İÖ. 1200 yıllarına ait BALBAL adı verilen Türkler’in kullandığı mezar taşları bulundu.
Böylece, Türkler’in Orta Asya’dan dünyaya yayılışı inancı da büyük darbe yedi. Tarih kitaplarında Türkler’in Anadolu’ya geliş tarihi olarak 1071 yılında yapılan Malazgirt Savaşı gösteriliyordu.
Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Türkler’in İÖ. 1200’lü yıllarda bu bölgede yaşadıklarını kanıtlayan mezar taşlarını Prof. Dr. Veli Sevin’in önderliğindeki kazıda bulunduğu bilgisini verdi.
Prof. Dr. Halaçoğlu, şunları söyledi :
“...Balballar, üzerinde Türk motifleri bulunan , Orta Asya Türk dünyasında sıkça rastlanan Göktürk öncesine ait mezar taşlarıdır.
Anadolu’da ilk defa bu tür bir figüre rastlandı.
Arkadaşlarımız Orta Asya’ya giderek Hakkari’de çıkan balbalların oradakilerle karşılaştırmasını yaptılar. Bunlar tamamen Türk figürlü mezar taşları...
Buluntular, Türkler’in İÖ. 1200’lerde Hakkari’de yaşadıklarını kanıtlıyor, bunun ikinci bir izah yolu yoktur. “
10 Ekim 2002, Hürriyet :
“ Arkeolojik Kazılar
18 Mart Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin araştırması çok önemli bir gerçeği ortaya çıkardı.; Türkler, Anadolu’ya İÖ. 2 000 yılında geldiler.
Hakkari’de yapılan arkeolojik kazılarda bu konu ispatlandı. Bulunan 13 kabartma ve aile mezarı, yirmi milyon satışlı National Geographic dergisinin Ekim sayısına da konu oldu.
Başta Ermeniler olmak üzere bazı etnik kimliklerin tekelinde olduğu iddia edilen Güneydoğu’nun öz Türk anayurtlarından biri olduğu böylece ispatlandı.
Türkler’in Anadolu’ya 1071’de değil de, 3200 yıl önce geldiğinin belgelenmesi, dünya gündemine de oturdu.”
Sultan Alparslandan bir kaç asır önce geldi denilen Türklerin, Anadoluya çok uzun yıllar önce geldiği ortaya çıktı..
Türklerin Anadolu’daki 3 bin 200 yıl önceki izleri bulundu
Kuzey Doğu Anadolu’da insan at ve köpeğin yanyana gömüldüğü binlerce yıllık bir mezarın ortaya çıkarılması Orta Asya ile Anadolu’nun bağlarının bilinenden de daha eski geçmişe dayandığını gösterdi. Doç. Alpaslan Ceylan, bulunan mezarın Anadolu tarihi açısından çok önemli olduğunu söyledi.
3200 yıllık bağ!..Kuzey Doğu Anadolu’da insan at ve köpeğin yanyana gömüldüğü 3200 yıllık bir mezarın bulunması Orta Asya ile Anadolu bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığını gösterdi
Anadolu’da ilk kez, insan, at ve köpeğin yan yana gömüldüğü bir mezar ortaya çıkarıldı. Kuzey Doğu Anadolu’da bulunan mezarın Anadolu ile Orta Asya’nın bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığının en önemli bulgularından biri olduğuna dikkat çekildi. Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Alpaslan Ceylan, “Türk Dünyası Yüzey Araştırmaları Projesi” kapsamında sürdürülen çalışmalar kapsamında Kuzey Doğu Anadolu’da ortaya çıkarılan insan, at ve köpeğin yer aldığı mezarın ilk belirlemelere göre MÖ 2-1 binli yıllara ait olduğunu anlattı. Mezarın kesin tarihini belirlemek için çalışmaların sürdüğünü kaydeden Doç. Dr. Ceylan, proje ekibinde yer alan antropologların da konuyla ilgili çalışmalarını sürdürdüklerini belirterek, “Bu mezar Anadolu tarihi açısından çok önemli” diye konuştu.Kurgan geleneğiİnsan, at ve köpeğin aynı mezarda yer almasının Orta Asya geleneği olduğunu kaydeden Ceylan, bu tür mezarların Orta Asya ve Kırım bölgesinde çok sayıda bulunduğunu ifade etti.
Ceylan, “Anadolu’da bu tip bir mezar ilk defa ortaya çıkarıldı. Kaçak kazı yapanlar tarafından talan edilmeye çalışılan tarihi mezarlıklar arasında tespit ettiğimiz mezar, Orta Asya ile Anadolu’nun bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığını gösteriyor. Bu mezar Türk kurgan geleneğini ile örtüşmekte” dedi.
Araştırmacı yazar Tarcan, Türklerin Anadolu’daki varlığının aslında 15 bin yıla dayandığını ve Türklerin Anadolu’ya giriş tarihi olarak bilinen “1071” yılının Avrupalıların dayatması olduğunu söyledi. Programda İzmir Barosu Başkanı Avukat Nevzat Erdemir de önemli açıklamalar yaptı. Haluk Tarcan’ın yaptığı açıklamalar ve gösterdiği belgelere göre Dünya tarihi Türklerle başlıyor ve Türk kültürü tüm dünya kültürlerinin temelini oluşturuyor. Buna göre; yazıyı Sümerlerden, hukuku Romalılardan binlerce yıl önce kullanıyorduk.
‘Kürt’ Öztürkçedir
Haluk Tarcan Amerikalıların Van’ın Muratlı Kasabası’nda yaptıkları gen araştırmasını gündeme getirdi. “Amerikalılar Van’da insanlardan DNA örneği alıp bir araştırma yaptı. Amaçları Etrüsklerin Türk olmadığını dolayısıyla da Kürtlerin de Türk olmadığını ispatlamaktı. Sonuçta yüzde 97 uyum bulundu ve bu şekilde Kürtlerin de Türk kökeninden geldiği ortaya çıktı. Ayrıca, Kürt ’yönetim müsaadesi’ anlamına gelen Öztürkçe bir sözcüktür” dedi. “Batı bile Türklerin büyük bir tarihi geçmişe sahip olduğunu biliyor” diye konuşan Tarcan, Orta Asya insanı M.Ö. 80 binlerde insanüstü bir varlığın olduğunu kabul etmiştir. Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Varlık yokluk meseleleri üzerine düşünmeye başlamışlar. Bu şekilde felsefenin temellerini atmışlardır. Bizim süper entelektüellerimiz buna nasıl karşı çıkacak? diye sordu.
İlk tarihçi Bilge Atung
Tarcan’ın açıklamalarına göre, dünyanın ilk tarihçisi Bilge Atung Ukuk adlı bir Öntürk kumandanıdır. Tarcan, “Heredot’tan 87 yıl önceki M.Ö. 572-535 yılları arasında yaşamış olan ordu kumandanı ilk tarihçidir. Bizim ön atamızdır” dedi. Programda Alevilerin Öntürk kültürünü günümüze taşıyıp taşımadığı sorusu da soruldu. Tarcan, Alevi mezarlarında bulunan Öntürkçe damgaların bu tezi güçlendirdiğini ifade etti. Mısır hiyerogliflerinin doğru okunduğunu düşünmüyorum diyen Tarcan hiyerogliflerin okunan kısmında Öntürklerin varlığının görüldüğünü belirtti. Tarcan, arkeolojik eserlerin değerlendirilmesinde gördüğü yanlış uygulamayı da örnekleriyle anlattı.
1071 tarihi Batı’nın icadı
Haluk Tarcan, Anadolu’ya M.Ö. 13 bin yılında geldiğimizin bölgede bulunan mağara yazılarıyla ortaya çıktığını söyledi. Tarcan “atalarımız 13 bin yılında geldiğine göre demek ki buzullar nedeniyle göç ettiler. 1071 tarihi Batı tarafından Anadolu’daki Türk varlığını yok etmek için icat edilmiştir. En son geliş tarihimizi ilk geliş gibi göstermişlerdir” dedi. “Anadolu’ya göçebe değil göçmen olarak geldik. Geldiğimizde yazıya ve bir kültüre zaten sahiptik” diyen Araştırmacı-Yazar Tarcan, Türklerin Anadolu’ya ve oradan da Avrupa’ya yaydığı kültürünü şu şekilde anlattı: “Sümerler yazıyı 5 bin yılında buldu biz 12 binlerde yazı elemanı içeren figürlere sahiptik. İlk okul ve üniversite bu nedenle Öntürklerde görüldü. Anadolu’ya ışık getirdik. Türkler, Batıya demokrasiyi, seçimi götürdüler.
Pontus çarpıtması
Tarcan, Pontus Rumlarının Trabzon’a M.Ö 700-800 yıllarında yerleştiğini ancak Türklerin M.Ö. 2000 de orada olduğunu söyledi. Araştırmacı Tarcan, bu bölgede yapılan araştırmalarda bu gerçek bilinmeden değerlendirme yapıldığı için bulunan eserlerin Türk kültürüne göre değil Hıristiyan kültürüne göre yorumlandığını ifade etti. Haluk Tarcan, “İstanbul, Konstantin’in değil Türklerin şehridir; Pekin ve Moskova’yı da Türkler kurdu” dedi.
4 Ağustos 2013 Pazar
Balkanlarda Türklerin ilk göçleri ve gelişimi
Balkanlarda Türkler ve kronolojisi
Balkanlarda Osmanlı mirasını aramak anlamsız bir şeydir. Çünkü bizzat Balkanlar Osmanlı mirasıdır. “Bu bölgeye bu ismi veren Türkler değil, Avrupalı coğrafyacılardır. Osmanlıya göre bu bölgenin umumi ismi Rumeli’dir. Balkan bölgesi, etnik linguistik bakımından dünyanın en karmaşık bölgelerinin başında gelmektedir. Tarihin hemen her döneminde yoğun çatışmalara neden olmuş bu bölge, bugün de yaşanmış, yaşanmakta olan ve gelecekte yaşanacak çatışmalarla, dünya kamuoyunun tüm dikkatlerini üzerine toplamıştır. “Başka bir anlatımla, tarihi ve edebi imgelerde Balkanlar ürkütücü, ama pek tanımlanmamış bir bölge gibi gözüküyor. Balkanlar dünyanın dört büyük medeniyetinin örtüştüğü, dinamik, bazen patlayıcı, çok katmanlı yerel bir uygarlık yarattığı bir sınır bölgesidir. Eski Yunan ve Roma, Bizans, Osmanlı Türkiye’si ve Katolik Avrupa kültürleri burada buluştu, çatıştı, bazen kaynaştı; burası hiçbir kültürün tek başına egemen olamadığı bir topraktır.” “Balkanlar ve Türklük” birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Çünkü Balkan coğrafyasına ilk yerleşenler, Türklerdir. Diğer bir anlatımla, Avrupa’ya ve Balkanlara gelen ilk Türkler, Hunlardır. “Hunlar” V. asrın ilk yılarından itibaren Balkanlara girdiler. Hun Hakanı, Atilla, Balkanların büyük kısmını ele geçirdi ve taht şehri, bugünkü Macaristan’da idi. VI. asırda Avar Türkleri de Balkanların kuzeyini hâkimiyetlerine aldılar. Atilla’nın bir suikast neticesinde ölmesi ve oğullarının başarısız olması neticesinde imparatorluk yıkıldı. Hunlar, 1000 yıllık “Gök Tanrı” dinini bırakarak “Katolik” oldular. Yavaş yavaş Türkçeyi unutarak bir Fin dili olan Macarcayı konuşmaya başladılar.
Balkanlarda Osmanlı mirasını aramak anlamsız bir şeydir. Çünkü bizzat Balkanlar Osmanlı mirasıdır. “Bu bölgeye bu ismi veren Türkler değil, Avrupalı coğrafyacılardır. Osmanlıya göre bu bölgenin umumi ismi Rumeli’dir. Balkan bölgesi, etnik linguistik bakımından dünyanın en karmaşık bölgelerinin başında gelmektedir. Tarihin hemen her döneminde yoğun çatışmalara neden olmuş bu bölge, bugün de yaşanmış, yaşanmakta olan ve gelecekte yaşanacak çatışmalarla, dünya kamuoyunun tüm dikkatlerini üzerine toplamıştır. “Başka bir anlatımla, tarihi ve edebi imgelerde Balkanlar ürkütücü, ama pek tanımlanmamış bir bölge gibi gözüküyor. Balkanlar dünyanın dört büyük medeniyetinin örtüştüğü, dinamik, bazen patlayıcı, çok katmanlı yerel bir uygarlık yarattığı bir sınır bölgesidir. Eski Yunan ve Roma, Bizans, Osmanlı Türkiye’si ve Katolik Avrupa kültürleri burada buluştu, çatıştı, bazen kaynaştı; burası hiçbir kültürün tek başına egemen olamadığı bir topraktır.” “Balkanlar ve Türklük” birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Çünkü Balkan coğrafyasına ilk yerleşenler, Türklerdir. Diğer bir anlatımla, Avrupa’ya ve Balkanlara gelen ilk Türkler, Hunlardır. “Hunlar” V. asrın ilk yılarından itibaren Balkanlara girdiler. Hun Hakanı, Atilla, Balkanların büyük kısmını ele geçirdi ve taht şehri, bugünkü Macaristan’da idi. VI. asırda Avar Türkleri de Balkanların kuzeyini hâkimiyetlerine aldılar. Atilla’nın bir suikast neticesinde ölmesi ve oğullarının başarısız olması neticesinde imparatorluk yıkıldı. Hunlar, 1000 yıllık “Gök Tanrı” dinini bırakarak “Katolik” oldular. Yavaş yavaş Türkçeyi unutarak bir Fin dili olan Macarcayı konuşmaya başladılar.
Hun Türklerinden sonra, Avrupa’ya gelen ikinci Türk kavmi “Avarlar” olmuştur. Avarlar, Balkanlarda M.S. 558–835 yılları arasında devlet hayatı sürdüler. Hatta 626 yılında Bizans’ı muhasara ettiler alamadılar, bu tarihten ancak 837 yıl sonra Fatih Sultan Mehmet (1453) fethedecektir. 796 yılından itibaren Hıristiyanlığı kabul eden Avarlar, bilahare Avrupa ve Bizans’ında etkisi ile Slavlaşarak tarih sahnesinden çekildiler.
VII. asırda başka bir Türk kavmi, “Bulgarlar”, Tuna güneyine inerek yurt tuttular. Balkanlardaki Bizans hâkimiyetini geniş ölçüde hırpaladılar. Sonunda Slavlaştılar… Sonra, Balkanlara, Karadeniz’in Kuzeyinden, “Peçenekler, Oğuzlar, Kumanlar, Kıpçaklar” geldi… Bu Türk kavimleri, yarımadayı yıldırım gibi istila ettiler. Pek çok kültür unsuru bırakarak eriyip gittiler. Balkanlardaki sayısız ailenin Türk asıllı olduğu, soyadlarından bugün de anlaşılır… Türkçe binlerce coğrafya ismi, bugünde de Balkanlar’a hâkimdir… Balkan milletleri musikilerini, Türk musikisinden almışlardır… Balkan dilleri, Türkçe kelimelerle doludur. Balkan kavimlerinin kıllık kıyafetinde, yiyip içmelerinde, zevk ve adetlerinde Türk tesirleri hala silinememiştir. Daha geniş bir anlatımla, Rumeliler, çeşitli Türk kavimleri Kuzey Karadeniz steplerinden gelip daha VI. yüzyıl’dan başlayarak Balkan yarım adasına yerleşmişlerdir. Fakat Bizans’ın dini baskısı ve daha önce yerleşik hayata geçmiş olan Slavlarla karışmaları sonucu ortadan kaybolmuşlardır. VII. y.y.’da gelenler askeri egemen sınıf olarak Kuzey-Doğu Balkanlar da güçlü devletler kurmuşlardır. Bunların arasında Türk boyu olan Kutrigurların kurmuş olduğu Bulgar hanlığı önemlidir. Bulgar hanları, IX-XI. y.y.’da (1018’e kadar) Balkanlarda Bizans İmparatorluğunun yerini almışlardır.
Kaynaklar daha IX. yüzyıl sonlarında, Theophilactus zamanında 14 bin kişilik bir Türk topluluğunun “Vardar ve Struma” arasında yerleştirildiğini yazar. Eski “Hun-Bulgar” geleneğini devam ettiren ve çoğunlukta XI. yüzyılda toplanan kuzeyden gelen Türk akınları, Dobruca-Deliorman üzerinden nihayet en fazla Trakya’yı etkiliyordu; ama “Peçenek, Oğuz ve Kıpçak” birlikleri kimi zaman daha küçük ölçekte Makedonya’ya kadar da ulaşıyordu. Mesela, Oğuzlar, Kumanlardan kaçarak Balkanlara girdiklerinde yaptıkları saldırılardan Makedonya da nasibini almıştır. Benzer bir şekilde, güçlerinin büyük bir bölümü Kuman-Bizans ittifakı tarafından 1091 yılında yok edilen Peçenekler, son bir kez ayağa kalktıklarında Balkanlara ulaşabildikleri tüm Bizans arazisini yağmalamışlar, Trakya ve Makedonya’yı da çiğnemişlerdir. Ancak, Peçenekler 1122 yılında tattıkları acı yenilginin ardından artık Bizans için sorun olmaktan çıkmışlardır. Peçeneklere yenilip Bizans’a sığınan Oğuzların bir kısmının Yukarı Vardar vadisine yerleştirildiği biliniyor. Oğuzlardan kurulu 15 bin kişilik bir birlik, Bizans ordusu saflarından 1071’de Malazgirt’e gitmiş, aileleri Makedonya’da olduğu halde, buradaki büyük savaşta soydaşları olan Selçukluların tarafına geçmişlerdir. Bunlar daha önce Hıristiyanlığı kabul etmekle birlikte, bu kişilerin Osmanlı zamanında Müslüman oldukları anlaşılıyor; çünkü onların yerleştiği Vardar ovası, Balkanlarda Türklüğün en fazla tutunduğu yerlerden biridir. İyi bilenen bir diğer iskân ise, Moğollardan kaçan Kumanların bir kısmının Ioannes Vatatzas (1222–1254) zamanında Makedonya’nın kuzeyine yerleştirilmesidir. Üsküp’ün kuzeyinde bulunan Makedonya’nın en önemli kentlerinden Kumanovo’nun ismi bunlardan gelmektedir. Daha sonra Kuman Türkleri, 1389 I. Kosova Meydan Muharebesinde Osmanlı Türklerine her yönden öncülük, artçılık ve keşif kollarında en faal yardımcılık görevlerini seve seve ifa ettiklerinden dolayı yardımcı anlamına gelen poma/pomag “pomag” ve ya Pomak sıfatı verilmiştir. Rodop’lardaki bazı Kuman Türklerine Pomak (yardımcı), Pirin ve Vardar Makedonya’dakilere ise Torbeş ve Goran (Dağlı), Filibe, Stanimaka çevresindekilere de Şop (yardımcı) isimler verildi. Makedonya’ya kuzeyden gelen Türklerin yerleşimi daha sonra da sürmüş, daha I. Murad zamanından itibaren buraya Tatarlar gelip yerleşmişlerdir. Buradan iki sonuç çıkartmak mümkündür: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğundan önce Balkanlara gelen Türklerin, Hıristiyan olduktan sonra yerli halka karışıp ortadan kalktıkları hakkındaki yaygın ve basit savlar, sağlam temele oturmamaktadır. Bunlar büyük ölçüde varlıklarını korumuş, kısa bir süre sonra gelen Osmanlılar sayesinde de yeniden ve güçlü bir şekilde öz milli kimliklerine dönmüşlerdir.
Diğer sonuç ise, Balkanlardaki Türk varlığını sırf Anadolu’dan giden ”Yörük göçü” ile açıklamak mümkün değildir. Geçtiğimiz yüzyılda Bulgaristan ve Makedonya nüfusunun yarısına yakın Türk’tü. Anadolu’daki Türk oranı da çok farklı değildi. Balkanlar, ancak kuzeyden gelenler sayesinde Anadolu’ya yakın bir Türklük oranına kavuşmuşlardır.
İşte, Osmanlıların Rumeli dediği Balkanlar, uzun yıllar Müslüman Türklerin hâkimiyeti altında kalmıştır. Osmanlı Devleti, Rumeli’de ilk fütuhata başladığı andan itibaren ele geçirdiği şehir ve köylerde “sistemli bir iskân politikası” takip etmiştir. Bu hâkimiyet yıllarında, Türk ailelerinin hepsi, istinasız Anadolu’dan rastgele değil, seçilerek Balkanlara getirilmiştir. Müslüman Türk aileleri, fethedilen yerlere yerleştirildikten sonra, devletin alakası kalmamış. Sultan I. Murad müteakiben Yıldırım Beyazıt döneminde de Rumeli’nin Türkleşmesi amacıyla daha büyük ölçüde Türkmen ve Yörük unsurunun nakledildiği bilinmektedir. Bu nakil sırasında, devlet tarafından kendilerine zengin topraklar verilerek, bütün akrabalarıyla göçecek olanlara yurtluk, toprak, tımar gibi imtiyazlar tanınmak suretiyle muhaceret teşvik edilmiştir. “Hunlar, Kumanlar, Oğuzlar, Avarlar, Peçenekler ve Bulgarlar” Balkanlara Osmanlıdan önce göç etmiş Türk kavimleridir. 1360’lardan sonra ise, Osmanlı yönetimindeki Türkler bu bölgeye yerleşmeye başlamışlardır. Derebeyleri tarafından sömürülen ve zulmedilen köylü ve şehirli halk nefes alabilmek ve insanca yaşayabilmek için Osmanlının gelmesini dört gözle beklemiştir. “Balkan’lardaki Osmanlı fetihleri’nin” niye bu kadar kolay olduğunu açıklamak güç değildir. Osmanlı istilası, bir yağın bağımsız kral, despot ve ufak beyin kendi yerel çekişmelerinin çözümü için dış yardım aramakta tereddüt göstermediği, politik bir parçalanma dönemine denk düşüyordu. Balkanlarda hüküm süren bu çözülüş içinde yalnız Osmanlılar tutarlı bir politika izliyorlardı. Bunun uygulanabilmesi için gerekli askeri güç ve merkezi yetki de yalnız onlarda vardı. Avrupa’nın ilk daimi ordusu yeniçeriler, Osmanlılara büyük bir üstünlük sağlıyordu ve doğrudan doğruya sulatanın buyruğu altında idi.
İlk dönem boyunca, Osmanlıların karşısına önemli bir devlet, ne Balkanlar’da ne de Anadolu’dan çıkmıştır. Bu dönemde Balkanlarda hükümetin adına vergi toplayan tahsildarlar, halka eziyet ediyor ve haksız davranıyordu. Attika ve Mora’da dayanılmaz hale gelen Katolik Latinlerin zulmü sonucu, buraların halkı ve idarecileri birçok kez Osmanlıları yardıma çağırmışlardır. Mora despotu I. Teodora bile Latinlere karşı Osmanlılardan yardım istemişti. Daha sonraki tarihlerde Mora ve Attika bu çağrılar sonucu fethedilmiş ve Rum halkı Türkleri kurtarıcı olarak karşılamıştır. Aynı şekilde Arnavutlarda yerli beylerin ve Venediklilerin zulmüne karşı Türklerin ülkelerine gelmelerine, kurtuluşları gözüyle bakmışlardır. I. Murat’ın 1383 tarihinde Kara Timurtaş Paşayı Arnavutluk seferine göndermesi Arnavut beylerinin Osmanlılara yaklaşmalarından kaynaklanmaktadır. Daha sonraki yıllarda bilindiği gibi Arnavutlar büyük kütleler halinde Müslümanlığı kabul ederek, Balkanlarda Türklerden sonra gelen ikinci en büyük Müslüman kitleyi oluşturmuşlardır. O tarihlerde Bosna ve Kuzey Makedonya’da yaşayan Bogomiller’de (Ortaçağda ortaya çıkan yeni bir Hristiyan mezhebidir) kısa zamanda Türk idaresini kabul etmekle kalmamışlar, toptan İslam dinine girerek bugünkü Bosna ve Kuzey Makedonya’da (Goralılar) yaşayan Müslümanları meydana getirmişlerdir.
“Rumeli Fatihi” denen ve mezarı Gelibolu’da bulunan Osmanoğlu “Orhan Gazi’nin” büyük oğlu ve Birinci Murad’ın ağabeyi Veliahd-Şehzade Gazi Süleyman Paşa, 1353’te Gelibolu yarımadasına fetih maksadı ile geçerek Avrupa’ya ayakbastı. Balkanların gerçek fatihi, “Gazi Süleyman Paşa’nın” ölümü üzerine veliahd ve az sonra babası Orhan Gazi’nin ölümü ile Padişah olan (1362) “Birinci Sultan Murad Handır” ki, Süleyman Paşa’nın kardeşidir. Temmuz 1362’de tahta geçer geçmez, Edirne’yi, Filibe ve Zağrayı almış, Meriç vadisine hâkim olmuştur. 1389’da birinci Kosova muharebesinde şehit düştüğünde, Osmanlı yönetimi, Tuna’ya, Tuna deltasına, Adriyatik denizine, Afrika yarımadasına dayanmış bulunuyordu. Oğlu Yıldırım Beyazid (1389–1402), Balkanlardaki Türk hâkimiyetini kesinleştirdi. Bundan sonra, Hıristiyan Avrupa, Osmanlıya karşı savunabilme amacıyla birleşik Haçlı kuvvetlerini oluşturdu. İki buçuk asır (1400–1683) Avrupa, Osmanlıya karşı savunma harbi yaptı. 1683 Viyana kuşatmasına kadar… Sultan Murat Hüdavengidar zamanında başlamak üzere, bütün Türk Devleti padişahlık döneminde, Rumeli’yi Balkanlar’ı ve Avrupa’yı Türkleştirmek için soyunda ve sopunda hiçbir karışım olmayan Türk ailelerinden oluşan özel güçleri buralara göndermişlerdir. Bu göçlerin büyük çoğunluğu Oğuz Türkleri, “Müslüman Oğuzların Yörük Türkmen boylarından” gönderilen aileler teşkil ermektedir. Müslüman Oğuzların, Tanrıdağı ve Karagöz Yörüklerinden olup, Konya ve Aydın yöresine yerleşmiş bulunan isimler, teker teker yazılı bulunmaktadır. Buradaki, 950 tarih ve 82 numaralı l yazıcı defteri ile 1051 tarih ve 469 numaralı il yazıcı defterinde Anadolu’dan Rumeli’ye geçen Türk boy ve ailelerinin isimleri açıkça yazılı bulunmaktadır. Bunların Müslüman Oğuz Türk’ü Yörük Türkmen boylarından oluşan ailelerinin kimler olduğunu kayıtlarda belirtilmektedir. Aynı zamanda unutulmaması ve dikkate alınması gereken şey de, bu kayıtlarda, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün atalarının da, Anadolu’dan Konya ve Aydın yöresinden geldiği yazılmaktadır.
Sonuç olarak, tüm bu yazdıklarımıza bir genelleme ya da değerlendirme yapmamız gerekirse, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: “Bizler öz ve öz Anadolu’nun fakir coğrafyasından, Konya bölgesinden, Balkanlar’ın verimli topraklarına göç eden ya da göç ettirilen ailelerin, Türkmenlerin/Yörüklerin torunlarıyız!” Mesela, Yrd. Doç. Dr. Erhan Afyoncu bir televizyon programında “Balkan Türkleri, Anadolu’dan gelmiş Türklerdir” diyerek, buradan da sadece “Konya Karaman” bölgesi ya da bugünkü Karaman toprakları anlaşılmaması gerektiğinin altını çizmiştir. Çünkü Konya o dönemde sancak/eyalet olduğundan dolayı, büyük bir coğrafi alanı, Kayseri, Niğde ve Antalya’yı bile kapsıyordu. Balkanlara bugünkü Batı Anadolu’dan ve Marmara’dan çok Türk göç etmiştir. Diğer yandan, “Türkmen ve Yörük” aynı anlama geliyor ve “Türk” demektir. Batı’da yerleşen ya da göç edenlere “Yörük” denmiş, Asya’da kalanlara ise “Türkmen” söylenmiştir. Göç iki şekilde olmuştur. Birincisi, göç etmek isteyenleri seçerek, sadece iyi aileleri toplu bir şekilde o verimli topraklara göç etmelerini sağlamak için onlara toprak vermişlerdir. İkincisi ise, sorun çıkaran ya da çıkarabilecek aileleri ufak gruplara bölerek farklı farklı yerlere yerleştirmişlerdir. Balkanlara o dönemlerde ne kadar göç gerçekleştiğini öğrenebilmek için, ancak 1431 yılına ait en eski Vergi defterini inceleyip anlayabiliriz. Bunun daha öncesi ise imkânsız! Zira ilk 1431 yılı Vergi defterinde bile sadece vergi veren şahısın ismini bulabiliriz, tüm sülalenin değil! Batı’daki gibi değildir. Kilise tüm yeni doğan çocukların ismini kayıda alır. Osmanlı arşivinde bir sülalede sadece vergi alınan kişinin ismi kayıt altına alınmıştır. Tanzimat’tan (1839) sonra bile sadece erkeğin, vergi verenin ve askere gidenin ismi vardır. Eğer bizler bugün 1800 yıllarına kadar geriye gidebiliyorsak, kendimizi çok şanslı görmemiz gerekir. Çünkü insanlar üç nesil ötesine bile gidemiyorlar. (Türkiye’de ilk kez soyağacı nüfus idaresi 1944 yılında kuruldu.)
Aynı zamanda yer isimlerine de bakarak anlayabiliriz. Mesela 1455 yılı Vergi defteri Üsküp’e göç edenlerden söz ediyor ama defterde ne kadar göçün ve kimlerin göç ettiği konusunda bilgiler yoktur. Nereden, nereye ve ne kadar göçün gerçekleştiğini ispatlamak çok zordur, hatta imkânsızdır. Çünkü bu konuda bilgiler yoktur. Bizim en büyük kanıtımız Balkanlar’daki günümüzde bile varlığını sürdüren Türk isimli yerlerdir. Çünkü Anadolu’dan göç edenler, Balkanlara göç ettikleri yerlere, geldikleri yerlerin isimlerini (Kuman-ova ve Vardar gibi..) vermişlerdir.
Aynı zamanda yer isimlerine de bakarak anlayabiliriz. Mesela 1455 yılı Vergi defteri Üsküp’e göç edenlerden söz ediyor ama defterde ne kadar göçün ve kimlerin göç ettiği konusunda bilgiler yoktur. Nereden, nereye ve ne kadar göçün gerçekleştiğini ispatlamak çok zordur, hatta imkânsızdır. Çünkü bu konuda bilgiler yoktur. Bizim en büyük kanıtımız Balkanlar’daki günümüzde bile varlığını sürdüren Türk isimli yerlerdir. Çünkü Anadolu’dan göç edenler, Balkanlara göç ettikleri yerlere, geldikleri yerlerin isimlerini (Kuman-ova ve Vardar gibi..) vermişlerdir.
Diğer yandan unutmamamız gereken şey de, “Osmanlı İmparatorluğunun bir Balkan İmparatorluğu olduğudur.” Evet, yanlış okumadınız, Osmanlı bir Balkan imparatorluğuydu. Çünkü Makedonya 1371 yılında feth edildi, oysa Trabzon ancak 1461 yılında feth edilecektir. 1387 yılında Selanik, 1389 yılında Kosova feth edildi, oysa Erzurum ancak 1518 yılında feth edilecektir. Demek ki Balkanlar’ın feth edilmesi ve Türkleşmesi Anadolu’dan çok önceki tarihlerden olmuştur. Osmanlılar her zaman yüzünü Balkanlara doğru çevirdi. Osmanlı için Rumeli’nin ya da Balkanların hayati önemi vardı. Osmanlı Balkanlarda doğdu, büyüdü gelişti ve bir dünya İmparatorluğu haline geldi ve Balkanlarda da yıkıldı. Balkan milletlerinin Osmanlı idaresinin altından bir bir çıkması sonucunda Osmanlının sonuna doğru giden yolun sonuna gelindi ve koca 600 yıllık çınar imparatorluğu can çekişme haline gelerek tarihe karıştı… Bizler de öksüz çocuklar gibi kaldık, Osmanlının dağılmasıyla hem annemizi hem babamızı da birlikte kaybetmiş olduk ve her iki yerin (Makedonya ve Türkiye’nin) yabancısı olduk. Çünkü Osmanlıdan sonra yerli halk (Yunanlılar, Makedonlar, Sırplar, Bulgarlar ve Arnavutlar) boş durmamış, Rumeli Türklerinin dilini, dinini, kültürünü, değiştirmeye yönelik çaba göstermişlerdir ve şivemizi hatta lehçemizi bile değiştirmişlerdir. Bu yüzden, Balkanların yedi göbek Müslüman Türk ailelerini Anadolu kendinden saymaz olmuştur. Örnek olarak son günlerde yaşanan tartışmaları gösterebiliriz. Hatta bu tartışmayı, “Anadolu-Rumeli” ayrışmasına kadar götürdüler.
Oysa Rumeli denilince, kendiside bir Rumelili olan M. Kemal Atatürk: “Muhacirler kaybedilmiş toprakların aziz hatıralarıdır, onlar Evladı fatihandır” diyor. Bana göre, “Rumeli ve Anadolu” İstanbul boğazında yer alan iki “Hisar” gibidir, karşı karışa duran fakat birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Makedonya’da Türk olduğumuz için; Türkiye’de ise Türklüğümüz tartışıldığı için, hep bir şamar oğlanı olduk! Allaha şükürler olsun ki, son yıllarda Türkiye’nin Balkan Türklerine yönelik ilgi ve alakası artmış durumdadır. Sadece, “Müslüman’ım, Milliyetçiyim, Türk Dünyası ve Türklerle yakından ilgilenirim” demekle bu işler olmuyor! Unutmayın, Türkiye’de bu sözleri söyleyenlerin bir kısmı, Makedonya’da Türklerin yaşadığını ancak Elveda Rumeli dizisi ile birlikte öğrenmiş oldular. Beni en çok üzen, kökeni Balkanlara dayanan hemşerilerimizin bize, daha doğrusu kendi kendilerine Tarihi gerçeklerden uzak sarf ettikleri sözlerdir, umarım “Balkan Türklüğü” yazım ile “Balkan Türklüğüne” bir nebze de olsa katkıda bulunmuşumdur.
Mesela, Murat Bardakçı, soyağacı için “Vakit harcamayın, çıkartamazsınız” söyleyerek nedenlerini şu cümlelerle açıklıyor: “…Soyağacını çıkartmaya boş yere uğraşmayın, bulamazsınız!” Eğer zengin ve faaliyetini hâlâ devam ettiren vakıfların sahibi olan bir aileye mensup değilseniz, şansınız varsa sadece dört, haydi bilemediniz beş nesil öncesine kadar gider ama orada kalırsınız. Sebep, Osmanlı Türkiye’sinde bugünkü şekilde bir nüfus kayıt sisteminin bulunmamasıdır ve bu iş bütün doğu dünyasında böyledir. Nüfus sayımları bizde gerçi 16. asırdan itibaren yapılmıştı ama sayımdan maksat imparatorlukta kaç kişinin yaşadığının değil, askerlik yapıp vergi verebilecek olan nüfusun belirlenmesiydi. Sayımlar isim yerine adet temelinde olur, meselâ herhangi bir köyde sakinlerin isimleri kaydedilmez, aile reisinin adının ve erkek nüfusun adedinin yazılmasıyla yetinilir, kadınlar zaten sayılmazlardı.
Türkiye’de, kayıtları asırlar boyunca itina ile tutulmuş olan tek bir aile vardır: Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu olan Osmanoğlu ailesi… Yeni doğmuş bir çocuğun kilisede vaftiz edilmesi Hıristiyanlığın şartıdır. Kıt’a Avrupa’sında ve Amerika’da vaftizler mutlaka kayda geçirilir ve gayet iyi muhafaza edilen bu kayıtlar sayesinde isteyen hemen herkes soyağacını çıkartabilir. Batıda genealogy denilen soybilim araştırmalarının kaynağı bu kayıtlardır; bizde ise vaftiz yahut doğum kaydı gibisinden bir âdetin bulunmaması yüzünden soyağacı çıkartmak hemen hemen imkânsızdır. Büyük dedelerinizden biri vakti zamanında zengin bir vakıf kurduysa ve bu vakıf bugün hâlâ faaliyette ise, eski ödeme kayıtları vasıtasıyla soyağacınızı çıkarmanız az da olsa imkân dâhilindedir. Arşivlerde, yani Osmanlı Arşivi’nde aile kayıtları bulunmaz! Burada soysop yahut mal mülk belgeleri değil, devletin resmi yazışmaları muhafaza edilir. Osmanlı Arşivi’ne gidip aile kayıtlarını sormakla kasaptan ayakkabı satın almaya kalkmak arasında hiçbir fark yoktur. ..” Ben ise, Avni Engüllü’nün dediği gibi: “Genlerimizi araştıracak olursak (herkes gibi) ne çıkarız kim bilir? Kuşaklar öncesi, kimin ne olduğunu nereden bileceğiz? Sosyolojik yönden hiç kimsenin gerçek kimliği belli değildir. Ama Psikolojik olarak Türküm! Ayrıca (Sekiz-Dokuz kuşak geriye gidebilecek) Müslüman bir Türküm!” diyorum.
20 Temmuz 2013 Cumartesi
AFRİKALI TÜRKLER TUAREGLER
SAHRA ÇÖLÜ’NÜN TÜRKLERi
Onlar çölün mavi adamları… Onlar Büyük Sahra`nın siyah Türkleri… Onlar son Osmanlılar… Hatta hala Osmanlılar…
Misyonerlerin İştahını Kabartan Topraklar
Sarayın penceresinden dışarıya, çökmekte olan akşam karanlığının laciverte boyadığı boğazın sularına bakarken, yanındakilere seslendi Büyük Sultan:”Afrika’daki kardeşlerimiz Fransızların insafına terk edilemez. Ne gerekiyorsa tez elden yapıla.” Fizan’dan gelen habercinin getirdiği bilgiler, çelik gibi bakışlarını daha bir keskinleştirmişti sanki. Afrika kıtasını sömürgeleştirmeye kararlı İngiliz, Fransız ve Almanlar üç koldan kara kıtayı paylaşmak için anlaşmışlardı aralarında. Avrupalı misyonerlerin yer altı zenginliklerine dair anlattıklarıyla iştahları daha da kabaran Fransızlar başlamışlardı bile Afrika’yı kuzeyden işgal etmeye. Önce Cezayir, şimdi kıtanın daha da içleri. Amaçları Çad gölüne kadar tüm Biladüs’sudan’ı, yani Büyük Sahra’nın güneyini ellerine geçirmekti.
Osmanlının Afrikadaki Sınırı
Nijer’in başkenti Niamey’de kaldığım otelde masanın üzerine bırakılan su şişesinin üzerinde yazan bir markadan ibaretti önce Agadez. Sahra çölünün ortasındaki vahalardan çıkarılan kaynak suları, bu isimle turistlere servis ediliyordu. Nerden bilebilirdim ki sonraki günlerde Agadez’in, beni çölün ortasından İstanbul’un derin mavi sularına götürecek, tarihin tozlu sayfalarını karıştırmama yol açacak gizemli bir kent olduğunu.
“Biz Osmanlıyız”
Ertesi gün Nijerli dostlarımızla sohbet ederken, Agadez’in cihan devleti Osmanlı’nın Afrika’da ulaştığı en uzak yer olduğunu öğreniyorum. Ama burayı bizim için asıl ilginç kılan, Osmanlı’nın buraya kadar gelmiş olması değil. Bu insanların hala Osmanlı’ya bağlı oluşu… “Biz Osmanlıyız!” diyor bu kentin insanları. Agadez in valisine hala “Sultan” diyorlar. Bu bölgenin adı hala Agadez Sultanlığı. Üstelik kendilerinin Türk soyundan geldiklerini söylüyorlar. Diğer Nijerli kabilelerden daha açık renkli bir tene sahip olmalarını da buna delil olarak gösteriyorlar. Gerçekten de Agadezliler, Nijer’in diğer şehirlerinde yaşayan insanlara pek benzemiyorlar.
Osmanlı Tarihi Okutuluyor
Afrika’nın ortasında da Osmanlı medeniyetinin izleriyle karşılaşmak gerçekten gurur verici. Osmanlı deyince hala Agadezlilerin gözlerinin içi gülüyor. Okullarında Osmanlı Tarihi, ders olarak okutuluyor. Nijer Cumhurbaşkanı, Türkiye’den gelen heyetlere, Nijer ile Türkiye arasındaki sıcak ilişkilerin Osmanlı dönemine kadar uzandığını büyük bir sitayişle anlatıyor.
Afrikanın Kültürel Mirası
Ünlü Agadez Camisi
Agadez, Mali’deki Timbuktu kenti ile birlikte sahranın en önemli iki kültürel mirasından biri. Nijer’in başkenti Niamey’e 1000 kilometre uzakta. Büyük sahranın kuzeye açılan kapısı Agadez’e, uzun bir yolculuktan sonra ulaşılıyor. Kent küçük bir havaalanına sahip. Son zamanlarda turistlerin ilgisini çekmeye başlamış. Körfez ülkelerinden gelen zenginler, Agadez çevresindeki çöllerde ceylan avlıyorlar. Bir kerpiç evler kenti Agadez. Çevresi Harmattan rüzgarının büyük tepecikler oluşturduğu altın sarısı çölle kaplı. Kum denizindeki yeşil adacıkları andıran vahalarda meyve sebze yetiştiriliyor. Harmattan rüzgarı esmeye başladı mı, tozdan göz gözü görmüyor. Buradaki yabancılar için çekilecek gibi değil. Ama çölün mavi adamları için, kavurucu sıcakları biraz olsun kıran bu rüzgar büyük nimet. Yüksek kerpiç duvarlarla çevrili bahçelerde dört kazık üzerine örtülen hasırlardan oluşan çardaklar var. Agadezliler kavurucu sıcaklarda günün büyük bölümünü buralarda geçiriyor.
700 Yıllık Kerpiçli Camii Kebir ve Yusuf Sarayı
Agadez’in mimari açıdan en önemli yapısı, 700 yıllık olduğu söylenen CamiiKebir, yani Büyük Cami. Son derece ilginç bir mimarisi var. Bir benzeri de Timbuktu’da. Afrika İslami mimarisinin en önemli örneklerinden. Kalın kerpiç duvarlarla inşa edilmiş caminin içinde de saflar kerpiçle birbirinden ayrılmış. Kavurucu çöl sıcağı bu kalın duvarların ardında insanın içini ferahlatan bir serinliğe dönüşüyor. Ama caminin asıl karakteristik özelliğini, üst kısmına doğru incelen kare minaresi oluşturuyor. Hem içerden hem de dış kısmından yukarıya çıkılabilen minare, uzaktan bir piramidi andırıyor. Agadez’in bilinen en eski sultanının adı Yusuf. Bu yüzden şu anda sultan olarak hitap edilen valinin bulunduğu saraya da Yusuf’un Evi deniliyor. Ama saray dediysek, adı saray, yoksa o da kerpiçten.
Çölün Tuaregleri
Gelelim Agadez’in Osmanlı’yla olan ilişkisine. Aslında bölgenin İslam’la tanışması 7. yüzyılda başlıyor. Mağrip ülkelerinden gelen tüccarlar ve Arap yarım adasından buraya ulaşan elçiler, bölgede İslam’ın hızla yayılmasını sağlamış. Büyük Sahra’da yaşayan halklar arasında en yaygın olanları Tuaregler ve Tibular…
Osmanlı arşivlerinde ‘Tevarık‘ olarak bahsedilen Tuaregler, Hagarlar ve Ezgarlar olarak iki topluluktan oluşuyor.
Çölün mavi adamları
Giysileri nedeniyle Çölün Mavi Adamları olarak bilinen Tuareglerden, çetin çöl şartlarına dayanıklı, ticarete yatkın, savaşçı bir kavim olarak bahsediyor tarih kaynakları. Yüzyıllar boyunca güneyden kuzeye uzanan kervan yollarının güvenliğini sağladılar. 19. yüzyılda ticaret kervanlarının önemini kaybetmesi ile ekonomik sıkıntı içine giren bölge, bir yandan da yıllarca sürecek iç çekişmeler yüzünden huzursuzlukla karşı karşıya kaldı. Bunun üzerine, Cihan devleti Osmanlı’ya başvurdu buradaki yöneticiler.
Osmanlıya Katıldılar
Takvimler 1875′i gösterirken, Trablus eyaletine bağlı, Fizan sancağındaki Osmanlı valisine başvurdular. Osmanlı’yı davet ettiler ülkelerine. Bu talep derhal İstanbul’a bildirildi. II. Abdülhamit’in emriyle Osmanlı topraklarına katıldı bölge. Fizan sancağına bağlı olarak, bugünkü Çad topraklarında Reşade, Nijer’in kuzeyinde ise Kavar ve Asben kazaları kuruldu. Buraların güvenliği için asker, imarı için yöneticiler gönderildi. Asben bölgesinde yer alan Agadez’in valisi ise, Osmanlı valisi oldu. Osmanlının sadece Kuzey Afrika’ya kadar uzandığını düşünenler, bölgenin tarihini daha yakından incelediklerinde büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını görecekler. Tıpkı bizim gibi…
Çünkü Osmanlı sadece Kuzey Afrika’ya değil, daha da güneye inerek Batı Afrika’nın iç kesimlerine kadar geniş bir coğrafyaya barış ve medeniyet götürdü. Üstelik bu gelişme, Osmanlının çöküş dönemi olarak gösterilen 19. yüzyılın ikinci yarısında meydana geldi.
Osmanlı Çekilince Fransız Sömürgesi Başladı
1875′ten sonra, bölgenin yer altı zenginliklerini ele geçirmeye çalışan Fransızlar ile Osmanlı arasında tam bir güç gösterisi yaşandı. Bazı küçük çatışmalar dışında bu bölge Osmanlı buradan ayrılana kadar huzur içinde yaşadı. Ancak Trablusgarp savaşıyla birlikte bölgede dengeler değişti. Osmanlı yavaş yavaş bu bölgeden çekilirken, boşluğu Fransa doldurdu. Tabi bu değişim o kadar da kolay olmadı. Çünkü Osmanlı’yı kendi iradeleriyle davet eden Tuaregler, işgalci Fransızlara karşı büyük bir direnç ortaya koydu. Ancak 1918 yılından itibaren Osmanlının bütünüyle Afrika’dan çekilmesi ile birlikte Fransa büyük emeline ulaşmış oldu.
Uranyum Madenlerini Fransızlar Kullanıyor
Nijer Cezayir-Libya sınırının hemen güneyinde kalan bir Afrika ülkesi
Fransa tüm Kuzey ve Batı Afrika ile birlikte Agadez ve çevresini de uzun süre işgali altında tuttu. Bölgenin yer altı kaynaklarını acımasızca sömürdü. Ülke bağımsızlığını kazanmış görünse de bu sömürü hala devam ediyor. Nijer’in ana dili Fransızca. Nereye giderseniz Fransız kültürü ile karşılaşıyorsunuz. Nijer şu anda dünyanın uranyum rezervinin önemli bir bölümüne sahip. En büyük uranyum madenleri ise Agadez’in 100 kilometre ilerisinde bulunuyor. Elbette bu madenleri yıllardır Fransa işletiyor. Tabi çıkarılmasında bölge insanı kullanılıyor. Agadez’den çıkan uranyum, Fransa’daki nükleer santralleri çalıştırıyor. Yine zengin altın madenleri de yabancılar tarafından işletiliyor.
Türkiyenin Temsilciliği Bile Yok
Bölgenin petrol rezervi açısından önemi ise yeni yeni keşfedilmeye başlanmış. Çinli bir petrol şirketi büyük sahrada petrol bulmuş. Nijer’in 10 yıl içerisinde çok önemli bir petrol ülkesi haline geleceği konuşuluyor. Ancak bu kaynaklar da Batılılar tarafından sömürülür mü bilinmez. Dileriz bu petrol dost ve kardeş Nijer halkına savaş ve acılar değil, huzur ve refah getirir. Türkiye’nin buralarda bir temsilciliğinin olmaması bizi üzüyor. Son yıllarda karşılıklı bazı heyetler gidip gelerek ilişkileri canlandırmaya çalışıyor.
Kaynak : Ahmet Kayır
Kuzey Avrupa da Türkler
KUZEY AVRUPA DA TÜRKLER
Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan, İTÜ - Türk Dili Araştırmacısı
21. Yüzyılda Avrupa kapısında bekleyen Türkiye’nin Avrupalı olup olmadığı tartışılırken, gerçek olan şudur ki acaba Avrupalılar Türk soylu değil midir ?. Latin, Roma,Yunan, Girit gibi çekirdek Akdeniz uygarlıkları, Erken Türkler olan Sümerlerin Arap Sami soyunun saldırıp yok edilmesiyle Avrupa’ya göçen Türko’lar ile Etrüskler değil midir?.
Batı Avrupa uygarlığı diye övünülen Kuzey ile Batı Avrupa uygarlıklarının yaratıcıları, buzul çağında boş olan, sonraları buraları dolduran Erken Kuzey Türkleri değil midir?. Büyük Atatürk’ün “Güneş Dil Kuramında” savunduğu söylediği gibi tüm dillerin kökü Türkçe’den mi türemiştir ? Bu sorular bir sorgulama değil bir onaydır. Dil incelemeleri kimin nereden türediğini, kimin kimin yakını olduğunu, hangi uygarlığın nereden doğmuş olabileceğini göstermektedir.
Bir ülkenin ulusunun konuştuğu dilin yapısı, o ulus soyunun uygarlık birikimi ile, evrimiyle, geçirmiş olduğu olaylar, etkileşimleriyle doğrudan ilişkilidir. Dilin yapısı güçlü ise yeni sözcükler doğurma yeteneği, anlatım gücüde büyüktür. Bilimde, uygulamada, yazında ilerleyen ulusların dilindeki sözcük sayısı artar, bireylerin anlayış yetileri gelişir.
Dilin kökünün, kaynağının araştırılması kişiyi geçmişin derinliklerine götürür. Dil başkalaşmış uluslar arasındaki bağın anlaşılmasını sağlar. Dil ulusların kardeşliğini ortaya koyan, dolayısıyla barışı sağlayan en büyük yapışkandır. Dil; o ulusun başından geçenlerin bilinmesini sağlar. Kısacası dil, geçmişin birikimidir, ötkendir, antuyustur(tarihtir).
Dili bu güne taşıyanlardan biri; o dili konuşa gelen ulusun ağzında kuşaktan kuşağa taşıdığı söylemler, diğeri yazılı, sesli tutanaklardır. Dil çeşitli nedenlerle bölünen ulusların , göçlerle birbirinden uzaklara ayrılan budunlar(kavimler) ağzında çekirdek bozulmamak üzere yapı, biçim, söylem değiştirebilir.
Sanki bir ağacın bir dalı, diğerlerine göre nasıl çıvıp daha çok sürgün verip, yürüyüp dal budak salıp, daha çok çiçek açıp, daha çok yemiş verirse; bir kökten gelen dil de, onu konuşan budunun yaşama ortamı , uygarlık gelişmesine bağlı olarak çok büyük aşamalar yapabilir.
Bilimi , uygulamayı yazını geliştiren biz Anadolu Türklerinin, Oğuz Türkçe’sini Türkiye Cumhuriyetinde geliştirdikleri gibi. O ülke başka ulusların çizmeleri altında çiğnenmemişse, ülke uzun çağlar başka bir ülkenin boyunduruğu, özgensel(kültürel) etkisi altına girmemişse dili arı kalmış da olabilir. Başkurt, Tatar, Karaçay- Malkar(Kafkas), Kazak, Kırgız, Türkmen Türkçe’si gibi.
Dili bu güne taşıyan en büyük öğelerden biride yazılı, sesli belgelerdir. 20. Yüzyıldan önce ses saklanamadığından geçmişe ilişkin sesli belge yoktur. Ancak yazılı belgeler vardır. Erken çağlarda yazılı belgeler taş, kaya, kil yazıt(tablet), kemik üzerine sın(şekil) çizerek, tamganın (alfabenin) bulunmasından sonra yazarak oluşturulurken, kağıdın bulunuşu ile betiklere(kitaplara) dönüşmüş, 21. yüzyılda bilgisayarın bulunmasıyla ikili sayılar kullanarak yapay bellekler üzerinde saklanabilmiştir.
Türklere ilişkin betikler, en geriye yaklaşık 8 inci çağa(bundan 1300 yıl öncesine) dek inebilmektedir. Turandaki yazılı kayalar 6. yüzyıla, (bundan 1500 yıl öncesine), Sümer’deki kil tabletler bundan 5000 yıl öncesine, Kutyak’taki (Avrupada’ki) yazılı kayalar, sıntaşları ise bundan 6 500 yıl öncesine götürmektedir.
Güney Sümer Türkleri ile Kuzey Kutyak Türkleri arasında yaklaşık 1500 ile 2000 yıllık ayrılık vardır. Kuzey Türkleri yazıyı bundan 6 500 yıl önce Avrupaya götürürken, güney Türkleri Sümerler 5000 yıl önce Orta Doğuyu yazıyla tanıştırmışlardır. Demek ki Türklerin yazıyı buluşları belki 7 bin yıl bile geriye gitmektedir.
Turandaki Türklük ağacının kökü, buzul çağının bundan yaklaşık 9000 bin yıl önce sona ermesinden sonra yaklaşık 7000 yıl sonra Kuzey Avrupa’ya doğru sürgün verdiği, bundan 5000 yıl öncede Güneyde Mezopotamya, Anadolu, Akdeniz’de büyük bir sürgün verdiği yazılı, çizili kalıntılardan anlaşılmaktadır.
Çağımızda, iki yaşayan yazılı kaya, sıntaşı, tablet okuyucularından biri özü yapı sayışmanı(inşaat mühendisi) olan Kazım Mirşan, diğeri 90 yaşını devirmiş kazı bilimci( arkeolog) Muazzez İlmiye Çığ’dır. Kazım Mirşan olağan üstü düş gücü, yaratıcılığı, engin bilgisiyle Avrupa ile Asya, Anadolu’daki yazılı kayaları okuyarak Türk dilinin izlerini bundan 7000 yıl öncesine dek indirmiştir.
Böylece Avrupa , Yunan, Latin, Etrüsk Girit ile Eski Anadolu Uygarlıklarını kuranların dil kökenlerinin, soy kökenlerinin Türkçe ile Türk olduğunu kanıtlamıştır. Benzer biçimde, Muazzez İlmiye Çığ’da Sümer yazıtlarını okuyarak Sümerlerin bundan 6 ile 7 bin yıl önce Akurgal’a(İki Su Arasına- Mezopotamyaya) göç eden Türkler, Girit Uygarlığını kuranların Karya’lılar, Roma Uygarlığını kuranların ise Etrüskler olduğunu göstermiştir.
Büyük Türk ile Türkçe araştırmacısı Kazım Mirşan Runik, Frik tamgasını (alfabeyi) okuyan ender Türklerdendir. Kazım Mirşan bu 21. yüzyılın en büyük Türklük Araştırmacılarından biridir. O, Erken Türklük ile Erken Türkçe araştırmacısıdır. Runik, Frik gibi eski Türk yazılarını okuyan, anlamlarını orçun (modern) Türkçeye çeviren en önemli çağdaş Türk araştırmacısıdır. Kazım Mirşan Türkçeyi durulaştırma peşinde değildir. Onun ereği; erken Türkçeyi çözme, Türk uygarlığının yayılma alanını belirleme ayrıca yazıtları okuyarak bulduğu eski sözcükleri tanıtmadır .
Runik; Almanca “gizemli” demektir. Runik tamgalar çubuk, çatal, kare, papyon, ok, yay, kuş kanadı, ay, çentikli dal gibi sınlardır (şekillerdir). Bu konuda, Uralların batısında İngiltere, Fransa, İspanya’ya dek yer alan Doğu-Batı Gutyag’da diğer bir deyişle Kutyak’da (Avrupa’da) bulunan yazılı taşları, sıntaşları (şekilli taşlar) okuyan Mirşan, İskandinavya’dan, Danimarka, Almanya, Fransa, Portekiz, İngiltere, İtalya’ya Türk izlerinin D.Ö. 4140 dek indiğini gözlemlemiştir.
Diğer bir deyişle bu günden en az 7 000 yıldır Türkler Avrupa’dadır. Mısır’daki çizgili yazıların yaşının bundan 5 bin yıl, Doğu Anadolu içlerinde bulunan benzer yazıların 7 bin yıllık olduğu göz önünde bulundurulursa, Mısır’a sın yazının (hieorolif) bile Anadolu’dan gittiği anlaşılır.
İskandinavya ile Baltık Denizi bundan 12 bin yıl önce buzlarla kaplıydı. Son 10 bin yılda buzullar erimeye başladı, 9 bin yıl önce Norveç ile Danimarka’da buzul kalmadı, 8 700 yıl önce Kuzey İsveç’te tek tük buzul dağı kalmıştı. Bu kesimde bulunan Türklerin sin taşları bugünden yaklaşık 6500 yıl öncedir.
Peki neden Türkler bu soğuk ülkelere gitmeyi yeğlediler bilim bunu arıyor. Bunun nedeni buralarının boş, doğasının güzel, Atlayın(Orta Asyanın) bozkırlaşması olabilir.
Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan, İTÜ - Türk Dili Araştırmacısı
21. Yüzyılda Avrupa kapısında bekleyen Türkiye’nin Avrupalı olup olmadığı tartışılırken, gerçek olan şudur ki acaba Avrupalılar Türk soylu değil midir ?. Latin, Roma,Yunan, Girit gibi çekirdek Akdeniz uygarlıkları, Erken Türkler olan Sümerlerin Arap Sami soyunun saldırıp yok edilmesiyle Avrupa’ya göçen Türko’lar ile Etrüskler değil midir?.
Batı Avrupa uygarlığı diye övünülen Kuzey ile Batı Avrupa uygarlıklarının yaratıcıları, buzul çağında boş olan, sonraları buraları dolduran Erken Kuzey Türkleri değil midir?. Büyük Atatürk’ün “Güneş Dil Kuramında” savunduğu söylediği gibi tüm dillerin kökü Türkçe’den mi türemiştir ? Bu sorular bir sorgulama değil bir onaydır. Dil incelemeleri kimin nereden türediğini, kimin kimin yakını olduğunu, hangi uygarlığın nereden doğmuş olabileceğini göstermektedir.
Bir ülkenin ulusunun konuştuğu dilin yapısı, o ulus soyunun uygarlık birikimi ile, evrimiyle, geçirmiş olduğu olaylar, etkileşimleriyle doğrudan ilişkilidir. Dilin yapısı güçlü ise yeni sözcükler doğurma yeteneği, anlatım gücüde büyüktür. Bilimde, uygulamada, yazında ilerleyen ulusların dilindeki sözcük sayısı artar, bireylerin anlayış yetileri gelişir.
Dilin kökünün, kaynağının araştırılması kişiyi geçmişin derinliklerine götürür. Dil başkalaşmış uluslar arasındaki bağın anlaşılmasını sağlar. Dil ulusların kardeşliğini ortaya koyan, dolayısıyla barışı sağlayan en büyük yapışkandır. Dil; o ulusun başından geçenlerin bilinmesini sağlar. Kısacası dil, geçmişin birikimidir, ötkendir, antuyustur(tarihtir).
Dili bu güne taşıyanlardan biri; o dili konuşa gelen ulusun ağzında kuşaktan kuşağa taşıdığı söylemler, diğeri yazılı, sesli tutanaklardır. Dil çeşitli nedenlerle bölünen ulusların , göçlerle birbirinden uzaklara ayrılan budunlar(kavimler) ağzında çekirdek bozulmamak üzere yapı, biçim, söylem değiştirebilir.
Sanki bir ağacın bir dalı, diğerlerine göre nasıl çıvıp daha çok sürgün verip, yürüyüp dal budak salıp, daha çok çiçek açıp, daha çok yemiş verirse; bir kökten gelen dil de, onu konuşan budunun yaşama ortamı , uygarlık gelişmesine bağlı olarak çok büyük aşamalar yapabilir.
Bilimi , uygulamayı yazını geliştiren biz Anadolu Türklerinin, Oğuz Türkçe’sini Türkiye Cumhuriyetinde geliştirdikleri gibi. O ülke başka ulusların çizmeleri altında çiğnenmemişse, ülke uzun çağlar başka bir ülkenin boyunduruğu, özgensel(kültürel) etkisi altına girmemişse dili arı kalmış da olabilir. Başkurt, Tatar, Karaçay- Malkar(Kafkas), Kazak, Kırgız, Türkmen Türkçe’si gibi.
Dili bu güne taşıyan en büyük öğelerden biride yazılı, sesli belgelerdir. 20. Yüzyıldan önce ses saklanamadığından geçmişe ilişkin sesli belge yoktur. Ancak yazılı belgeler vardır. Erken çağlarda yazılı belgeler taş, kaya, kil yazıt(tablet), kemik üzerine sın(şekil) çizerek, tamganın (alfabenin) bulunmasından sonra yazarak oluşturulurken, kağıdın bulunuşu ile betiklere(kitaplara) dönüşmüş, 21. yüzyılda bilgisayarın bulunmasıyla ikili sayılar kullanarak yapay bellekler üzerinde saklanabilmiştir.
Türklere ilişkin betikler, en geriye yaklaşık 8 inci çağa(bundan 1300 yıl öncesine) dek inebilmektedir. Turandaki yazılı kayalar 6. yüzyıla, (bundan 1500 yıl öncesine), Sümer’deki kil tabletler bundan 5000 yıl öncesine, Kutyak’taki (Avrupada’ki) yazılı kayalar, sıntaşları ise bundan 6 500 yıl öncesine götürmektedir.
Güney Sümer Türkleri ile Kuzey Kutyak Türkleri arasında yaklaşık 1500 ile 2000 yıllık ayrılık vardır. Kuzey Türkleri yazıyı bundan 6 500 yıl önce Avrupaya götürürken, güney Türkleri Sümerler 5000 yıl önce Orta Doğuyu yazıyla tanıştırmışlardır. Demek ki Türklerin yazıyı buluşları belki 7 bin yıl bile geriye gitmektedir.
Turandaki Türklük ağacının kökü, buzul çağının bundan yaklaşık 9000 bin yıl önce sona ermesinden sonra yaklaşık 7000 yıl sonra Kuzey Avrupa’ya doğru sürgün verdiği, bundan 5000 yıl öncede Güneyde Mezopotamya, Anadolu, Akdeniz’de büyük bir sürgün verdiği yazılı, çizili kalıntılardan anlaşılmaktadır.
Çağımızda, iki yaşayan yazılı kaya, sıntaşı, tablet okuyucularından biri özü yapı sayışmanı(inşaat mühendisi) olan Kazım Mirşan, diğeri 90 yaşını devirmiş kazı bilimci( arkeolog) Muazzez İlmiye Çığ’dır. Kazım Mirşan olağan üstü düş gücü, yaratıcılığı, engin bilgisiyle Avrupa ile Asya, Anadolu’daki yazılı kayaları okuyarak Türk dilinin izlerini bundan 7000 yıl öncesine dek indirmiştir.
Böylece Avrupa , Yunan, Latin, Etrüsk Girit ile Eski Anadolu Uygarlıklarını kuranların dil kökenlerinin, soy kökenlerinin Türkçe ile Türk olduğunu kanıtlamıştır. Benzer biçimde, Muazzez İlmiye Çığ’da Sümer yazıtlarını okuyarak Sümerlerin bundan 6 ile 7 bin yıl önce Akurgal’a(İki Su Arasına- Mezopotamyaya) göç eden Türkler, Girit Uygarlığını kuranların Karya’lılar, Roma Uygarlığını kuranların ise Etrüskler olduğunu göstermiştir.
Büyük Türk ile Türkçe araştırmacısı Kazım Mirşan Runik, Frik tamgasını (alfabeyi) okuyan ender Türklerdendir. Kazım Mirşan bu 21. yüzyılın en büyük Türklük Araştırmacılarından biridir. O, Erken Türklük ile Erken Türkçe araştırmacısıdır. Runik, Frik gibi eski Türk yazılarını okuyan, anlamlarını orçun (modern) Türkçeye çeviren en önemli çağdaş Türk araştırmacısıdır. Kazım Mirşan Türkçeyi durulaştırma peşinde değildir. Onun ereği; erken Türkçeyi çözme, Türk uygarlığının yayılma alanını belirleme ayrıca yazıtları okuyarak bulduğu eski sözcükleri tanıtmadır .
Runik; Almanca “gizemli” demektir. Runik tamgalar çubuk, çatal, kare, papyon, ok, yay, kuş kanadı, ay, çentikli dal gibi sınlardır (şekillerdir). Bu konuda, Uralların batısında İngiltere, Fransa, İspanya’ya dek yer alan Doğu-Batı Gutyag’da diğer bir deyişle Kutyak’da (Avrupa’da) bulunan yazılı taşları, sıntaşları (şekilli taşlar) okuyan Mirşan, İskandinavya’dan, Danimarka, Almanya, Fransa, Portekiz, İngiltere, İtalya’ya Türk izlerinin D.Ö. 4140 dek indiğini gözlemlemiştir.
Diğer bir deyişle bu günden en az 7 000 yıldır Türkler Avrupa’dadır. Mısır’daki çizgili yazıların yaşının bundan 5 bin yıl, Doğu Anadolu içlerinde bulunan benzer yazıların 7 bin yıllık olduğu göz önünde bulundurulursa, Mısır’a sın yazının (hieorolif) bile Anadolu’dan gittiği anlaşılır.
İskandinavya ile Baltık Denizi bundan 12 bin yıl önce buzlarla kaplıydı. Son 10 bin yılda buzullar erimeye başladı, 9 bin yıl önce Norveç ile Danimarka’da buzul kalmadı, 8 700 yıl önce Kuzey İsveç’te tek tük buzul dağı kalmıştı. Bu kesimde bulunan Türklerin sin taşları bugünden yaklaşık 6500 yıl öncedir.
Peki neden Türkler bu soğuk ülkelere gitmeyi yeğlediler bilim bunu arıyor. Bunun nedeni buralarının boş, doğasının güzel, Atlayın(Orta Asyanın) bozkırlaşması olabilir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)