20 Temmuz 2013 Cumartesi

AFRİKALI TÜRKLER TUAREGLER


SAHRA ÇÖLÜ’NÜN TÜRKLERi
image00167.jpg
Onlar çölün mavi adamları… Onlar Büyük Sahra`nın siyah Türkleri… Onlar son Osmanlılar… Hatta hala Osmanlılar…

Misyonerlerin İştahını Kabartan Topraklar
Sarayın penceresinden dışarıya, çökmekte olan akşam karanlığının laciverte boyadığı boğazın sularına bakarken, yanındakilere seslendi Büyük Sultan:”Afrika’daki kardeşlerimiz Fransızların insafına terk edilemez. Ne gerekiyorsa tez elden yapıla.” Fizan’dan gelen habercinin getirdiği bilgiler, çelik gibi bakışlarını daha bir keskinleştirmişti sanki. Afrika kıtasını sömürgeleştirmeye kararlı İngiliz, Fransız ve Almanlar üç koldan kara kıtayı paylaşmak için anlaşmışlardı aralarında. Avrupalı misyonerlerin yer altı zenginliklerine dair anlattıklarıyla iştahları daha da kabaran Fransızlar başlamışlardı bile Afrika’yı kuzeyden işgal etmeye. Önce Cezayir, şimdi kıtanın daha da içleri. Amaçları Çad gölüne kadar tüm Biladüs’sudan’ı, yani Büyük Sahra’nın güneyini ellerine geçirmekti.
Osmanlının Afrikadaki Sınırı
Nijer’in başkenti Niamey’de kaldığım otelde masanın üzerine bırakılan su şişesinin üzerinde yazan bir markadan ibaretti önce Agadez. Sahra çölünün ortasındaki vahalardan çıkarılan kaynak suları, bu isimle turistlere servis ediliyordu. Nerden bilebilirdim ki sonraki günlerde Agadez’in, beni çölün ortasından İstanbul’un derin mavi sularına götürecek, tarihin tozlu sayfalarını karıştırmama yol açacak gizemli bir kent olduğunu.
“Biz Osmanlıyız”
Ertesi gün Nijerli dostlarımızla sohbet ederken, Agadez’in cihan devleti Osmanlı’nın Afrika’da ulaştığı en uzak yer olduğunu öğreniyorum. Ama burayı bizim için asıl ilginç kılan, Osmanlı’nın buraya kadar gelmiş olması değil. Bu insanların hala Osmanlı’ya bağlı oluşu… “Biz Osmanlıyız!” diyor bu kentin insanları. Agadez in valisine hala “Sultan” diyorlar. Bu bölgenin adı hala Agadez Sultanlığı. Üstelik kendilerinin Türk soyundan geldiklerini söylüyorlar. Diğer Nijerli kabilelerden daha açık renkli bir tene sahip olmalarını da buna delil olarak gösteriyorlar. Gerçekten de Agadezliler, Nijer’in diğer şehirlerinde yaşayan insanlara pek benzemiyorlar.
Osmanlı Tarihi Okutuluyor
Afrika’nın ortasında da Osmanlı medeniyetinin izleriyle karşılaşmak gerçekten gurur verici. Osmanlı deyince hala Agadezlilerin gözlerinin içi gülüyor. Okullarında Osmanlı Tarihi, ders olarak okutuluyor. Nijer Cumhurbaşkanı, Türkiye’den gelen heyetlere, Nijer ile Türkiye arasındaki sıcak ilişkilerin Osmanlı dönemine kadar uzandığını büyük bir sitayişle anlatıyor.
Afrikanın Kültürel Mirası
image00221.jpg
Ünlü Agadez Camisi
Agadez, Mali’deki Timbuktu kenti ile birlikte sahranın en önemli iki kültürel mirasından biri. Nijer’in başkenti Niamey’e 1000 kilometre uzakta. Büyük sahranın kuzeye açılan kapısı Agadez’e, uzun bir yolculuktan sonra ulaşılıyor. Kent küçük bir havaalanına sahip. Son zamanlarda turistlerin ilgisini çekmeye başlamış. Körfez ülkelerinden gelen zenginler, Agadez çevresindeki çöllerde ceylan avlıyorlar. Bir kerpiç evler kenti Agadez. Çevresi Harmattan rüzgarının büyük tepecikler oluşturduğu altın sarısı çölle kaplı. Kum denizindeki yeşil adacıkları andıran vahalarda meyve sebze yetiştiriliyor. Harmattan rüzgarı esmeye başladı mı, tozdan göz gözü görmüyor. Buradaki yabancılar için çekilecek gibi değil. Ama çölün mavi adamları için, kavurucu sıcakları biraz olsun kıran bu rüzgar büyük nimet. Yüksek kerpiç duvarlarla çevrili bahçelerde dört kazık üzerine örtülen hasırlardan oluşan çardaklar var. Agadezliler kavurucu sıcaklarda günün büyük bölümünü buralarda geçiriyor.
700 Yıllık Kerpiçli Camii Kebir ve Yusuf Sarayı
Agadez’in mimari açıdan en önemli yapısı, 700 yıllık olduğu söylenen CamiiKebir, yani Büyük Cami. Son derece ilginç bir mimarisi var. Bir benzeri de Timbuktu’da. Afrika İslami mimarisinin en önemli  örneklerinden. Kalın kerpiç duvarlarla inşa edilmiş caminin içinde de saflar kerpiçle birbirinden ayrılmış. Kavurucu çöl sıcağı bu kalın duvarların ardında insanın içini ferahlatan bir serinliğe dönüşüyor. Ama caminin asıl karakteristik özelliğini, üst kısmına doğru incelen kare minaresi oluşturuyor. Hem içerden hem de dış kısmından yukarıya çıkılabilen minare, uzaktan bir piramidi andırıyor. Agadez’in bilinen en eski sultanının adı Yusuf. Bu yüzden şu anda sultan olarak hitap edilen valinin bulunduğu saraya da Yusuf’un Evi deniliyor. Ama saray dediysek, adı saray, yoksa o da kerpiçten.
Çölün Tuaregleri
Gelelim Agadez’in Osmanlı’yla olan ilişkisine. Aslında bölgenin İslam’la tanışması 7. yüzyılda başlıyor. Mağrip ülkelerinden gelen tüccarlar ve Arap yarım adasından buraya ulaşan elçiler, bölgede İslam’ın hızla yayılmasını sağlamış. Büyük Sahra’da yaşayan halklar arasında en yaygın olanları Tuaregler ve Tibular…
Osmanlı arşivlerinde ‘
Tevarık‘ olarak bahsedilen Tuaregler, Hagarlar ve Ezgarlar olarak iki topluluktan oluşuyor.
image00318.jpg
Çölün mavi adamları
Giysileri nedeniyle Çölün Mavi Adamları olarak bilinen Tuareglerden, çetin çöl şartlarına dayanıklı, ticarete yatkın, savaşçı bir kavim olarak bahsediyor tarih kaynakları. Yüzyıllar boyunca güneyden kuzeye uzanan kervan yollarının güvenliğini sağladılar. 19. yüzyılda ticaret kervanlarının önemini kaybetmesi ile ekonomik sıkıntı içine giren bölge, bir yandan da yıllarca sürecek iç çekişmeler yüzünden huzursuzlukla karşı karşıya kaldı. Bunun üzerine, Cihan devleti Osmanlı’ya başvurdu buradaki yöneticiler.

Osmanlıya Katıldılar
Takvimler 1875′i gösterirken, Trablus eyaletine bağlı, Fizan sancağındaki Osmanlı valisine başvurdular. Osmanlı’yı davet ettiler ülkelerine. Bu talep derhal İstanbul’a bildirildi. II. Abdülhamit’in emriyle Osmanlı topraklarına katıldı bölge. Fizan sancağına bağlı olarak, bugünkü Çad topraklarında Reşade, Nijer’in kuzeyinde ise Kavar ve Asben kazaları kuruldu. Buraların güvenliği için asker, imarı için yöneticiler gönderildi. Asben bölgesinde yer alan Agadez’in valisi ise, Osmanlı valisi oldu. Osmanlının sadece Kuzey Afrika’ya kadar uzandığını düşünenler, bölgenin tarihini daha yakından incelediklerinde büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını görecekler. Tıpkı bizim gibi…
Çünkü Osmanlı sadece Kuzey Afrika’ya değil, daha da güneye inerek Batı Afrika’nın iç kesimlerine kadar geniş bir coğrafyaya barış ve medeniyet götürdü. Üstelik bu gelişme, Osmanlının çöküş dönemi olarak gösterilen 19. yüzyılın ikinci yarısında meydana geldi.

Osmanlı Çekilince Fransız Sömürgesi Başladı
1875′ten sonra, bölgenin yer altı zenginliklerini ele geçirmeye çalışan Fransızlar ile Osmanlı arasında tam bir güç gösterisi yaşandı. Bazı küçük çatışmalar dışında bu bölge Osmanlı buradan ayrılana kadar huzur içinde yaşadı. Ancak Trablusgarp savaşıyla birlikte bölgede dengeler değişti. Osmanlı yavaş yavaş bu bölgeden çekilirken, boşluğu Fransa doldurdu. Tabi bu değişim o kadar da kolay olmadı. Çünkü Osmanlı’yı kendi iradeleriyle davet eden Tuaregler, işgalci Fransızlara karşı büyük bir direnç ortaya koydu. Ancak 1918 yılından itibaren Osmanlının bütünüyle Afrika’dan çekilmesi ile birlikte Fransa büyük emeline ulaşmış oldu.

Uranyum Madenlerini Fransızlar Kullanıyor
image00410.jpg
Nijer Cezayir-Libya sınırının hemen güneyinde kalan bir Afrika ülkesi
Fransa tüm Kuzey ve Batı Afrika ile birlikte Agadez ve çevresini de uzun süre işgali altında tuttu. Bölgenin yer altı kaynaklarını acımasızca sömürdü. Ülke bağımsızlığını kazanmış görünse de bu sömürü hala devam ediyor. Nijer’in ana dili Fransızca. Nereye giderseniz Fransız kültürü ile karşılaşıyorsunuz. Nijer şu anda dünyanın uranyum rezervinin önemli bir bölümüne sahip. En büyük uranyum madenleri ise Agadez’in 100 kilometre ilerisinde bulunuyor. Elbette bu madenleri yıllardır Fransa işletiyor. Tabi çıkarılmasında bölge insanı kullanılıyor. Agadez’den çıkan uranyum, Fransa’daki nükleer santralleri çalıştırıyor. Yine zengin altın madenleri de yabancılar tarafından işletiliyor.
Türkiyenin Temsilciliği Bile Yok
Bölgenin petrol rezervi açısından önemi ise yeni yeni keşfedilmeye başlanmış. Çinli bir petrol şirketi büyük sahrada petrol bulmuş. Nijer’in 10 yıl içerisinde çok önemli bir petrol ülkesi haline geleceği konuşuluyor. Ancak bu kaynaklar da Batılılar tarafından sömürülür mü bilinmez. Dileriz bu petrol dost ve kardeş Nijer halkına savaş ve acılar değil, huzur ve refah getirir. Türkiye’nin buralarda bir temsilciliğinin olmaması bizi üzüyor. Son yıllarda karşılıklı bazı heyetler gidip gelerek ilişkileri canlandırmaya çalışıyor.

Kaynak : Ahmet Kayır

Kuzey Avrupa da Türkler

                        KUZEY AVRUPA DA TÜRKLER

    Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan, İTÜ - Türk Dili Araştırmacısı

21. Yüzyılda Avrupa kapısında bekleyen Türkiye’nin Avrupalı olup olmadığı tartışılırken, gerçek olan şudur ki acaba Avrupalılar Türk soylu değil midir ?. Latin, Roma,Yunan, Girit gibi çekirdek Akdeniz uygarlıkları, Erken Türkler olan Sümerlerin Arap Sami soyunun saldırıp yok edilmesiyle Avrupa’ya göçen Türko’lar ile Etrüskler değil midir?.

Batı Avrupa uygarlığı diye övünülen Kuzey ile Batı Avrupa uygarlıklarının yaratıcıları, buzul çağında boş olan, sonraları buraları dolduran Erken Kuzey Türkleri değil midir?. Büyük Atatürk’ün “Güneş Dil Kuramında” savunduğu söylediği gibi tüm dillerin kökü Türkçe’den mi türemiştir ? Bu sorular bir sorgulama değil bir onaydır. Dil incelemeleri kimin nereden türediğini, kimin kimin yakını olduğunu, hangi uygarlığın nereden doğmuş olabileceğini göstermektedir.

Bir ülkenin ulusunun konuştuğu dilin yapısı, o ulus soyunun uygarlık birikimi ile, evrimiyle, geçirmiş olduğu olaylar, etkileşimleriyle doğrudan ilişkilidir. Dilin yapısı güçlü ise yeni sözcükler doğurma yeteneği, anlatım gücüde büyüktür. Bilimde, uygulamada, yazında ilerleyen ulusların dilindeki sözcük sayısı artar, bireylerin anlayış yetileri gelişir.

Dilin kökünün, kaynağının araştırılması kişiyi geçmişin derinliklerine götürür. Dil başkalaşmış uluslar arasındaki bağın anlaşılmasını sağlar. Dil ulusların kardeşliğini ortaya koyan, dolayısıyla barışı sağlayan en büyük yapışkandır. Dil; o ulusun başından geçenlerin bilinmesini sağlar. Kısacası dil, geçmişin birikimidir, ötkendir, antuyustur(tarihtir).

Dili bu güne taşıyanlardan biri; o dili konuşa gelen ulusun ağzında kuşaktan kuşağa taşıdığı söylemler, diğeri yazılı, sesli tutanaklardır. Dil çeşitli nedenlerle bölünen ulusların , göçlerle birbirinden uzaklara ayrılan budunlar(kavimler) ağzında çekirdek bozulmamak üzere yapı, biçim, söylem değiştirebilir.

Sanki bir ağacın bir dalı, diğerlerine göre nasıl çıvıp daha çok sürgün verip, yürüyüp dal budak salıp, daha çok çiçek açıp, daha çok yemiş verirse; bir kökten gelen dil de, onu konuşan budunun yaşama ortamı , uygarlık gelişmesine bağlı olarak çok büyük aşamalar yapabilir.

Bilimi , uygulamayı yazını geliştiren biz Anadolu Türklerinin, Oğuz Türkçe’sini Türkiye Cumhuriyetinde geliştirdikleri gibi. O ülke başka ulusların çizmeleri altında çiğnenmemişse, ülke uzun çağlar başka bir ülkenin boyunduruğu, özgensel(kültürel) etkisi altına girmemişse dili arı kalmış da olabilir. Başkurt, Tatar, Karaçay- Malkar(Kafkas), Kazak, Kırgız, Türkmen Türkçe’si gibi.

Dili bu güne taşıyan en büyük öğelerden biride yazılı, sesli belgelerdir. 20. Yüzyıldan önce ses saklanamadığından geçmişe ilişkin sesli belge yoktur. Ancak yazılı belgeler vardır. Erken çağlarda yazılı belgeler taş, kaya, kil yazıt(tablet), kemik üzerine sın(şekil) çizerek, tamganın (alfabenin) bulunmasından sonra yazarak oluşturulurken, kağıdın bulunuşu ile betiklere(kitaplara) dönüşmüş, 21. yüzyılda bilgisayarın bulunmasıyla ikili sayılar kullanarak yapay bellekler üzerinde saklanabilmiştir.

Türklere ilişkin betikler, en geriye yaklaşık 8 inci çağa(bundan 1300 yıl öncesine) dek inebilmektedir. Turandaki yazılı kayalar 6. yüzyıla, (bundan 1500 yıl öncesine), Sümer’deki kil tabletler bundan 5000 yıl öncesine, Kutyak’taki (Avrupada’ki) yazılı kayalar, sıntaşları ise bundan 6 500 yıl öncesine götürmektedir.

Güney Sümer Türkleri ile Kuzey Kutyak Türkleri arasında yaklaşık 1500 ile 2000 yıllık ayrılık vardır. Kuzey Türkleri yazıyı bundan 6 500 yıl önce Avrupaya götürürken, güney Türkleri Sümerler 5000 yıl önce Orta Doğuyu yazıyla tanıştırmışlardır. Demek ki Türklerin yazıyı buluşları belki 7 bin yıl bile geriye gitmektedir.

Turandaki Türklük ağacının kökü, buzul çağının bundan yaklaşık 9000 bin yıl önce sona ermesinden sonra yaklaşık 7000 yıl sonra Kuzey Avrupa’ya doğru sürgün verdiği, bundan 5000 yıl öncede Güneyde Mezopotamya, Anadolu, Akdeniz’de büyük bir sürgün verdiği yazılı, çizili kalıntılardan anlaşılmaktadır.
    Çağımızda, iki yaşayan yazılı kaya, sıntaşı, tablet okuyucularından biri özü yapı sayışmanı(inşaat mühendisi) olan Kazım Mirşan, diğeri 90 yaşını devirmiş kazı bilimci( arkeolog) Muazzez İlmiye Çığ’dır. Kazım Mirşan olağan üstü düş gücü, yaratıcılığı, engin bilgisiyle Avrupa ile Asya, Anadolu’daki yazılı kayaları okuyarak Türk dilinin izlerini bundan 7000 yıl öncesine dek indirmiştir.

Böylece Avrupa , Yunan, Latin, Etrüsk Girit ile Eski Anadolu Uygarlıklarını kuranların dil kökenlerinin, soy kökenlerinin Türkçe ile Türk olduğunu kanıtlamıştır. Benzer biçimde, Muazzez İlmiye Çığ’da Sümer yazıtlarını okuyarak Sümerlerin bundan 6 ile 7 bin yıl önce Akurgal’a(İki Su Arasına- Mezopotamyaya) göç eden Türkler, Girit Uygarlığını kuranların Karya’lılar, Roma Uygarlığını kuranların ise Etrüskler olduğunu göstermiştir.


Büyük Türk ile Türkçe araştırmacısı Kazım Mirşan Runik, Frik tamgasını (alfabeyi) okuyan ender Türklerdendir. Kazım Mirşan bu 21. yüzyılın en büyük Türklük Araştırmacılarından biridir. O, Erken Türklük ile Erken Türkçe araştırmacısıdır. Runik, Frik gibi eski Türk yazılarını okuyan, anlamlarını orçun (modern) Türkçeye çeviren en önemli çağdaş Türk araştırmacısıdır. Kazım Mirşan Türkçeyi durulaştırma peşinde değildir. Onun ereği; erken Türkçeyi çözme, Türk uygarlığının yayılma alanını belirleme ayrıca yazıtları okuyarak bulduğu eski sözcükleri tanıtmadır .


Runik; Almanca “gizemli” demektir. Runik tamgalar çubuk, çatal, kare, papyon, ok, yay, kuş kanadı, ay, çentikli dal gibi sınlardır (şekillerdir). Bu konuda, Uralların batısında İngiltere, Fransa, İspanya’ya dek yer alan Doğu-Batı Gutyag’da diğer bir deyişle Kutyak’da (Avrupa’da) bulunan yazılı taşları, sıntaşları (şekilli taşlar) okuyan Mirşan, İskandinavya’dan, Danimarka, Almanya, Fransa, Portekiz, İngiltere, İtalya’ya Türk izlerinin D.Ö. 4140 dek indiğini gözlemlemiştir.

Diğer bir deyişle bu günden en az 7 000 yıldır Türkler Avrupa’dadır. Mısır’daki çizgili yazıların yaşının bundan 5 bin yıl, Doğu Anadolu içlerinde bulunan benzer yazıların 7 bin yıllık olduğu göz önünde bulundurulursa, Mısır’a sın yazının (hieorolif) bile Anadolu’dan gittiği anlaşılır.

İskandinavya ile Baltık Denizi bundan 12 bin yıl önce buzlarla kaplıydı. Son 10 bin yılda buzullar erimeye başladı, 9 bin yıl önce Norveç ile Danimarka’da buzul kalmadı, 8 700 yıl önce Kuzey İsveç’te tek tük buzul dağı kalmıştı. Bu kesimde bulunan Türklerin sin taşları bugünden yaklaşık 6500 yıl öncedir.

Peki neden Türkler bu soğuk ülkelere gitmeyi yeğlediler bilim bunu arıyor. Bunun nedeni buralarının boş, doğasının güzel, Atlayın(Orta Asyanın) bozkırlaşması olabilir.

8 Haziran 2013 Cumartesi

                          TÜRKLER  VE SANAT

Makale : 1

“Bizim milletimiz derin bir maziye sahiptir. Bu düşünce bizi elbette altı yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden çok, asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine eşit olan ne büyük Türk devletlerine kavuşturur.”
Mustafa Kemal Atatürk
Türk sanatı, Türk dili, Türk tarihi, Türk örf ve adetleri ve kısaca Türk kültürü dediğimiz zaman bir anda kendimizi başka milletlerden ayırmış oluruz. Tarihin akışı içinde Güney Sibirya ve İç Asya’dan tarih sahnesine çıkarak o bölgelerin coğrafi ve fiziki şartlarına intibak etmiş ve ardından hangi yollardan ve ülkeleri aşarak hangi kültürlerle haşır neşir olarak bugünkü topraklarımıza ulaşmış kültürel bir kimlik kazanmışız. Türk Milleti olarak bir kültür bütünlüğü içinde bugüne nasıl gelmişiz. Milli varlığımızın şuuruna ulaşabilmemiz için nerelerden geçtik, hangi ülkelerin topraklarını aştık. Geçtiğimiz topraklarda hangi yapılar abideleri bıraktık. Bu durumu iyice anlayabilmemiz için milli varlığımız olan sanat eserlerimizi kısım kısım inceleyebilecek, yaşanmış olan yüzyılları süzgeçten geçirerek ve geçtiğimiz yolları adım adım inceleyerek ve bir ilmi sonuca vararak bir bütüne ulaşabileceğimiz kanaatindeyim.
Yüzyıllar boyunca çeşitli kültür hareketlerine sahne olmuş bulunan İç ve Orta Asya’da yaklaşık olarak M.Ö. VIII. ve VII. yüzyıllar arasında, Hunlar bilinmezliğin karanlıklarından sıyrılmış, yeryüzünün ilk imparatorluğunu kurarak, büyük istilalar başarmış, geniş kütlelere hükmetmiş, kültür ve sanatını yaratmıştır. Bir zaman sonra bu yaratıcı kuvvet ve kudretin yıpranması ve zayıflamasıyla, yüzyıllar içinde gelişmiş ve sivrilmiş sanat davranışlarını, daha dinamik ve daha genç bir Türk boyu devir almış ve ona sahip çıkmıştır. Zamanla onun yerine de başka Türk boyları geçmiş, bu tarihi geçit resmi böylece yüzyıllar boyunca sürüp gitmiştir. Yüzyılların akışı içinde Türk ırkının birbiri ardından çeşitli devletler kurarak sürekliliğini ve gücünü devam ettirmesi tarih sayfalarında eşine az rastlanan bir hususiyettir.
Tarih boyunca, bozkır ellerinin birden fazla birlik kurduklarına nadiren şahit  olurken, Türklerin Hunlardan Selçuklu lara gelinceye kadar yirmiye yakın devlet kurdukları ve değişik adlar altında varlıklarını 3000 yıla yakın korudukları müşahede edilir. Bazı tarihçilerimizin bu nadir görülen sürekliliği, değişik bir teoriden ele aldıkları, onların İç ve Orta Asya’nın geniş ufuklarında ve tarihin akışı içinde tek bir siyasi teşekkül halinde yaşayan Türk topluluklarında değişenin yalnız hanedan adları olduğunu bildirmeleri ilgi çekiçidir.
Hunların bir devamı olan Göktürkler, Avarların (Apar) yıkılmasıyla hakimiyeti ele aldılar. Göktürklerin zayıflamasından istifade ederek onları mağlup eden ve topraklarına yerleşen topluluk gerek dil gerek ırk yönünden Göktürklerinin karındaşı olan Uygurlardan başkası değildi. Göktürkler tıpkı Hunlar gibi asker, teşkilatçı, dinamik ve göçebe bir topluluktu. Bu cengaver ve teşkilatçı vasıflara şaşılacak bir medeniyet örneği katan Uygurlar yüz yıl süren hakimiyetleri sırasında Türk plastik sanatına taze renkler getirmişlerdir. Neticede, bu Türk kaviminin eşsiz medeniyetini çekemeyen ve onun hakimiyetine göz koyan güçlü kuzey Türklerinin temsilcisi Kırgızlar da, yabancı bir soy olmayıp, aynı dili konuşan Uygurların en yakın akrabalarıdır. Bu değişiklikler sırasında eski hakim boylar yerlerini yeni gelen istilacılara terk etmez, hep beraber aynı topraklarda kalırlar. Bir müddet sonra diğer bir Türk topluluğunun yıldızı parladığı ve Kırgızların hakimiyeti Karluklara kaptırdıkları görülür. Böylelikle, Hunlardan başlayarak yüzyıllar boyu devam edegelen Türk topluluğunun sanatını muhafaza etmesi ve geliştirmesi, zamanımıza kadar ulaştırması, kültür ve sanat tarihi çerçevesinde de şimdiye kadar görülmemiş bir hadisedir.
Son çeyrek asır içinde, Türk sanatının en erken devirlerine ait keşifler fevkalade bir gelişme gösterdi. Orta Asya’nın ücra köşelerinde, dağların ıssız bölgelerinde ve nehir kenarlarında bulunan Türklere ait mezarlar, kurganlar keşfedildikçe Türk sanatının kaynaklarına doğru bir yönelme oldu. Atalarımızın resim, heykel ve süsleme sanatlarının en eski örnekleri gün ışığına çıkartıldı. Türklerin Uygurlardan ve Göktürklerden çok daha önceleri son derece ilgi çekici sanat eserleri olduğu meydana çıkınca, bize yepyeni bir dünyanın hitap ettiğine şahit olduk. Şaşkın ve hayran bir şekilde onun sesini duyuyoruz. Bakışlarımız Antik Çağ’a kadar uzanıyor, bu bakış bize Antik Çağ’la eşit olan yepyeni bir dünyanın kapılarını açıyor. Tarihin en sisli devirlerinden ansızın karşımıza çıkan erken dönem Türk sanatının kaynakları bütün çıplaklığıyla gözlerimizin önüne seriliyor. Bu araştırmalar ve keşiflerle yepyeni bir zemine ayak basıyoruz. Öyle bir zemin ki, resim, heykel ve süsleme sanatlarımızın, halıcılığımızın, keçe sanatımızın, el sanatlarımızın ilk örneklerini bize aksettiriyor, giyeceklerimizin ilk çıktığı noktaya ulaşabiliyoruz.
Ancak bundan sonradır ki daha ileride İslamiyet’i kabul etmiş, siyaset dünyasında büyük varlık gösteren birçok Türk topluluklarının sanat temalarını ve kültürlerini daha iyi anlamamamız mümkün oluyor.
İç Asya’nın uçsuz bucaksız topraklarında araştırma yapan bilginler, arkeologlar, kurganlardan, mezarlardan o kadar çok bulgular çıkarttılar ki, sonuçta Türk sanatının kaynakları büyük bir açıklık kazandı. Şimdi elimizdeki bu zengin malzeme ile İslamiyet’ten önceki Türk sanatının erken çağının kapılarını açıyoruz.
Bu arada Türk Sanatı Tarihi ve kültürü yönünden gün geçtikçe önemi belirmeye başlayan, Hun toplulukları Göktürkler ile Uygurlar hakkında yapılan incelemeler ve yayınlar son derece ilgi çekicidir. Belirtmek gerekir ki, bu en eski Türk topluluklarına ait incelemeler Orta Asya ve Çin tarihi üzerine yapılan araştırmalarla hızlanmış ve önem kazanmıştır. Önceleri Macar asıllı zannedilen bu Hun topluluğunun menşei üzerinde bilhassa Macarlar derin incelemelerde bulundular. Bilahare Moğol, Fin veya Slav gibi milletlerden biri sayılan gerçekte ise ekseriyeti özbeöz Türk soyuna mensup olan bu kavmin Türk sanatının en erken dönemini içine aldığı, gün geçtikçe açıklık kazandı. Son zamanlara kadar yabancı sanat tarihçilerinin, bir barbar sürüsü diye adlandırıp tanıttıkları bu atlı kültür mensupları, ham demire kimsenin bilmediği şekilde su verip onu çelikleştirmeyi başarmış, en mükemmel kılıç ve kargıları yine onlar yapmış, silahlarını ve at koşum takımlarını fevkalade bir tabiatçı anlayışıyla çeşitli figürlerle süslemişlerdi.
Roma tipi sandal veya çarıkla toprağa basan topluluklarınkiyle büyük tezat teşkil eden ceket, pantolon ve baldırlarını kıskıvrak saran meşin çizmeden ibaret kıyafetleri, Hunlara, Göktürklere ve diğer Türk topluluklarına rahat bir hareket kabiliyeti sağlıyor ve bu suretle bu dinamik ve delip geçici Türk kavimlerine dolu dizgin at koşturma imkanı bahşediyordu.
İşte tarihte bilinen ilk göçebe Türk imparatorluğunu kuran Hunların, Göktürklerin, Uygurların ve diğer Türk toplulukların sanatları ve kültürleri ile ilgili son keşifleri, bulguları ve sonuçları burada kısaca aksettirerek, memleketimizde bu konu üzerindeki çalışmaların boşluğunu gidermeye çalışacağız.
 Türklerde Kültür ve Sanat / Prof. Dr. Nejat Diyarbekirli [s.827-894] - Türkler Ansiklopedisi

Makale : 2

İlk Türk Devletlerinde Sanat


Picture
 
Orta asya türksanatının temeli ilk Türk devletlerinde görülen atlı göçebe kültürüne dayanmaktadır. Konargöçer biryaşam tarzını benimseyen Hunlarda ve Köktürkler de taşınabilir sanat eserleri öne çıkarken yerleşik hayata geçen Uygurlarda farklı eser tipleri görülmüştür. Orta Asya'da yerleşik kültürlerle yanyana yaşayan Türkler sabit ev kültüründen haberdar olmalarına rağmen konargöçer yaşam tarzından dolayı çadırda yaşamayı tercih etmişler, bu da çadır sanatının gelişmesine neden olmuştur. İlk Türkler ölüyü çadıra koyup yas töreni düzenler, daha sonra ölünün mezarı üzerine kerpiç, taş ve ağaçlar ile kulübe yaparlardı. Çadır geleneği, mimarinin yanında süsleme sanatını da etkilemiştir. Orta Asya’da Türklerin kullandıkları özellikle kağan çadırlarının süsleme bakımından daha zengin ve daha büyük olduğu bilinmektedir. Süslemelerde genellikle; kaplan ile dağ keçisinin, grifon ile geyiğin ya da bu tür hayvanların mücadelelerini konu edinen betimlemeler vardır.
        Köktürkler döneminde anıt mezar geleneği bazı değişikliklerle devam etmiştir. Yerleşik yaşamı benimseyen Uygurlar anıt mezarları, çadırdan esinlenerek kubbeli yapmışlardır.
     
        Türkler; demircilik, dokumacılık,dericilik,maden ve ahşap işçiliği gibi el sanatları ile uğraşmışlardır.Türk maden sanatının ilk örnekleri altın,gümüş,demir ve bronz gibi madenlerden elde edilmiştir.Ahşap işçiliğine önem veren Türkler,ihtiyaçlarına göre sandalye,masa,dolap,karyola gibi ev eşyaları,mutfak takımları, göçlerde kullanılan at koşum takımlarını da ustalıkla yapmışlardır.
 
Eski türklerde müzik ile tedavi ile ilgili resimler4.jpg
 
Image
 
 

4 Haziran 2013 Salı

Türklerde geleneksel kıyafetler

                        Türklerde Geleneksel Kıyafetler
Kıyafet konusu insanlık tarihi kadar eskidir. Zira, çıplak doğan ve giyinen tek canlı varlık insandır. İnsanların elbiseleri onların içine girip oturdukları ilk evi sayılmaktadır. İnsanlar neden giyinirler diye sorulduğunda pek çok unsurun etkili olduğunu görürüz. Başlangıçta, kıyafetlerini sıcak, soğuk, kar ve yağmur gibi tabiat şartlarından korunmak için giymişlerdir.

İklim, coğrafya ve tabiat şartları kadar dinî inanışlar ile kültürel değerler de kıyafeti belirlemiştir. Kıyafet bir yönüyle bireyin yaptığı işi (asker, sivil, polis, din adamı, hemşire vs…) dolayısıyla statüsünü, diğer yanıyla da ekonomik durumunu ve cinsiyetini ortaya koymaktadır. Kıyafetteki gelişmeler zamanla estetik ve moda denilen tarzın doğmasına yol açmış olup, çeşitli milletlerin ve insan topluluklarının dini inançlarına, medeni durumları ile örf ve adetlerine göre farklılıklar göstermiştir. Kıyafetin tercihinde, iklim şartlarının, dinî inanışların, kültürel farklılıkların, zevklerin, hatta ekonomik durum ile bazı sosyal değerlerin etkisinden söz edilebilir. Kısacası, giyim, insanın mevkiini, cinsiyetini, milliyetini, bölgesini, ait olduğu kabilesini, medeniyetini, inanç, duygu ve düşüncesini ortaya koyup belirlemektedir. Bu belirlemede önceleri başa giyilenler üste giyilenlerden daha önemli olmuştur. Şapka, sarık, fes, kipalar ait olunan topluluk ve inançları hakkında fikir vermiştir.
Medeniyet tarihinin bir parçası olan kıyafet, sadece elbise olmayıp vücuda yapılan dövme, saç, sakal ve bıyık şekli, kadınların saç biçimleri ve özellikle başa giyilen başlıklar bir toplumu diğerinden ayıran önemli özellikler olarak görülmüştür Cinsiyetin tanımlanmasına da yardımcı olan kıyafet, sözlü olmayan iletişim aracı olarak, karakterin sosyalliğin hatta havanın/tavrın değişmesini şekillendirir. Giyimde veya örtünmede dinin ve kültürün etkili olmasından dolayı bu alandaki değişim dinin ya da kültürün değişimi olarak algılanmıştır.
Kıyafet konusu oldukça karmaşıktır ve insanın neden giyindiği, giyiminde etkili olan faktörlerin neler olduğu, bu konuda ne gibi yasal düzenlemeler ile müdahalelerin yapıldığı ve dinlerin kıyafet konusundaki kurallarının neler olduğu düşünülmektedir.
Bu makalede geçmişten günümüze Türklerde kıyafetin gelişim ve değişiminin kısa tarihi ortaya konmaya çalışılacaktır.

I. Eski Dönem Türklerinde Kıyafet

Eski Türklerin kıyafetleri konusunda gravürler ve birtakım tarihi kalıntılardan bilgi edinilmiştir. Eski Türkler gerek göçebe hayatın gereği gerekse hayvancılıkla uğraşmalarından dolayı Orta Asya’da daha çok deriden yapılmış rahat kıyafetleri tercih etmişlerdir. Bir iç don, üste giyilen kaftan, çapan, şapan ya da çarpıt denilen bir çeşit hırka, ceket ya da palto ve ayağa giyilen çizme ve çarık bozkır kültürün dış giysileriydi. Kadınların giysileri ise şalvar, cepken ve ayakkabı ile başlıklardan oluşmuştur. Şalvar veya pantolon giymek rahatlık bakımından savaşçı kavimlere özgü bir giyimdi. Hunlardan itibaren atlı birliklerin kurulmasıyla, pantolon giyilmesi zorunlu olmuştur. Üzerine de kaftan ve şalvar giyilmiştir. Giysilerinin kumaşı seyahatte ve savaşta deriden, gündelik yaşamda kumaştan yapılmıştır. Çizmeler ise deri ve keçeden olup yarım ya da uzundu. Yerleşik hayata geçişle birlikte dokuma giysiler giyilmiştir. Eski Türklerde ve Selçuklulardaki giyim tarzının birbirine benzediği yalnız Selçuklu kıyafetlerinde kadını erkekten ayıran en önemli unsurun baş kısmında olduğu görülmüştür. Kadınlar başörtüsü olarak bürüncük ve yaşmak kullanmışlardır.Eski Türklerde giyim eşyası olarak koyun, kuzu, sığır, tilki ve biraz ayı derisi ile koyun, keçi, deve yünü kullanılırdı. Bozkırın tipik elbisesi caket- pantolon idi. Çünkü süvari en rahat şekilde böyle giyinebilirdi. Başka kavimler kopça kullandıkları halde, Türkler düğme kullanırlar ve caketlerini, Çinliler ve Moğolların aksine sola açarlardı. Soğuk ve sıcak havalarda giyilen pelerinler kullanırlar, ayaklarına çizme, başlarına börk giyerlerdi. İleri gelen makam sahipleri, başlıklarının daha uzun ve gösterişli olmasından tanınırdı. Hun, Göktürk, Uygur, Avar ve Hazarlar, Oğuzlar ve Bulgarlara ait belgelere göre genellikle sakallarını kestiren Türk erkekleri, uzun kesilmiş saçlı ve bıyıklı idiler. Attan inmek, börk ve başlıkları çıkarmak saygı işaretiydi.
Eski Türklerden Uygurların kürk ve süslü şapkalar giydikleri, kadınları hotozlu şapkaları ve samur derileri, beyaz keçeleri ve zamanın çok değerli ve ünlü çiçeklerle süslenmiş kumaşları olduğu bilinmektedir.
Eski zaman ordularında herkes istediği gibi giyinerek savaşa gitmişlerdi. Fakat her toplumun kıyafeti kendine özgü olduğundan herkes yurttaşlarını giysilerinden tanımaktaydı. Eski Yunan ahalisinden Ispartalıların kırmızı elbise giyerek savaşa gittikleri Romalıların ise asker için üniforma kabul ettikleri bulgulardan anlaşılmaktır. İslamiyet’in ortaya çıkışında her Müslüman cihat görevi ile yükümlü olduğundan askeri kıyafet konulmasına gerek görülmemişti.

II. Osmanlı Döneminde Kıyafet

Osmanlılarda kıyafet, toplum yaşamının bir ifadesi olup, giysinin kumaşı kadar, renginin de bir anlamı vardı ve giyenin ait olduğu toplum düzeyini yansıtmaktaydı. Sarayda giyilen kumaş, biçim ve renkte kıyafeti halkın giymesi yasaklanmıştır. Ayrıca, giyenin mevkii ne olursa olsun, giysileri giydiği yere ve zamana göre değişmektedir. Törende ve seferde giyilenler günlük giyilenlerden farklıydı. Kıyafet hakkında seyahatnameler ve yabancıların hatıraları önemli bilgiler vermektedir. Osmanlı Döneminde 1554’den 1562’ye kadar Avusturya elçisi olarak görev yapan Ogier Ghiselin de Busbecq bu süredeki gözlemlerini arkadaşına yazdığı mektuplarında: Türklerin felaketi hatırlattığı için siyahı sevmediklerini ve daha çok yeşili tercih ettiklerini anlatmıştır. Ayrıca; başları sarıklı büyük bir kalabalığa bakıldığında, bembeyaz ipekli kumaşlara bürünmüş, bir renk cümbüşünün yaşandığını ve o zamana kadar böyle bir manzarayı görmediğini itiraf ettikten sonra bu kadar zengin ve göz alıcı görünüşte bile bir sadelik ve tutumluluk olduğuna dikkat çekmiştir. En üstten en alt kademedeki memura kadar hemen herkesin aynı biçimde elbiseler giydiklerini, Türklerin elbiselerinin boyunun topuğa kadar uzun olduğunu bunun da onları iri yarı ve uzun boylu gösterdiğini, kendilerinin ise elbiseye hesapsız para harcandığını ve elbisenin boyunun kısa ve dar olduğunu bunun da vücudun bütün hatlarını olduğu gibi meydana çıkardığını bu durumun da adamın boyunu kısa ve adeta cüce gösterdiğini yazmıştır. 16.yüzyılda Türkiye’ye gelen İngiliz seyyah F. Moryson ise o dönemde giyilen başlık ve külahlar ile üzerine sarılan tülbentlerden erkek ve kadın giysileri ile aksesuarlarından geniş örnekler vermektedir.
Bu konudaki bir başka örnek 18.yüzyılın başlarında Osmanlı’ya ait gözlemlerini anlatan Lady Montagu’nun mektuplarıdır. 1 Nisan 1717’de Edirne’den Kontes…ye yazdığı XXVIII. mektubunda Montagu, üzerindeki kıyafetinden hareketle Osmanlı giyimini şöyle tasvir etmiştir:”…Çok geniş bir şalvarım var. Bu şalvar gayet ince, gül penbesi, kenarı sırmalı damiskadan yapılmış. Terliklerim beyaz deriden ve sırma işlemeli. Şalvarın üzerine beyaz ipekten, etrafı kamilen işlemeli bir tül gömlek sarkıyor…Entari, adeta vücuda göre biçilmiş bir caket…beyaz Şam kumaşından…Uzunluğu ayaklarıma kadar…Kürk, Türk kadınlarının bazan giydikleri, bazan çıkardıkları bir ev libası…Başa kalpak denilen bir serpuş giyiliyor” dedikten sonra çeşitli işlemelerden söz etmiş ve devamla” Türkiye’de güzeller İngiltere’dekinden daha çok ve hepsi de mütenevvi. Burada hiçbir kadına tesadüf edilmez ki güzel olmasın. Hemen hepsi de kara gözlü, tenleri dünyanın en güzel renginde. Bence İngiltere Kral Sarayı bütün Hıristiyanlık âleminde en güzel kadınların bulunduğu bir yer ise de, orada da buradaki kadar güzel yok..Gözlerinin etrafına sürme çekiyorlar, bu suretle kirpikleri aydınlıkta ve hele gündüz oldukça bir mesafeden parlıyor. Bunu Rum kadınları da kullanıyor…” Bir başka hatıratta ise 19.yüzyılın Osmanlı İstanbul’unda kıyafetlerin çok şaşırtıcı olduğu, aynı şekilde giyinmiş iki kişiye rastlanamayacağı belirtilerek, başa sarılmış, şallar, kareli mintan ve cepkenler, ruhban kıyafetleri ve yeşil, turuncu, sümbül renkli feracelerden ipek gömleklere, sırma işlemeli mendillere kadar Türk kadın kıyafetlerini hayranlıkla seyredilebileceği belirtilmiştir.
Osmanlı’da Hıristiyanların yaşayış biçimleri Müslümanlardan ayrılmış ve bunların kendilerine benzememeleri konusunda dinî bir titizlik gösterilmiştir. Hıristiyanlar yaşayışlarında ve giyimlerinde birçok kayıtlara tabi tutulmuşlardır. Türklerin gayrimüslimlere olan üstünlüğüne büyük bir özen gösterildiği kadar Hıristiyanlar arasındaki merasim silsilesine de riayet edilmiştir. Rumlar ön safta olmak üzere Ermeniler ve daha sonra da Yahudiler gelmiştir. Gayrimüslimlerin kıyafetleri divandan çıkan hükümlerle belirlenir, onlar bu hükümlerin belirlediği kıyafet dışında elbise giyemezler, aksi halde cezalandırılırlardı. Gayrimüslimlerin kıyafetleri de birbirinden farklı kılınmıştı. Osmanlı’da her kesimin değişik şekillerde belirlenmiş kıyafetleri vardı. Bunun dışına çıkanlar uyarılmışlardı.
Osmanlılar, Yeniçerilerin halktan ayırt edilebilmesi için askerî kıyafeti kabul ettiler. Bundan 121 yıl sonra Fransa’da bazı süvari bölükleri için üniforma kabul edildiğine bakılırsa, askerî kıyafeti ilk kez Osmanlıların kullandığı söylenebilir.
Dinen “elbisenin hayırlısı beyazdır” hadisi gereği Selçuklu ve Osmanlıda beyaz renge önem verilmiştir. Ferace, Fatih dönemine kadar Osmanlı Sultanlarının kıyafeti olmuştur. Osmanlılarda ayakkabılar da rengine göre farklılık göstermekte olup, subaylar sarı, erler kırmızı, ulema ise mavi renkte ayakkabılar giymişlerdi.
Osmanlı kadın giyiminde zaman içinde entari, şalvar ve gömlek ile ceket ve etek olarak üç tip kıyafet kullanılmıştır. Sokağa çıkan kadınlar kıyafetlerini ferace veya çarşafla tamamlarlardı. Yüzlerini de yaşmak denilen bir örtü ile örterlerdi. Feraceler toz pembe, havai mavi, açık yeşil gibi uçuk renkte yapılan bol bir giysidir. Evde modası pek değişmeyen şalvar giyilmiştir.

Tho.Mc.Lean isimli bir İngiliz, 1818’de Londra’da Türk Askeri Kıyafetleri üzerine yazdığı eserinin önsözünde özetle şunları söylemiştir: “Türkler güzel bir cins halk diye tabir olunabilir. Genel seviyeden yüksek boylu olanlar hayli derecede zarafet sahibidirler… Vakarlı ve ruhlu simaları vardır. Bu güzelliklerinden bazıları ihtimal kıyafetlerinin şekil ve tarzından ileri geliyordu. Türklerin kıyafet ve elbisesi genelde giyenlerine önem ve itibar verecek ve hatta heybetli gösterecek şekilde hesap edilmiştir. Muhteşem bir sarık, zengin ve iri katları ile başı sarmakta genelde kıymetli kumaştan ve enfes güzellikte olan bol ve sarkık bir kaftan vücut ve endamı kaplamakta, güzel bir kuşak ile bel tarafı sarılmakta yatağan, hançer, piştovlar ve diğer silahlar kuşağın arasına sokulmakta ve gayet değerli Şam işi palanın kumaştan sarkmakta olduğu görülmektedir. Güneşten yanmış yüzüne siyah gözleri zarif bir güzellik vermektedir. İri bıyıkları ise aynı zamanda hem sevimli hem de seçkin olan bir çehreye sertlik ve şan vermekteydi.”
Anadolu’da giyimin tarihi M.Ö. 7000 yıllarına kadar uzanmakta olup, pek çok kavmin etkisiyle meydana gelmiştir. Anadolu’daki kadın erkek kıyafetleri günümüze kadar belli bir senteze ulaşarak gelmiştir.Türk kadınları manto gibi uzun bir elbise olan feraceyi 18.yüzyılın başlarına kadar giymişler, ancak II.Abdülhamid devrinin ortalarında giyilmesi yasak edilmiş, daha sonra yerini çarşaf almıştır.
Osmanlı döneminin başlarında askerden başka herkesin istediği gibi giyindiği yalnız asker ve memurların elbise ve kıyafete tabi oldukları görülmüştür. Herkesin hangi sınıf memur ya da asker olduğu başındaki kavuğundan, sırtındaki kürk ve cübbesinden anlaşılırdı. Sakal mülkiye ve ilmiye sınıfına özgü olup asker sakal bırakmazdı. Özel kanunlarla her askerin kıyafeti belirlenmişti.
Osmanlı’da Avrupa modasını ilk takip edenler saraya ve üst sınıfa mensup Müslüman kadınlar olmuştur. Dolayısıyla kıyafetteki değişim ilk önce sarayda başlıyor, sonra mali durumu iyi olan ailelerde, daha sonra da halkta görülüyordu. Batılı giyim önce eldiven, çorap gibi aksesuarlarda başlamış, zamanla dış giyimi etkilemiştir. Avrupai kıyafetler ekonomik duruma göre ya kendileri giderek veya orada yaşayan yakınları aracılığıyla Paris’ten getirtilmiş veya diktirilmiştir. Bu gelişmeler sonucu 19.yüzyılın sonunda ferace ve yaşmak zamanla kaybolmaya yüz yutmuş ve II.Abdülhamid döneminde feracenin yerini peçe ve çarşaf almaya başlamıştır.
Osmanlı topraklarına gelerek 1490’larda İstanbul’a yerleşen Yahudilerin de kıyafetleri kendine özgüydü. Levi’ye göre Yahudi kıyafetinin gelişiminde üç unsur etkili olmuştur. Bunlardan biri Anadolu topraklarında yaşayan Bizans Yahudilerinin (Romaniyot) geleneksel kıyafeti; diğeri İspanya’dan Osmanlı topraklarına sığınan Yahudilerin beraberinde getirdikleri İspanyol giyim tarzı bir diğeri ise Osmanlı Türk giyim anlayışıdır. Osmanlıda kıyafet kişisel zevkten öte bir konuydu ve toplumsal hiyerarşinin korunmasındaki temel unsurlardan biriydi. Müslüman kesim ile gayri Müslim arasındaki farkın belli olması ve gayri Müslimlerin giyimlerinin daha gösterişli olmasını önlemek için padişahlar yayınladıkları fermanlarda şu konulara dikkat çekmişlerdir: 1-Tüm ‘kafirler’ gibi İslam dininde kutsal olan yeşil renk Yahudilerde yasaktı. Beyaz özellikle Müslümanlar tarafından başlıklar için kullanılırdı. Yahudilerin özellikle dış sokak giysileri genelde koyu renk veya siyahtı. Ayakkabılara da aynı kısıtlama getirilmekteydi. Müslümanlar sarı, Yahudiler siyah renk ayakkabı giyiyorlardı. 2-Yahudiler tarafından kullanılan kumaşlar Müslümanların kullandıkları kumaşlardın daha lüks veya kaliteli olamazdı. 3-Başlıklarda kullanılan kumaş uzunluğu ve cübbenin genişliği belli ölçülere uymak zorundaydı. Aslında kıyafet ayrımını Yahudiler de istemekteydi. Bu, Tevrat’ta yer alan “Oturduğun Mısır diyarının veya seni götürdüğüm Kenaan topraklarının alışkanlıklarını taklit etmeyeceksin ve adetlerini uygulamayacaksın” buyruğunun da gereğiydi. Yahudi erkekler Yahudi olmayanlardan sadece elbiselerinin rengi ve taktıkları başlıklarla ayırt edilmekteydiler. Başlarına yukarı doğru silindir şeklinde bir başlık takmaktaydılar. Başlığın alt kısmı renkli bir türbanla çevriliydi. Dönemin Yahudi kadınları, koyu renk cübbe, başlarını örten geniş şal giyerlerdi. Gün içinde şalvar ve elbise gibi rahat giysiler tercih edilirdi ve bu giysilerin türleri yöreye göre değişirdi.

Osmanlı Sarayında Sultanlar giyim kuşamlarına çok önem vermişler, pahalı ve lüks kumaşlardan dikilmiş kaftanlar giymişlerdir. Sultanlar günlük yaşamlarında altta şalvar, üstte gömlek veya iç entarisi üzerine de kısa veya uzun kaftan giyerlerdi. Hem erkek hem kadın giysisi olan feraceler ile kaftan ve her padişahın farklı isimlerle anılan başlıkları vardı. Bayramlarda, cenaze ve tahta çıkma törenlerinde, elçi kabullerinde, savaşta giyilen giysiler ve renkleri değişirdi. Çocukların da kendilerine göre olan giyimleri 18.yüzyıla kadar geleneksel olup, bu yüzyıldan sonra Batının etkisine girmiştir.
Kısacası, Osmanlı’da elbiseden ziyade özellikle başa giyilen başlıklar önemliydi.Erkeklerin başlarına giydikleri sarık, rütbe ve makamı belirlerdi. Askerî ve sivilin kıyafeti ile kadınların kıyafeti ayrı ayrıydı. Kıyafet ve özellikle başlık bir insanın dinini ve sosyal statüsünü belirleyen önemli unsurlardı. II.Mahmud dönemine kadar geleneksel giyim tarzı uygulanan Osmanlı’da saray mensupları ile devlet görevlileri ve askeri kesimin uyulması zorunlu olan kıyafetleri olmuştur. Dini ve etnik azınlıkların da özel kıyafetleri vardı.

Batı karşısında 17.yüzyılın sonlarından itibaren yenilerek toprak kaybetmeye başlayan Osmanlı Devleti’nde yenileşme hareketlerine başlanmıştı. İki yüz yıllık dönemi kapsayan bu süreçte zamanla Batılılaşmanın boyutları genişlemiş ve eğitim, hukuk, siyaset gibi alanlara, dolayısıyla dış görünüşe yani kıyafete de yansımıştı. İlk yenileşme orduda olduğu için bu konudaki ilk değişim de askeri kıyafette meydana gelmiştir. III.Selim’in (1789-1807) gerçekleştirdiği Nizam-ı Cedid hareketiyle aynı ismi alan yeni Avrupaî bir ordunun kıyafetinde de eskiden uzaklaşma başlamıştır. II.Mahmud dönemine (1808-1839) gelindiğinde 1826’da Yeniçeri Ocağını kaldırılarak Avrupaî tarzda Asakir-i Mansure-i Muhammediye adında bir ordu kurulmuştur. Yeni ordunun kıyafeti Batı tarzında ceket ve pantolon olarak düzenlendi. Yeniçeri kıyafetlerindeki askeri sınıfların, rütbelerin farklı renk ve biçimdeki başlıkları yeni askerî kıyafetle terk edilerek tek örnek elbise ile başlık olarak da mavi püsküllü Tunus fesi kabul edilmişti. Tunus’a elli bin fes siparişi verilmiş ayrıca yeni ordunun çeşitli ihtiyaçları için modern fabrikalar kurulmuştur.

Kürk, II.Mahmud döneminden sonra kullanılmağa başlanmış ve Rusya’dan getirilmiş olan bu kürkler Ruslar için Osmanlı ülkesinde önemli bir ticaret aracı olmuştur. Asker ve memurlar için devleti temsil ettiklerinden düzenli olması için setre ve pantolonu kabul etmiştir. Halkı ise serbest bırakmıştı. Halk için “başı bozuk” deyiminin kullanılması, istediği şerpuşu giymesinden ileri gelmiştir.
II.Mahmud’un neden kıyafetle uğraşıp ele aldığını ve bu inkılâbın önemini o tarihte İstanbul’da yaşamış olan bir İngiliz gazeteci şöyle belirtmiştir: “Kıyafette ıslahı meydana getirebilmek için fazla enerji sarf edildi. Çünkü kıyafet halkı Avrupalılardan ayıran büyük bir maniaydı II. Mahmud Batı kıyafetini önce kendisi benimseyen ve isteyenlerin de sakallarını kesebileceklerini irade eden ve yeni kurduğu ordusunu tam bir Avrupa ordusu olarak görmek isteyen bir padişahtı. Başa kavuk yerine fesin geçirilmesi, şalvar, cepken setre, pantolon giyilmesini sağlamak istemişti. Yenileşme hareketlerinde çok ileri gittiği için muhafazakâr çevreler tarafından gavur padişah olarak anılmıştır”
Falih Rıfkı’ya göre, Doğu milletlerini batılılaştırmakla, eski kıyafet ve başlıkları değiştirmek bir arada gitmiş bu yüzeyselcilere göre bir benzeme ve şekilce farksızlaşma, devrimcilere göre kafanın dışını değil içini değiştirme sayılmıştır. Büyük Petro da Ortodoks Ruslara kalpak yerine şapka giydirebilmek için Moskova şehrinin etrafını topçu bataryaları ile çevirmişti.
Kılık kıyafetteki düzenleme sivillere de uygulanmış ve çeşitli memur sınıflarının kıyafetlerini belirleyen iradeler yayınlanmıştı. Cübbe ve sarık yalnız ulemanın giysisi olarak kalacak, diğer siviller ise tek başlık olarak sadece fesi giyeceklerdi. Özellikle kadın kıyafetlerinden ”ferace ve yaşmak“ değişikliğe uğramıştır. 1880’lerde feracenin yerini çarşaf almaya başlamıştır. Bu dönemde hanımlar da beyler gibi Avrupa modasını takip etmeye başlamışlardır. İstanbul hanımları Paris ve Londra modasını izlemişlerdir.
1908’de Meşrutiyet’in ilânıyla özgürlük, eşitlik, kardeşlik fikirleri önem kazanmıştı. Basından sansürün kaldırılması ve fikirlerin özgürce ifade edilmesi üzerine Batıcılık, Türkçülük ve İslâmcılık adıyla anılan bazı fikir akımları doğmuştur. Bu akımların temsilcileri çıkardıkları gazete ve mecmualarda Batı karşısında geri kalan ve çözülen devletin kurtuluşu için çözüm önerileri getirmişlerdir. Bunlardan Batıcılık akımı temsilcilerinin başta Abdullah Cevdet olmak üzere toplumun gelişmesi, içinde bulunduğu durumdan kurtulması için savundukları fikirlerini İçtihat isimli yayın organlarında, 1912 yılında Kılıçzâde Hakkı imzalı ‘Pek Uyanık Bir Uyku’ başlıklı yazıda ortaya koymuşlardır. Bunlar çağdaşlaşmayı ‘ya garplılaşırız ya da mahvoluruz’ sözleriyle açıklarlarken, Batının gülü ve dikeniyle birlikte alınmasını istemişlerdir. Kadın konusunda tek eşle evliliği, Avrupa medenî kanununu, kadınların tıp tahsili yapmalarını ve adab-ı muaşeret kuralları çerçevesinde dilediği gibi giyinmesi gerektiğini; fesin yerine yeni bir serpuş giyilmesini, sarık ve cübbenin yalnızca din adamları tarafından giyilmesi gerektiğini savunmuşlardır.
İslamcılar dinî ve manevî değerlerin korunmasını ve kadının tesettüre riayet ederek istediği eğitimi alabileceğini ve istediği işte çalışabileceğini ileri sürmüşlerdir. Türkçüler ise dil, tarih ve kültürde büyük Türk birliğini, kadının kıyafeti konusunda ise, onun giysisinden ziyade aile ve toplum içindeki eğitim, çalışma ve sosyal hakları üzerinde durmuşlardır.
1908 sonrası Avrupaî giyim tarzı dinî ve millî değerlerle birlikte ele alınmıştır. Bu dönem kadın dergilerinde giyim, iffetle ve millileşme ile bağlantılı olarak değerlendirilmiştir. Giyimde milli ürünlerin kullanılması tercih edilmiştir.
Bir dönem Avrupa kadın modasına örnek olan Türk kadınının kıyafetleri özellikle başına sardığı örtülerin ‘Türk türbanı’ diye resimlerde yer alması onun Avrupalı kadınlara giyimde etkisi olduğunun kanıtı olarak gösterilmiştir. Bu dönemde İstanbul’da ve diğer büyük şehirlerde çarşaflı ve peçeli kadına rastlanmakla beraber, Avrupa modasının hakim olduğu bazı kadın dergilerinde elbise, manto ve tuvalet modelleri de yer almaktaydı. Peçe ve çarşaf terk edilmeye başlanmıştı ve 1912’de Amerikan Elçiliği’nde verilen resmî davete bir Türk kadını peçesiz olarak katılmıştı.
Balkan Savaşları (1912-13) sonrasında göçmen olarak Balkanlar ve Kafkaslar ile adalardan gelenlerin kıyafetlerinin farklı olmasından dolayı kılık kıyafette birlik oluşturulmaya çalışılmıştır. Kadınların çalışma hayatına atılmalarıyla birlikte eski giysileri yerine daha pratik ve rahat kullanımlı giysiler benimsenmiş, çarşaf ve peçe kullanımı giderek azalmıştır. İttihat ve Terakki Partisi, Türk Ocakları ile kadın kıyafetini düzenlemeye çalışmıştır. Enver Paşa Birinci Dünya Savaşı’nda özellikle sıcak memleketlere giden kıtalara kabalak isimli güneş siperli başlığı icat etmişti. Kara ordusu askerlerine giydirdiği bu serpuşun adına ‘Enverî’ denilmiştir. Kadın kıyafeti konusunda tesettürden yana olan Enver Paşa, 1916 Ekiminde kuruluş hazırlıklarına başlanılan Birinci Ordu Kadın İşçi Taburu için düzenlenen talimatnamede kadın işçilerin şalvar, ceket ve başörtüsü taşımaları fikrine ilave olarak yeldirme tarzında uzunca bir elbise giymelerini şart koşmuştu. Milli Mücadele döneminde kalpak veya sipersiz kasket giyilmişdir.

III. Cumhuriyet Döneminde Kıyafet
Son on yılını sürekli savaşlarla geçiren Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’na Almanya yanında katılmış ve 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi ile savaştan yenik olarak çıkmıştır. Ülke topraklarının önemli kısımları Mütareke hükümlerine dayanılarak İtilaf Devletleri’nin işgaline uğramıştır. İşgallere karşı tepki ve direniş hareketleri baş göstermiş ve Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basması ile Milli Mücadele hareketi başlamıştır Milli Mücadele hareketi kongrelerde alınan kararlar ve yürütülen askerî harekâtlar sonucunda başarıyla sonuçlanmıştır.
Bundan sonra ülkeyi ‘muasır medeniyet’ seviyesinin üstüne çıkarmak için çalışılmıştır. Yeni Türkiye Devleti’nın kurucusu Atatürk, gerçekleştirilen inkılâpların gayesini, Türkiye devletini çağdaşlaştırmak ve gelişmiş devletlerin seviyesine çıkarmak olduğunu şu sözleriyle açıklamıştır: ”Efendiler! Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkâliyle medeni bir heyeti içtimaiye haline isal etmektir…
Türk inkılâbının bir amacı da, Türkiye’nin modernleşme sürecini engelleyecek kurum ve kuruluşları ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bu amaçla siyasî, hukukî, sosyal, dinî ve eğitim konusunda inkılâplar yapıldı. İlk siyasî değişim, Lozan Konferansı öncesi 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasıdır. Bu karar ile Padişahın dünyevî yetkileri elinden alınmış ve saltanat ile halifelik birbirinden ayrılmıştır. 23 Nisan 1920’de Ankara’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi(TBMM) ise yeni Türkiye Devletini temsil eden tek saltanat ve hakimiyet makamı olmuştur37. Dünya ve din işlerinin yönetimi birbirinden ayrılarak dünya işleri milletin egemenliğinin temsil edildiği TBMM’ne verilmiştir. 13 Ekim 1923’te başkent İstanbul’dan Ankara’ya taşınmış ve ardından 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edilmiştir. Laikleşmenin önündeki önemli engel olarak görülen kurumlar 3 Mart 1924’te kabul edilen kanunlarla ortadan kaldırılmıştır. Bunlar, Halifeliğin kaldırılması, Şer’iye ve Evkâf Vekaleti’nin kaldırılması ve öğretimi birleştirerek medreselerin kapanmasını sağlayan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur.
Bütün bunlara karşı toplumun bazı kesimlerinden tepkiler olmuştur. Tepkileri önlemek ve inkılâpların yerleşmesini sağlamak için 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu kabul edilmiştir. Bu kanunun yürürlükte olduğu dönemde ‘Garp Medeniyeti’ dairesine girmek için değişiklikler kabul edildi. Bu süreçteki inkılâplardan biri de kıyafeti yani dış görünümü medenileştirmek için yapılan toplumsal alandaki düzenlemelerdir. Eski görünümü çağdaş hale getirmek, kıyafette de modern dünya ile birlikte hareket etmek için 1925’ten itibaren 1934’lere kadar süren çalışmalara başlanmıştır. Bu dönemde erkekler için şapka giyilmesi, din adamlarının kıyafetlerinin düzenlenmesi kanunla belirlenirken kadınların çağdaş kıyafet giymeleri teşvik edilmiştir.
Bir yabancı yazara göre, Atatürk’ün kıyafet inkılâbı ile şapkanın yanı sıra tüm giysi biçimi değişerek Türk gardırobu altüst olmuştur. Gentizon, 1925 yılı sonbaharında yeni döneme başlayan TBMM’nin açılışında bütün milletvekillerinin eksiksiz olarak, son model frak, gömlek ve beyaz kravat, siyah ayakkabı giyinmiş olduklarını belirtmiştir. Müslüman bir meclisin milletvekillerinin ilk defa başı açık oturduklarını, oysa o sırada aynı peygamberin yolunda olan Mısır, Efgan temsilcilerinin bir kısmının localarında fesleriyle, bir kısmının da kalpaklarıyla oturduklarını ifade etmiştir. Ankara’daki bu durum ile eski gösterişli, görkemli, renk renk işlemeli, sırmalı ve yaldızlarla süslü bakanlar yerini sade siyah giysilere bırakmıştı, diyen Gentizon, Küçük Asya’nın göbeğinde bir Müslüman meclisinde mi yoksa Batı Avrupa’nın bir parlamentosunda mıyız diye kendi kendine sormadan edememiştir. Siyah elbise tercihi ile Türkiye’nin batılı toplumların Fransız İhtilali’nden ve imparatorluk savaşlarından sonraki görünümüne büründüğü yorumunu yapmıştır.
1923’te Konya’da kadınlara hitaben yaptığı bir konuşmasında Atatürk; kadınların her zaman her yerde erkeği ile birlikte yan yana yaşayıp çalıştığını, savaşta çift süren, tarlayı eken, ürününü satan ve aynı zamanda kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla, kış, yaz demeyip cepheye malzeme taşıyan fedakâr Anadolu kadınlarımız olduğunu dedikten sonra kadının giyimde ya çok açık veya çok kapalı olacak şekilde aşırıya kaçtığını bunun da dini kurallara aykırı olduğunu belirtmiştir. Kadının giyiminde din, gelenek, akıl ve mantık çerçevesinde aşırıya kaçılmamasını ve sade olunması gerektiğini, kadının kıyafetinden ziyade bilim yolunda ilerlemesinin önemini vurgulamıştır”
Atatürk gerçekleştirdiği inkılâplara bizzat kendisi öncülük etmiş, şık kıyafetleri ile topluma örnek olmuştur. Yurt dışından veya Türkiye’nin en iyi terzilerinden giyinen Atatürk’ün kıyafetleri devrin ileri gelenleri tarafından örnek alınmış ve ölümünden sonra Anıtkabir’deki müzeye kaldırılmıştır.
Atatürk’ün sivil kıyafetlerini ele alan bir araştırmaya göre, O, dönemin Avrupa modasını yakından takip etmiş ve kendisine yakışanı kullanmıştır. Kendisi renk olarak kahverengi ve siyahı tercih etmiştir. Giydiği her giysisi ayakkabısından şapkasına, kol düğmesinden bastonuna büyük bir bütünlük içinde olmuş ve aksesuar olarak şapka, mendil ve ahşap baston kullanmıştır. Şapka devriminden sonra her kıyafetiyle uyumlu şapka kullanmaya çalışmıştır. Saati kösteklidir. Denizde mayo ile ayaklarına sandalet türünde yazlık ayakkabı, spor takımlarının altına potin, çizme ve frak takımının altına ise frak terliği giymiştir. Kıyafetinin rengine göre kışın düz veya desenli yün, yazın ise pamuklu ve merserize çoraplar giymiştir. Zamanının en şık erkeği olan Atatürk, frak ceketi ile siyah melon şapkayı, ipek beyaz, beyaz deri eldivenleri, siyah rugan ayakkabıyı, smokini ise resmi davetlerde giyerdi ve frak terliği 42 numara deridendi.
Şapkanın kabulüyle birlikte Türkiye’de çağdaş giyimin adabı da oluşmuş, şapkayla giyilecek kıyafetler değişmeye başlanmıştır. Örneğin resmi serpuş, frakla, smokinle, redingot ve bonjurla giyilebilirdi. Smokin resmi davetlerde giyilen bir kıyafetti. l930 larda yaşanan Dünya ekonomik krizinin Türkiye’yi de etkilemesi üzerine ekonomide devletçilik ilkesi uygulanmış ve 1933’te Sümerbank gibi önemli devlet kuruluşları açılmıştır. Böylece ekonomideki devletçilik ilkesinin gereği olarak kıyafet de devletin denetimine girmiştir. Bu dönemlerde yerli malı kullanılması, yabancı ürüne rağbet edilmemesi teşvik edilmiştir.
Atatürk’ün şahsında Cumhuriyetin erkek ve kadını, temiz giyinen, kıyafetine özen gösteren ve yerli ürünlere ağırlık veren bir görünüm çizmektedir.
Kültürü medeniyetten ayırmayan Atatürk, Onuncu yıl nutkunda “Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız derken her alanda medenîleşmeyi hedeflemiştir. O’na göre medeniyet, bilim ve teknikle birlikte yaşam biçimini dolayısıyla kıyafeti de içine almaktadır. Kıyafetteki değişim bunun bir parçasıdır.
Atatürk, çeşitli vesilelerle yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinden biri şapka inkılâbını başlattığı Kastamonu gezisidir. 24 Ağustos 1925’te geldiği şehirde büyük bir kalabalık tarafından karşılanmıştır. O’nun başının açıklığını ve elinde bir panama şapkası gören halk fes ve sarıklarını çıkarmışlardır. Kastamonu- İnebolu gezisinden sonra arkadaşlarının başında beyaz birer panama şapkası vardı. Hep birlikte Gaziyle fotoğraf çektirmişlerdi, bunlar “İlk şapkalılardı.” Artık Ankara’da fesliler değil şapkalılar çoğunluktaydı.
1 Eylül’de Ankara’ya dönen Atatürk, halkın desteği ile karşılaşmış ve şapkayı benimseyen Ankaralılar tarafından karşılanmıştı.
Ertesi gün 2 Eylül 1925’te Bakanlar Kurulu kararnamesi ile ordu ve donanma mensuplarıyla ulemanın ve hakimlerin dışındaki bütün memurlar için Avrupa’da kullanılan elbise ve şapkanın giyilmesi zorunlu kılınıyordu. Ayrıca bir başka kararname ile din adamları için beyaz sarık ve siyah lata kabul edilmişti. Din adamları dinî kıyafetlerini sadece görevleri başında giyinebilecekler, onun dışında sivil elbise giyinebileceklerdi. Cumhuriyet Bayramındaki kabul töreninde serpuşların çıkarılması istenmiş, din adamı olmayanların dinî kıyafetle gezmeleri yasaklanmıştır. Aksine davranışların bir yıla kadar hapisle cezalandırılması kararlaştırılmıştır. Mustafa Kemal gittiği Bursa, Balıkesir, İzmir, Konya ve Afyon’da konu hakkındaki görüşlerini açıklamıştır.
Meclis’e verilen teklif tartışmalardan sonra 25 Teşrinisani (Kasım) 1341 (1925) tarihinde 671 sayılı yasayla Şapka giyilmesini düzenleyen ‘Şapka İktisası’ Kanunu kabul edilmiştir. Buna göre, milletvekilleri, bütün memurlar şapka giymek zorundaydılar. Türk halkının milli serpuşu şapka olmuştur. Şapkanın giyilmesi zorunluluğu sadece resmi görevliler ve milletvekilleri içindi ve kadınlarla, halkı kapsamıyordu. Tepki yaratmamak için kadınların kıyafeti olan peçe ve çarşafın yasaklanmasıyla ilgili bir yasa çıkarılmamıştır. Ama kadınların modern giyinmesi teşvik edilmiştir. Sarık, cami ve mescitlerde bir vazife kisvesi haline getirilmiştir. Şehirlerdeki sarıklı, şalvarlı ve fesli görünüş ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Askerlerin kullandığı şapkalar, batılı orduların şapkaları ile yenilenmiştir.
Kıyafetteki değişim meslekî kıyafetlerde de görülmüştür. Asker, polis, sporcu, denizci, öğrenci üniformalarına çöpçülerin kıyafeti de eklenmiştir. Cumhuriyetin 21 Şubat 1925’te İstanbul’da açılan ilk hemşire okulu olan Kızılay Özel Hemşire okulunda Müdür Vekili olarak görev yapan Esma Deniz’in çabalarıyla hemşire öğrencilerinin dış giyimlerinde o tarihe kadar başlarına örttükleri ‘peçe’ yerine ‘şapka’ giymeleri sağlanmıştır. Şapka Kanunu gereği eskiyi simgeleyen sarık ve fesin giyilmesi yasaklanmış ve yeniliğin sembolü şapka resmi başlık olmuştur. Böylece kişiler arasındaki ayrımının geleneksel belirleyici simgeleri tarihe karışmış ve gelişmiş ülkelerle ortak kıyafet kabul edilmiştir.
Şapka Kanunu’na ve diğer yasaklamalara Anadolu’nun çeşitli yerlerinde özellikle Malatya, Kayseri, Sivas, Maraş, Rize ve Erzurum gibi vilayetlerde tepkiler ortaya çıkmıştır. Bu değişim bazı çevreler tarafından “Din elden gidiyor” şeklinde yorumlanmıştır.
Atatürk’ün, üzerinde durduğu diğer bir konu ise dinî kıyafet meselesiydi. Osmanlı döneminde medreseden yetişmiş ulemanın cübbe, sakal ve sarıktan oluşan özel dinî kıyafetleri vardı. Bu kıyafetleri giyenlerin dini bilgisi bulunan fazilet sahibi insanlar olduklarına işaret ederdi. Fakat bu kıyafetler zamanla kendilerini bu sıfatlara benzetmek isteyen medrese eğitimi olmayan bazı kişilerin de istismarına yol açmıştı. Halkın din duygularını istismar eden yetkisiz kimselere fırsat vermemek için dinî kıyafet konusunda da yasal düzenlemeler yapılmıştır. 3 Aralık 1934’te 2596 sayılı Kanun ile ruhanî kisve, ancak mabette giyilecek ibadet ettikten sonra çıkarılacaktır. Buna Müslim ve Gayrimüslim bütün ruhaniler uyacaklardı.

Kanun ile din adamlarının mabetler ve törenler dışında özel kıyafet giymeleri yasaklanmış, ancak hükümetin izniyle mabet ve din törenleri dışında da geçici nitelikte özel kılıkların giyilebileceği hüküm altına alınmıştır. Kanunen kurulmuş izcilik ve sporculuk gibi dernek ve kulüp gibi kurum mensuplarının ve öğrencilerinin usule uygun kıyafet giyebilmeleri ve simgeleri ile Türkiye’ye girebilmeleri hükümetin iznine bağlanmıştır. Kanuna göre mabetlerin dışında ruhani kisveyi yalnız her dinden bir kişi taşıyabilecekti. Kanunun kabulünden sonra ortaya çıkacak tepkileri önlemek için Emniyet gerekli uyarıları yapmıştır. Kisve Kanunu’nun hoca ve papazlara duyurulmasını, hoca ve papazların cami ve kiliselerde gizli ve açık halkı tahrik etmelerinin önlenmesi ve uyanık olunması istenmektedir.

Türkiye’de yaşayan Ermeni, Musevi ve Rumlar, din adamlarının kıyafetlerinin düzenlenmesine ve Hükümetin bu konudaki uygulamalarına olumlu bakarlarken, iyi dostluk ilişkilerinin kurulduğu bir dönemde özellikle Yunanistan’da basın konuya sert tepki göstermiştir. Katoliklerin tepkisine karşılık Protestanlar daha ılımlı karşılamıştır. Bu da Hıristiyanlıktaki mezheplerin dine ve kıyafete bakışlarındaki farklılıktan kaynaklanıyor olsa gerektir.

Erkeklerin ve din adamlarının kıyafetlerinin düzenlenmesinden sonra kadınların Batılı kadınlar gibi giyinmeleri ‘çağdaşlık’ göstergesi olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde kadın giyimine ilişkin herhangi bir yasal düzenleme getirilmemişti. Ancak, fes ve sarığı yasaklayan Şapka Kanunu ve kadın erkek eşitliğine ilişkin çıkarılan 1926 tarihli Medenî Kanun sonrası kadının peçe ve çarşafı çıkarması ve çağdaş kıyafeti benimsemesi istenmiştir. Bu konuda yerel yönetimler ve basın yoluyla kamuoyu oluşturulmaya çalışılmıştır. Trabzon, Giresun, Sivas gibi illerle bazı ilçelerde peçe ve çarşaf giyilmesi yasaklanmıştır.
Çarşaf ve peçe geri kalmışlığın sembolü olarak değerlendirilmiş, kadınların fikren olduğu gibi şeklen de medenî olmaları gerektiği üzerinde durulmuştur. Hukuk alanındaki eşitlikten sonra pek çok Avrupa ülkesinden önce Türkiye’de kadın 1930’da belediye seçimlerine katılmış, 1934’te de milletvekili seçme ve seçilme haklarını elde etmiştir. Siyasal hakların -seçimlerde oy kullanırken- kullanılması sırasında yaşanacak bazı olay ve aksaklıklar düşünülerek peçe ve çarşafın yasaklanması konusu gündeme gelmiştir. Çağdaş giyimin yerleşmesi için kız teknik okulları açılmış, güzellik yarışmaları ve defileler düzenlenmiştir.
İnsanın dış giyimi bir anlamda için dışa vurumu olarak kabul edildiğinden, modern düşünmeyi ve yaşamayı sağlamanın yolu kıyafetin değişmesine bağlanmıştır. Türklerde son asırda kıyafette yaşanan değişim, medenileşmenin simgesi olarak kabul edilmişti. Yalnız bu değişimi sağlamak kolay bir iş değildi. Genelde bu konudaki değişim sanki din değiştirmekle ve o topluma benzemekle eşdeğer tutulmaktaydı. Zira toplumun dinî simge olarak kabul ettiği bir başlığı değiştirmek oldukça önemliydi. Nitekim, tarih boyunca İslam toplumları ile Hıristiyanların arasındaki önemli farklardan biri de kıyafetleriydi.
Ne var ki, insanlık var olduğu sürece kıyafet de zamana göre değişen, gelişen ve farklılıklar gösteren canlı bir organizma gibi bütün dünyada gündemin bir konusu olmayı sürdürecektir. Gelişmiş toplumlardan az gelişmiş toplumlara doğru çeşitli vesilelerle yılın modası adı altında, hem tüketim ekonomisini körükleme, hem de bu vesileyle kültür emperyalizmini bilinç altlarına yerleştirme çalışmaları devam edecektir. Kıyafet konusu dünya var oldukça en büyük topluluklardan en küçük topluluk olan çekirdek aileye kadar günün konuşmasını ve tartışmasını kapsayıp gidecektir ve her dönemde olduğu gibi egemen ve üstün olan bu alanda da öncülüğünü sürdürecektir…

Türkler ve kayıp kıta 'MU'



                                             Türkler'in Anavatanı "MU" kıtası
Büyük Okyanus'ta yer alan ve 14 bin yıl önce batan efsanevi kıta "MU". Binlerce yıl öncesine dayanan mitlere göre, kıta üzerinde yaşayan 64 milyon insan esrarengiz bir şekilde sulara gömülmüştü.

O kıta batmasaydı insanlık belki de bugün olduğu yerden çok ileri olacaktı. Peki neydi bu kıtanın esrarı?
Efsanevi ada üzerinde dört ayrı ırk, tek tanrılı bir din, sembolizme dayalı bir öğretim sistemi ve gelişmiş bir uygarlık yaşadığına dair ilk iddianın sahibi James ChurchwardNe mi diyordu James Churchward? Churchward'ın adayla ilgili en önemli iddiası yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı yer olmasıydı.
Yine bu iddiaya göre, Yeni Zelanda ve Hawaii de birdenbire ortadan kaybolan bu esrarengiz kıtanın parçaları. Peki neden yok oldu bu koca kıta?
Varsayımlara göre, kıtanın altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması nedeniyle, kıta milyonlarca kişiyle birlikte sulara gömüldü.
Çin'e ve çevre adalara kaçanların kitabelerinde kıtamız battı, biz de buraya kaçtık yazmaktadır. Bu yazılı kayalar 14 bin yıllıktır, c14 karbon testleriyle sabittir. Türkler'in de Mu Kıtasından geldiği söylentileri de varsayım olarak eklenmiştir.Mu Kıtası, Türkiye'nin ilk cumhurbaşkanı M. Kemal Atatürk'ün talimatıyla kurulan bir ekip tarafından araştırılmıştır
Deniz dibinde bulunan kalıntılara Karbon testleri yapılmıştır.Yaklaşık 50 yıl boyunca 20’den fazla ülkeye giderek mu uygarlığı hakkında veri toplayan James Churchward’un ve mu varsayımını destekleyenlerin mu uygarlığı hakkındaki görüşleri kısaca şöyle özetlenebilir:
Yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı kıta Mu kıtasıdır.Günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Melanezya takımadalarını oluşturan adalar, muhtemelen bu kıtadan arta kalan kara parçalarıdır.
Bu kıta, kıtanın altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması nedeniyle, yaklaşık 12.000 yıl önce 64 milyon nüfusuyla birlikte sulara gömülmüştür.Bu kıtada 70.000 yıl önce tek tanrılı bir din bulunuyordu. Aynı tarihlerde Mu'lular diğer kıtalarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı ki, anavatan dışındaki en büyük imparatorluk, başkenti günümüzde Gobi Çölü’nün uzandığı bölgede bulunan Uygur İmparatorluğu’ydu.
Mu dininin öğretimini "Naakaller" adı verilen rahipler üstlenmişlerdi ve sembolizme dayalı bir öğretimleri vardı.
Mu dininin esası, Tanrı’nın tek oluşuna ve ruhsal gelişim için sürekli olarak tekrar doğmak inanışına dayanıyordu.
"Ra" sözcüğü güneş anlamına gelirdi ki, daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, "o" diye hitap ettikleri tek Tanrı'yı simgelemede kullanılırdı; Mu imparatoru da “Mu’nun güneşi” anlamında ra-mu adıyla ifade edilirdi. "Ra" sözcüğü sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır'a da taşınmıştır.
Dört ırktan oluşan Mu'lularda yazı dilleri farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı.

2 Haziran 2013 Pazar

Türk - Arap ilişkileri


                             Türk - Arap ilişkileri

Arap dünyasında Türkler hakkındaki kanaatler birbirinden farklıdır, Araplardaki Türk
algılamasını tarif etmek kolay değildir.


Bu iki kavim arasındaki muhabbet veya münaferet (sevgi ve ya nefret ilişkisi) İslam medeniyetinin klasik çağından beri dedikodunun ötesinde bilimsel eserlere bile konu olmuştur ve aslında beşeriyet tarihinde kavimlerin birbirleri hakkında bu kadar ayrıntılı yazma alışkanlığına daha önceki devirlerde nadir rastlanır.

Mesela Herodot bir sürü kavimler arasında bulunmuş ve yazmıştır. Bazı gözlemleri ilginçtir ve bugünkü bilimsel tarihçiliğin değilse de tarihi raportörlüğün başlangıcıdır. Tacitus “Germanias” adlı eserinde Germenleri anlatır, miladın ikinci asrı için değerli raporlardır ama diğer yandan mesela Yahudiler hakkında yazdıkları bir alay saçmalıktır. İslam Ortaçağı beşeri coğrafyayı da ciddi olarak ele almıştır. Mesela ünlü mütefekkir CahizMenakıb cund’al hilafe ve fazay’Ól Etrak / Hilafet ordusu menkıbeleri ve Türklerin faziletleri” adlı eserinde zamanın Türk kavimleri Abbasi halifesi tarafından kiralanan askerler hakkında hiç de küçümsenmeyecek bilgiler verir.

Hem saygı hem küçümsemeTürk ve Arap muhabbetini ifade eden; Türkler hakkında Türklerin uydurmadığı açık, muhtemelen Arapların naklettiği birtakım hadislerin yanında Türklerin Araplar için sarf ettiği “kavm-i necib / seçkin kavim” deyimleri bilinir. Ama bunların yanı sıra iki tarafta karşılıklı küçümsemenin olduğu da açıktır.

Osmanlı dönemi boyunca Kırımlılar, Kafkasya’nın Kumukları gibi Türk-Müslüman gruplar, Bosnalı ve Arnavut gibi hararetle bağra basılan Balkan Müslümanları yanında Arapların çok uzun zaman hem methedilip yüceltildiği, ama aynı zamanda bazı hizmetlerden uzak tutulduğu açıktır. Osmanlı Türk dünyası Araplara karşı karışık duygular beslemiştir. Benzer duygulara rastlanır; büyük Romalıların Yunanlılara karşı beslediği saygı ve minnetin yanında küçümseme ve güvensizlik duydukları da açıktır.

İranlı ile Arap arasındaki ilişkiler ise bundan çok daha çelişiktir. Hiçbir kavim Arapçaya ve Arap kültürüne İranlılar kadar hizmet etmedi. Ama hiçbir kavim de Arapları ünlü şair Firdevsi’nin beyitindeki kadar küçümsemedi: “Deve sütü içmek ve çekirge yemekten Arap işi o dereceye götürdü ki, kisraların yani İran hükümdarlarının tacını ister. Tüh sana feleğin çarkı.”

“Gavurlaşan Türkiye” teranesiBugünün dünyasında Türkler ve Arapların birbiri hakkındaki duyguları iniş çıkış gösterir. Bazılarınızın zannettiği gibi Araplar Türklerin laik yaşam özlemine ve hukuk reformlarına hiç de o kadar düşman değiller. Lübnan’ın ve Filistin’in aydınları hatta Suriye ve Mısır’ın yöneticileri Türkiye’nin çağdaşlaşmasının model olması gerektiğini artık açıkça ifade ediyorlar.

Hiç şüphesiz ki büyük bir kitle “gavurlaşan Türkiye ve Türkler” teranesini sürdürür. Bütün sorun Arap dünyasının üretemeyen, tüketen bir dünya olmasındadır. Üretemeyen toplumların siyasal söylemi de ideolojik çizgileri de tutarsız hatta bazen çocukça oluyor. Gerçeğe adım atan toplumlar ise ters davranışlar gösterebilir ama bu kaçınılmazdır. Mısır gerçeklerle yüz yüze geldi, onun dönüşümündeki trajik çözülmezlik bu nedenle açıklanmalıdır. İlk anda gerçeğe dönüş de çok düzeysiz ve tuhaf olabilir ama gerçeğe dönüştür.

Çok tatsız örnekler gördüm
TESEV’in iki araştırması, Ortadoğu’da Araplar arasında Türk algısı üzerinde duruyor. Muhtemelen örneklemin yani seçilen denek kitlenin sayı ve coğrafya itibarıyla böyle dar değil, daha geniş olması gerekirdi. Ama rakamlardan ortaya çıkan profil gösteriyor ki algılama ve oylamalarda kesin hatlar yok.

Arap dünyası çok geniş bir alanı kapsar. Arap ülkelerinin her birinden “bilad” diye bahsedilir. Bugün “Vatan’ül Arab” Hint Okyanusu ile Atlas Okyanusu arasındaki geniş bir dünya. Suriye ve Lübnan’dakiler de hatta Çad ve Moritanya’da Sami Araplıkla ilgisi olmayan ırklara mensup insanlar da umumen Arapça konuşuyor. Bu geniş dünyada Türkler hakkındaki kanaatler ve efsaneler birbirinden o kadar farklıdır ki Araplardaki Türk düşüncesi ve Türk algılamasını tarif hiç kolay değildir.

Bu öyle bir hassas konudur ki söylenenler yanlış anlaşılır, hayatımda çok tatsız örnekler gördüm. Örnekler tutmaz, düşünmeden söylenilen sözler hiç beklenmedik tepkileri çeker. Arap-Türk muhabbet veya münafereti; sıradan halkı ve politikacıları bırakın, uzman tarihçiler coğrafyacılar ve din bilginleri arasında bile halen çok sıcak tartışılan, tatsız ama bir nevi düşünsel afyondur.

İlber Ortaylı

ÇAĞLAR BOYU ARAP İHANETLERİ 

Din kardeşi(!) saydığımız, birçok millete yeğ tuttuğumuz arapların, türklere yapmış olduğu ihanetlerinin derlemesidir…
Ne zaman başladı?
Arap kelime anlamı olarak türk dilinde olumsuzluk sıfatlarından biridir. peki din kardeşlerimizi olumsuz anlamda yaftalamanın kökeni nedir?
ilk türk arap ilişkileri;
Tarihte ilk türk arap ilişkileri türklerin islamiyete geçmesinden ve hatta islamiyetin ortaya çıkmasından çok önce başlamıştır. islamiyet öncesi Türk-Arap ilişkisinin varlığını, Cahiliye Devri Arap şiirlerinde de görmek mümkündür. Bu şiirlerde Türklerin daha çok askerî yönleri ve kahramanlıkları anlatılmaktadır. yani, arap edebiyatı, türk mitolojisinden ve türk tarihinden önemli etkilenmeler yaşamış, türk mitolojisi islam inancına yol gösterici olmuştur.
ilk ihanet;
Araplar’ın türklere ilk ihaneti ticari ortak oldukları göktürkler’e ait bilgileri türklerin doğal düşmanları olan çinlilerle paylaşmalarıdır.
ipek yolu ticaretinde imtiyazlı bir konuma sahip olan araplar, yine göktürkler’e ikinci ihanetlerini sasani-göktürk savaşı‘nda sasani ordusunda yer almaları ile pekiştirmişlerdir.
İhanetin bedeli;
Göktürk’lere karşı girişilen bu ilk ihanetin cezası araplara Hazar türkleri tarafından ödetilmiş, halife ömer ve osman’a bağlı arap ordularını yenilgiye uğratan hazarlar, doğu anadolu üzerinden kuzey suriye’ye girmiş, halep ve musul’u yağmalamış, emeviler’den hatırı sayılır bir savaş tazminatı da alarak araplar’a türk kavminin gücünü ilk kez göstermişlerdir.
talas savaşı;
emeviler’in yıkılması üzerine normal seyrine ve hatta müttefiklik seviyesine dönen türk arap ilişkileri’nin adeta dönüm noktası olan bu savaş esnasında da arap ihanetleri devam etmiştir.
siyasi nüfuzunu abbasiler’e kaptıran ve türkler’e sürekli husumet besleyen arap ordusundaki emevi kalıntıları ve emevi komutanları bu savaşta hem kendi halklarına hem de müttefik olarak savaşa girdikleri türkler’e ihanet etmişler, terkettikleri mevziler dolayısıyla arap-türk müttefikliğine 5000 kayba malolmuşlardır.
abbasi dönemi ile birlikte türkler’in islamiyet’in hamisi konumuna gelmesinden sonra ve selçuklu döneminde, türkler’in bu imtiyazı bazı arapların gücüne gitmiş, türkler’in islamiyete katkıları hiç şüphesiz ki en çok araplar’ı endişelendirmiştir.
bu vesileyle türkler’i sürekli elemine etme derdine düşmüşler, buldukları her fırsatta türkler’i arkadan vurmuşlardır.
selçuklu döneminde bu ihanetlerin en önemli olanı hasan sabbah’ın ve fedailerinin yaptığı ihanetlerdir.
haçlı seferleri ve fatımiler;
türkler’in ve islamiyet’in bizans’ı tehdit edişi ve anadolu’da ilerlemesi üzerine başlayan haçlı seferleri de tarihte en bariz ve en hain arap ihanetlerine sahne olmuştur.
haçlılara karşı islam dünyasını her ne pahasına olursa olsun savunan türkler’e karşı, haçlı ordularına savaşmadan teslim olan ve onlara iaşe ve lojistik destek sağlayan arap kentleri ve aşiretlerini din kardeşimiz olarak görmek nasıl mümkün olabilir?
haçlı belgelerinde arap-fatimi ihaneti;
birinci haçlı seferleri esnasındaki bu ihanet haçlı belgelerinde de yer edinmiştir.
bir müddet önce, Adsız’ın Mısır’a girip Kahire’yi kuşatmış olduğunu göz önüne getirince, korkuya kapıldılar ve Frenklere(Haçlılara) elçiler göndererek onları Suriye’ye saldırıp orasını zaptetmeye ve kendileri ile Müslümanların arasına girmeye çağırdılar.
Üçüncü haçlı ordusunun kuruluşunda önayak olmakla tanınan onikinci yüzyıl Haçlı tarihçilerinden Sur Piskoposu (Guillaume de Tyr)nin “Historia de Rebus gestis in partibus transmarinis” adındaki Latince tarihinin onüçüncü yüzyıl Fransızca çevirisinin 1879 Paris baskısının birinci cildinin 153. sayfasında da Mısır Halifesinin bu utanılacak ihaneti şöyle anlatır: “(Halife) bizim başkanlarımızın Antakya’yı kuşatmış olmasından da çok seviniyordu. Kendileri ile bu hususta görüşmek üzere dostluk elçileri gönderdi. Bunlar büyük hediyeler getirip, kabulünü rica ettiler. Halifenin kendilerine geniş nispette asker, hayvan ve erzak yardımlarında bulunmaya hazır olduğunu söylediler ve kuşatmayı sürdürmelerini çok rica ettiler.”
işte bu surette Araplar’ın Türkler’e karşı besledikleri milli ve ırki kin ve garez, nihayet islamiyet’i yok etmek için ortaya atılmış olan Haçlıların en büyük başarılarını temin ederek Antakya Haçlı Prensliği ile Kudüs Krallığı‘nın ve sonuç olarak Suriye ile Filistin’deki Latin hakimiyetinin kuruluşunda başlıca amil oldular.
Fatimilerin bu kini, Şiiliğin Sünniliğe karşı beslediği bir mezhep düşmanlığı değil, “Arapların Türklüğe karşı güttüğü ırki bir garezdir.”
Bu gerçek eski batı yazarlarının bile gözlerinden kaçmamıştır.
Mesela 18. yüzyıl Fransız tarihçilerinden profesör Mailly, “L’esprit de Croisades” adlı eserinin 1780 Paris baskısının 4. cildinin 116.sayfasında 9. Fatimi Halifesi (Elmüstali Billah Ebu-l Kasım Ahmed)in Türklere karşı Haçlılarla birleşmeye neden gerek görmüş olduğunu Miladi 1097 olaylarından söz ederken işte söyle anlatır:
“Fatimiler kendi hakimiyet sahalarında ve özellikle Suriye’de Türklerin ne kadar ilerlemiş olduklarını görerek nihayet bu akını durdurmaya karar verdiler. Musta’li o tarihten bir yıl önce Afdal’in(ermeni dönmesi fatimi veziri) komutasında büyük kuvvetler gönderip Haçlılar Türklerle savaştığı sırada onların da Türk fütuhatçılarına saldırmalarını emretti.”
Bu sönmez kin Şii ve Fatimi Araplara münhasır değildir.
Çünkü Fatimi hanedanının Şiiliğine karşı Mısır halkının büyük bir çoğunluğu Sünnidir. Antakya bir ihanet yüzünden düşüp Haçlıların eline geçtikten sonra, Haçlı ordusu 1099 tarihinde Kudüs’e doğru ilerlediği sırada Suriye’deki Sünni Arap Emaretleri’nin hepsi onlarla birleşmiş ve hatta Haçlı ordusu’nun her türlü malzeme, nakliye ve iaşe ihtiyaçlarını bile muntazaman temin etmişlerdir.
işte bundan dolayı Haçlılar için tek düşman arazisi Türk ülkesinden ibaret olduğu halde, sünni ve şii Arap memleketleri onların kendi vatanları gibidir.
ihanetler bitmiyor
evet, ihanetler bir türlü bitmiyor…birinci haçlı seferleri’nden sonra gerçekleşen ikinci haçlı seferleri esnasında, Müslüman Türkler kadar Ortodoks Bizans’lılara da düşmanlığı ile meşhur Sicilya kralı ikinci Roger’in Akdeniz’e hakim olan Norman donanması’ndaki askerin yarısı Müslüman-Araplardan müteşekkildi. bu norman donanması özellikle akdeniz kıyılarındaki(anadolu) türk köylerine sürekli yağma harekatları yapması ile meşhurdur.
 
yine bu haçlı donanmasındaki müslüman arap mevcudiyeti ünlü denizcimiz çaka bey‘in de dikkatinden kaçmamıştı. bir harekat esnasında esir edilen haçlı donanmasına ait bir gemideki tutsakların birçoğunun arap olduğu malumatını alan çaka bey bu ihanete çok hiddetlenmiş, tüm arap esirleri öldürtmüş, norman askerlerini ise fidye karşılığında serbest bırakmıştır.
Müslüman-Arap kavmi, Hıristiyan’dan fazla kin beslediği Müslüman-Türk ırkına karşı o üzücü tarihi düşmanlığını her gittiği yerde yaymış ve özellikle ilk islam fetihlerinden başlayarak Araplaşmış olan Sami milletlere milli diliyle beraber milli kinini de aşılamıştır.
osmanlı dönemi;
türkler’in efendi’liğini bir türlü kabullenemeyen ve buldukları her fırsatta milli kinlerini açığa çıkaran araplar, islam’ın kutsal toprakları’nın ve halifeliğin yeni sahibi olan osmanlı’ya ihanet etmekte de gecikmemiş, yüzünü avrupa’ya dönmüş olan ve fetihler yapan osmanlı suriye ve mısır’da başgösteren arap isyanları neticesinde avrupa’da giriştiği bu fetih harekatını uzun yıllar askıya almıştır.
mostagonem savaşı; osmanlı dönemindeki arap ihaneti’nin en önemli vesikalarından biridir.
kuzeybatı afrika hakimiyeti için osmanlı ve ispanya arasında cereyan eden bu savaşta yerli halk ve fas sultanı ispanya krallığı’nı desteklemişler, lakin osmanlı zaferi sonrası istemeyerek de olsa osmanlı himayesine girmeyi kabullenmişlerdir.
osmanlı dönemi arap isyanları 17. ve 18. yüzyıllarda da devam etmiş, 17. yüzyılda kürtlerle birlik olan arap aşiretleri kilis ve antep kentlerini yağmalamışlardır.
özellikle 18. yüzyıl sonlarında arabistan’da ortaya çıkan vahabilik ie birlikte araplar’ın türk düşmanlığı bir kat daha artmış ve 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı ile birlikte doruk noktasına çıkmıştı.
18. yüzyılda Arabistan’da ortaya çıkan Vahhabilik imparatorluğu tehdit etmeye başlayınca devlet olayın üstüne gitti. Vehhabiler’in lideri Abdulaziz, Ekim 1803′de Diriyye’de suikastla ortadan kaldırıldı.
Ancak isyan bitirilemedi.
Vahhabiler, 1806 yılı Ocak ayında ise Mekke’yi ele geçirdiler. Durum kötüye gidince devlet Kavalalı Mehmet Ali Paşa‘yı isyanı bitirmekle görevlendirdi. Kavalalı ibrahim Paşa çok şiddetli savaşlar sonrası Eylül 1818′de Vehhabiler’in merkezi Diriyye’yi girerek isyanın lideri Suud oğlu Abdullah’ı(bugünkü suudların atası) ele geçirdi. istanbul’a gönderilen Suud oğlu Abdullah, Aralık 1819`da saray meydanında idam edildi.
osmanlı artık hasta adam;
vahhabilik ile doruk noktasına çıkan arap ihanetleri osmanlı’nın en zayıf dönemlerinde de sürekli devam etmiş, napolyon muharebeleri, osmanlı-rus savaşı gibi osmanlı’nın meşgul olduğu meseleler esnasında araplar sürekli yağma ve isyan hareketlerine girişmişlerdir.
ne vardır ki osmanlı artık eski kudretinde değildir.
emperyalist ülkelerin iştahını kabartan ve arap nüfusun çoğunlukta olduğu petrol bölgelerinde ingiliz ajanları arap halkı’nın aklını çelmekte gecikmez.
ufukta görünen büyük savaşta bölgede osmanlı’yı arkadan vuracak yegane müttefik hazırdır ingilizler için. araplar
nitekim büyük hakan ikinci abdülhamid han aslında bu tehlikeyi, araplar’ın osmanlı’ya ihanet edeceğini çok önceden öngörmüş, emir hüseyin’i istanbul’a getirterek göz hapsinde tutmuştu.
lakin yılmaz bir türk düşmanı olan bu meczup emir bir seferinde yabancı bir gazeteci ile hasbihalinde;
“Allah bana ömür verirse, türklerin akıl ve hayal edemeyecekleri şeyler hazırlayacağım…” demekten yine de çekinmemiştir.
alıntı
Emir Hüseyin, ingiliz yetkilileriyle yaptığı ilk temaslarda, kendilerinden gerekli yardımı gördüğü takdirde Hicazlıları Türkler’e karşı bir ayaklanmaya yöneltebileceğini belirtti.
ingilizler, Osmanlı Devletinin ittifak devletleri safında savaşa katılmasından sonra, bu desteği verebileceklerini belli ettiler.
Bunun üzerine Emir Hüseyin bir yandan Arap ileri gelenleri arasında konu ile ilgili zemin yoklamalarına başladı, diğer yandan da ingilizlerle pazarlığa girişti.
ingiltere Emir Hüseyin ile bu pazarlığı Mısır yüksek komiseri Sir mc. Mahon aracılığı ile yürüttü. “Hüseyin – Mcmahon mektuplaşması” olarak bilinen bu temaslar 1915′ten 1916 yılının şubat ayına kadar sürdü.
Bu görüşmelerde ingilizler Emir Hüseyin’e, Arapları Osmanlı imparatorluğuna karşı bir savaşa yönelttiği takdirde, sonradan kurulacak bir Arap Devleti’nin başına getirileceği konusunda söz veriyorlardı.
Ama bu “Arap Devleti”nin sınırları pek açık bir şekilde tanımlanmıyordu.
lawrence’in örgütlediği araplar, ortadoğu’da osmanlı ordularını bertaraf etmekte ingilizler’in en önemli yardımcılarıydı.
kanal seferi‘nde, filistin’de, medine müdafaası‘nda ve en nihayetinde megiddo savaşı‘nda araplar kendilerine yüklenen bu zorlu ihanet görevini başarı ile ifa etmişlerdir.
şam’a girip ilk işi selahaddin eyyubi’nin mezarını küstahça ziyaret etmek olan general allenby’i araplar isminden ötürü peygamber zannediyor, kendilerine kurtarıcı olarak gördükleri bu işgalciyi “el-nebi” olarak tanımlayıp bir de dinden çıkıyorlardı…
araplar saldırdıkları hiç bir ordudan esir almadılar.
aralarında bazı alman ve avusturyalıların da bulunduğu koca türk tugay’ı 27 eylül günü tafas yakınlarında tek bir kişi kalmadan araplar tarafından katledildi.
araplar ertesi günde benzer katliamlar yaptılar ve bu iki savaşta bir kaç yüz kişilik kayba karşılık yaklaşık 5000 türk’ü kestiler.

çanakkale savaşları’nda arap ihaneti;
çanakkale’de bizlerle birlikte omuz omuza çarpıştığı iddia edilen, daha doğrusu şirin gösterilmeye çalışılan arapların yaptıklarına bir de şu açıdan bakalım;
Bütün subaylar ve erler, çok kere aç, susuz, uykusuz savaşıyordu. Teğmen Cevat Abbas, bir gün Şamlı Lütfi adındaki kurmay binbaşının, yeni gelen iki teğmenle pek samimi olduklarını gördü. Aralarında Arapça konuşuyorlardı.
“Herhalde hemşerileridir, onu ziyarete gelmişlerdir” diye düşündü.
Fakat, Binbaşı Lütfi, az sonra bu iki teğmenin tayin emirlerini vererek görev yerlerinin belirlenmesini Cevat Abbas’tan istedi. Genç teğmenin içine kurt düşmüştü. Tamamen önsezi ile o iki teğmeni muharip kuvvetlere değil, geri hizmete vererek araba kollarına memur etti. Ama bu görev yerini Binbaşı Lütfi’nin onaylaması gerekiyordu.
Elindeki yazı ile onun yanına giden Cevat Abbas şiddetli ve öfkeli bir itirazla karşılaştı. Şamlı Lütfi, yeni gelen teğmenlerin muharip hatlara gönderilmesini istiyordu. Üstlerini de ikna ederek bu isteğini yerine getirdi.
Cevat Abbas, hâlâ bu işte hemşerilik gayretinin rol oynadığını düşünüyordu.
Fakat öyle olmadığı kısa zamanda anlaşıldı. O iki Arap teğmen, yanlarına birer çavuş da alarak, bir gece, kahramanca dövüşen birliklerimizin siperlerini terk edip düşman tarafına geçme alçaklığını gösterdiler. Bu hainlerin düşmana verdikleri bilgiler yüzünden Anafartalar cephesindeki çarpışmalar şiddetlendi ve binlerce Türk çocuğu şehit oldu.
Şamlı Lütfi’ye gelince: Harekât şube müdürü iken, ilk nöbetleri sırasında gösterdikleri kayıtsızlık sebebiyle, Tümen Kumandanı Mustafa Kemal, Binbaşı Şamlı Lütfi ve onun gibi Arap asıllı Binbaşı Mustafa’nın ellerine derhal ilmühaberlerini verip ordu emrine gönderdi. Bu ikisinin kayıtsızlığı cehaletlerinden ileri gelmiyordu, soylarının dürtüsüyle hareket ederek Türk’ün başarısına hizmet etmekten kaçınıyorlardı. Mustafa Kemal, bunun hemen farkına varmıştı.
Aradan zaman geçti. Cevat Abbas, Şamlı Lütfi’nin Suriye’deki 4. Ordu emrine verildiğini duydu. Bu ordunun kumandanı, aynı zamanda geniş yetkilere sahip Suriye valisi olan Cemal Paşa idi.
Şamli Lütfi, Türk ordusunun gerilerinde Arap isyanı hazırlayan kimselerle birlikte yakalandı ve idam edildi. ihanet cezasını bulmuştu.
yine üstat turgut özakman‘ın diriliş adlı eserinden;

57. Alay 180 yükseltili tepeyi, 27. Alay da Kırmızı Sırtın büyük bölümünü geri aldı.
Ama sol kanattan haber gelmiyordu. Buraya yollanan 77. Arap Alayının, 27. Alayın soldaki taburuyla birlikte düşmanı denize doğru sıkıştırıyor olması gerekmekteydi. Anzakların denize süpürülmesini bu baskı sağlayacaktı. M. Kemal cepheyi siper siper denetleyip askerinin ateş altındaki durumunu inceleyerek, gün doğarken Kocedere’ye gelecek, çok üzücü, çok şaşırtıcı bir olayla karşılaşacaktı. Çanakkale’de bir daha yaşanmayacak bir olayla…
Gün ağarıyordu. Telefon bağlanmadan, 77. Alayın 1. Tabur Komutanı Binbaşı Hacı Mehmet Emin Bey geldi. Gözleri ağlamış gibi kıpkırmızıydı.
-”Efendim” dedi, “Utanç içindeyim. Ne yazık ki, alayımız çil yavrusu gibi dağılarak savaş alanından kaçmıştır…”
- “Ne diyorsunuz?”
-”Alay komutanını bulamadım. Sizin buraya geldiğinizi duyunca bilgi sunmak için koşup geldim.”
Mustafa Kemal bu dürüst askeri Trablus’ta sömürgeci italyanlarla savaştıkları günlerden tanıyordu. Yanında kol komutanlığı yapmıştı. Gece sol yandan neden bilgi gelmediği, Anzakların niçin denize sürülemediği anlaşıldı. Savaş alanından kaçmak, bağışlanabilir suç değildi. Hacı Mehmet Emin Bey’e, “Alayı Kocadere’nin batısında toplayınız” dedi, “Yine kaçan olursa vurunuz!”
Arap askerlerinin bazı halleri, tavırları, alışkanlıkları, tümende bulunan Türk askerlerini şaşırta gelmişti. Ama en çok da bu adamların çoğunun silah arkadaşlarını ateş altında bırakıp kaçmalarına şaştılar. Bambaşka bir milletin ve çok farklı bir toprağın çocukları olduklarını yaşaya yaşaya her gün biraz daha iyi ve derinden anlamaktaydılar.
(bkz: çanakkale savaşı ndan firar eden 60 bin asker)
evet, ihanetler belki cezasını buluyordu ama araplar’ın hainliği sebebiyle dökülen türk evladı kanı son bulmuyordu…
filistin’li bakanın şu videosu yıllar sonra gelen bir itiraf niteliğinde olup, arap ihaneti’nin en önemli delillerinden biridir.
arap’ta ihanet bitmez;
araplar’ın türk din kardeşlerine ihanetleri sadece bunlarla sınırlı değil tabi.
malum bu millet türkler’e ihanet ettiği kadar kendi milletine’de ihanet etmiş, dinini yok saymış, islam peygamberi hz muhammed’in mezarını yıkma kararı dahi alacak kadar alçalmışlardır.

(bkz: atatürk ün hz muhammed in mezarını kurtarması
yine araplar’dan yana yazılan tarih kabul etmez belki ama nasır’ın, kıbrıs’ta türk katliamı yapan yunan eoka’cılarına yaptığı yardımlar henry kissinger tarafından “diplomasi” adlı eserinde dile getirilmiş, modern zamanlara ait bir ihanet belgesi olarak hafızalarımızda yerini almıştır.
şüphesiz ki hiç kimse araplar’ın “topyekün kanı bozuk ve hain bir millet olduğunu” iddia edemez.
ama örnekler o kadar çok, tarihi gerçekler o kadar belgeli ki, arap milleti’ne sırf “din kardeşi” olduğumuzdan ötürü sevgi beslemek şehitlerimizin kemiklerini sızlatmak için yeterli bir neden.