27 Ağustos 2013 Salı

Anadolu'da İlk Türkler

        ANADOLU DA İLK TÜRKLER (ARAŞTIRMALAR)

Anadolu, jeopolitik konumu yönünden , tarihin her safhasında çok güçlü medeniyetlere sahip olmuş ve kültür varlığını her zaman hissettirmiş, dünya tarihinin anahtar bölgesidir.


Bugün, Anadolu’nun sırlarla örtülü kültür mirası, hayret edilecek bir zenginlikte ve el değmemişliktedir.


Birbirinden zengin uygarlık izlerinin bulunduğu Anadolu’nun her köşesi, gizlerle doludur.


Doğu Anadolu’nun da, Anadolu tarihinde önemli bir yeri vardır. Hemen hemen 20 nci yüzyılın ortalarına kadar Doğu Anadolu’daki tarih öncesi yerleşim bölgeleri  hakkında hiçbir bilgiye sahip değildik.


Geçtiğimiz yıllarda Doğu Anadolu’da keşfedilen sayısız kaya kabartmaları büyük heyecan yarattı. Bunlar,  bu bölgenin tarih öncesi  gelişimini birden bambaşka bir bakış açısıyla görmemizi sağladı.


Doğu Anadolu’da kaya kabartmaları esas olarak dört bölgede rastlanmıştır : Malatya- Adıyaman çevresi, Kars, Van ve yöresi, Hakkari Dağları...


Türk Tarih Kurumu üyesi Dr. Oktay Belli, İÖ. 15 000 – 7 000 arasına ait Van yöresi kaya  kabartmalarını gün ışığına çıkartmıştır. Hakkâri dağlarındaki Yedisalkım yöresinde, nehir yataklarının üstünde rastlanan mağaralarda tarih öncesine ait tanrı resimleri bulunmuştur.


Bu sanat eserlerini yaratan insanlar hakkında bugün kesin bilgilere sahibiz. Çünkü benzer kabartmalara Doğu Azerbaycan’da, Kohistan’da, Altay bölgesinde ve Sibirya’da rastlanmıştır. Bu kabartmaların ortaya çıkış sıklığı, bunların kesinlikle ilk Türkler dönemine ait olduğunu kanıtlamaktadır. Bu resimleri  yapan insanlar, en eski Türk göçebe ya da yarı göçebe aşiret topluluklarına bağlıydılar.


Gevaruk Ovası’nda(Hakkâri) ve Tirşin Yaylası’nda bulunan stilize kabartmalar için de aynı şey söylenebilir.


Gevaruh ve Tir-i-şin kabartmaları, Erzurum’daki Cunni Mağarası ve Ayzani’de ( Çavdarhisar – Kütahya ) bulunan Zeus Tapınağı’nın taşlarıyla büyük benzerlikler göstermesi açısından son derece önemlidir ; o yörenin eski Türk aşiretlerine ait olduğu anlaşılmaktadır.


Bütün bu buluntular, tarih öncesi  dönemde Doğu Anadolu ile Azerbaycan ve Sibirya bozkırlarının, ayrıca Türk boylarının anayurdu Altay yöresinin sanatsal ve kültürel  merkezleri arasında yakın bir ilişkinin varolduğunu göstermektedir. Tarih öncesi dönemden günümüze, Orta Asya’dan Anadolu’ya bütün gezginci, yarı göçebe ilk Türk ve Türk boyları arasında canlı bir ilişki süregelmiştir.


Buluntular, genel anlamda: kaya üstü ve mağara resimleri,yazı elemanlarını içeren kaya resimleri ( petroglifler), yazıya geçişi gösteren kaya resimleri ve nihayet yazıtlar  şeklindedir.


Bunlardan :
Van- Hakkari, Tir-i-şin Yaylası’ndaki buluntular İÖ. 15 000,
Gevaruh Vadisi’ndeki buluntular İÖ. 10- 8 000,
Hırkanis Suyu, Mazur Vadisi buluntuları İÖ. 8 000’e tarihlenmektedir.



Ünlü tarihçi  Kâzım Mirşan, Anadolu’nun tamamındaki bilinen buluntuların hemen hemen tamamını okumuş ve kayda almıştır.


ANADOLU KAYA RESİMLERİ VE YAZITLARI


Bazı batılı ülkeler,  Türkler’i  Anadolu’dan  kovmak, ya da en aşağı Anadolu’da Türkler’i etkisiz hale getirmek ve her şeyin üstünde Doğu Anadolu’da çıkarlarına en uygun yapay devletler oluşturmak için büyük  çaba içindedir.


Oysa, aksi tüm iddialara rağmen Anadolu, tarih boyunca bir Türk vatanıydı.


Anadolu’nun her yerinde, özellikle Doğu Anadolu’da bulunan kaya üstü ve mağara resimleri, yazı elemanlarını içeren kaya resimleri ( petroglifler), yazıya geçişi gösteren kaya resimleri ve nihayet yazıtlar  bu fikri doğrulamaktadır.


Araştırmacı- Tarihçi  Kâzım Mirşan’ın, okuyup kayda aldığı bazı buluntular şunlardır:


ÇİLGİRİ YAZITI:
Doğu Anadolu’da, Ön- Türk dil ve düşüncesi hakkında geniş bilgi veren, ilk Ön- Türk yazıtıdır. İlk ve en eski olması nedeniyle bütün Anadolu uygarlık tarihinin en eski yazıtı dememiz mümkündür.



45 santimetre çapında, mermer bir silindirdir. Ortasındaki haç ve kenarındaki çok sonraları kazınmış olan Ermenice yazı nedeniyle Ermeni Mezar Taşı sanılmıştır. Kâzım Mirşan, Ermenice yazıların sonradan kazınmış olduğunu belirlemiş, Ön- Türkler’e ait  damga ve yazıları çözmüştür.


İçeriği tam olarak anlaşılamadan, sadece üzerindeki yazılar sebebiyle Van Müzesi’nin bahçesinde açık havada tutulurken, önemi kavrandıktan sonra, kapalı alana alınmıştır.


TİR-İ-ŞİN YAZITI:Tir-i-şin Yaylası’nın 8 km. kuzey doğusundaki Tahtı Melik Zirvesi’nde ele geçen petroglif (yazı elemanı içeren  kaya resmi) , İÖ. 6 000’lere tarihlenmektedir.


Mirşan’ın açıklamasına göre, petroglifin içeriği, (Mukaddesata erişen, ölen kişinin GÖKTE ASILI KALMASI...), yani tekrar doğmak üzere cennette yer alması, demektir. Bu da, İÖ. 6 000’lerde, Ön- Türkler’in tek tanrı inancına sahip olduklarının ifadesidir.


BAŞET PETROGLİFİ:
3720 metre yükseklikteki Başet Dağı’nda bulunmuştur. İÖ. 4 000’lere tarihlenmektedir. Bu petroglifle, damgaların, satır, dizi halinde sıralandığı, düşüncenin düzen kavramına vardığı seçici olduğu bir döneme girilmiştir.



Kâzım Mirşan, petroglifin içeriğini şöyle açıklamaktadır : ( Kutsal majestelerinin günahsız ruhlarının toplandığı yere uçuşu)


Burada, ruhların toplandığı yer, ileriki yıllarda, cennet kavramına dönüşmüştür.


CUNNİ MAĞARASI YAZITLARI:Erzurum -Karayazı İlçesi Salyamaç Köyü yakınlarındadır.
Mağara duvarlarına işlenmiş olan yazılar, Ön- Türkler’in Doğu Anadolu yaylasından Anadolu içlerine doğru ilerlemiş olduklarını göstermektedir. Bu mağara yazıtlarını Prof. Dr. Hâmit Zübeyir Koşay bulmuş, yazıtların tamamını Kâzım Mirşan okumuştur.



Mirşan’a göre, İÖ. 3 000’lere tarihlenen Cunni Mağarası, bir ATEŞ EVİ’dir.
Yazıtlardan  Cunni Mağarası’nda Kral ISUB-ÖG’ün gömülü olduğu anlaşılmaktadır. Tabii, gömülü olan kralın külleridir.
Yine Mirşan’a göre, buradaki bazı yazıtlar, hiyerogliften önce  hiç sözü edilmeyen Mısır yazısına aittir. Ve bu yazı, Orta Asya’dan Mısır’a gitmiş olan Ön- Türkler’e ait  damgalardan oluşmaktadır.



TRABZON YAZITLARI:
Kâzım Mirşan, Trabzon’daki bir mağarada bulduğu Ön- Türkler’e ait bir yazıdan, kentin eski adının OY-ONUL olduğunu, bu ismin (Başarı inancı) anlamına geldiğini  ileri sürmektedir.



Mirşan, aynı yerde bulunan  ikinci bir yazıyı da UW-ON ONULUS UQUS olarak okumuştur. Ona göre bu yazının anlamı da, ( Tanrıyla özdeşleşme) demektir. 


TAŞLARDAKİ  TARİH Türk tarihi ile ilgili ulusal basında çıkan üç haber...


Esasen  konu bilinmeyen bir şey değil ama, yine de (Kâzım Mirşan’ın söylediklerini  hatırlayarak) okumakta yarar var. 


19 Haziran 2001, Milliyet :
“ Malazgirt Efsanesi Yıkılıyor



Tarih kitapları, Türkler’in Anadolu’ya 1071’de Malazgirt savaşıyla girdiğini yazar. Yeni kurulan Meclis Ahlat Komisyonu Başkanı’na göre ise Türkler, İÖ. 650’lede Ahlat’ta dünyanın en büyük kentlerinden birini kurmuş.


Komisyon başkanı MHP Bitlis Milletvekili İbrahim Halil Oral’ın, “ Ahlat da nereden çıktı?” sorusuna yanıtı ise Türkler’in Anadolu’ya giriş efsanesini yıkacak cinsten...


“ Ahlat’ın geçmişi İÖ. 650 yıllarına kadar dayanıyor. Türkler’in Anadolu’ya girişini Malazgirt olarak biliyoruz. Ama bundan yüzyıllar önce Anadolu’ya ilk gelen Türkler, Ahlat’a yerleşmiş ve dünyanın ilk büyük kentlerinden birini kurmuş.


30 000 metrekare alanda, 5 metre yüksekliğindeki mezar taşlarında, Kayı dahil Türk boylarına ait tarihi kayıtlar var.”


7 Eylül 2002, Akşam :
“ Ana Vatanımız Anadolu Çıktı  



Hakkari’de bulunan 3200 yıllık mezar taşları ana vatanımızın  Anadolu olduğunu gösterdi.


Hakkari’de yapılan bir kazıda bulunan mezar taşları, Türkler’in ana vatanının “ Orta Asya değil, Anadolu olduğunu” ortaya çıkardı.


Prof. Dr. Veli Sevin önderliğinde yapılan kazıda, İÖ. 1200 yıllarına ait BALBAL adı verilen Türkler’in kullandığı mezar taşları bulundu.


Böylece, Türkler’in Orta Asya’dan dünyaya yayılışı inancı  da büyük darbe yedi. Tarih kitaplarında Türkler’in Anadolu’ya geliş tarihi olarak 1071 yılında yapılan Malazgirt Savaşı gösteriliyordu.


Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Türkler’in İÖ. 1200’lü yıllarda bu bölgede yaşadıklarını kanıtlayan mezar taşlarını Prof. Dr. Veli Sevin’in önderliğindeki kazıda bulunduğu bilgisini verdi.


Prof. Dr. Halaçoğlu, şunları söyledi :
“...Balballar, üzerinde Türk motifleri bulunan , Orta Asya Türk dünyasında sıkça rastlanan Göktürk öncesine ait mezar taşlarıdır.
Anadolu’da ilk defa bu tür bir figüre rastlandı.
Arkadaşlarımız Orta Asya’ya giderek Hakkari’de çıkan balbalların oradakilerle karşılaştırmasını yaptılar.  Bunlar tamamen Türk figürlü mezar taşları...
Buluntular, Türkler’in İÖ. 1200’lerde Hakkari’de yaşadıklarını  kanıtlıyor, bunun ikinci bir izah yolu yoktur. “



10 Ekim 2002, Hürriyet :
“ Arkeolojik Kazılar



18 Mart  Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin araştırması çok önemli bir gerçeği ortaya çıkardı.; Türkler, Anadolu’ya İÖ. 2 000 yılında geldiler.


Hakkari’de yapılan arkeolojik kazılarda bu konu ispatlandı. Bulunan 13 kabartma ve aile mezarı, yirmi milyon satışlı National Geographic dergisinin Ekim sayısına da konu oldu.


Başta Ermeniler olmak üzere bazı etnik kimliklerin tekelinde olduğu iddia edilen  Güneydoğu’nun öz Türk anayurtlarından biri olduğu böylece ispatlandı.
Türkler’in Anadolu’ya 1071’de değil de, 3200 yıl önce geldiğinin belgelenmesi, dünya gündemine de oturdu.”


Sultan Alparslandan bir kaç asır önce geldi denilen Türklerin, Anadoluya çok uzun yıllar önce geldiği ortaya çıktı..
                                                                 
Türklerin Anadolu’daki 3 bin 200 yıl önceki izleri bulundu
Kuzey Doğu Anadolu’da insan at ve köpeğin yanyana gömüldüğü binlerce yıllık bir mezarın ortaya çıkarılması Orta Asya ile Anadolu’nun bağlarının bilinenden de daha eski geçmişe dayandığını gösterdi. Doç. Alpaslan Ceylan, bulunan mezarın Anadolu tarihi açısından çok önemli olduğunu söyledi.
3200 yıllık bağ!..Kuzey Doğu Anadolu’da insan at ve köpeğin yanyana gömüldüğü 3200 yıllık bir mezarın bulunması Orta Asya ile Anadolu bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığını gösterdi
Anadolu’da ilk kez, insan, at ve köpeğin yan yana gömüldüğü bir mezar ortaya çıkarıldı. Kuzey Doğu Anadolu’da bulunan mezarın Anadolu ile Orta Asya’nın bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığının en önemli bulgularından biri olduğuna dikkat çekildi. Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Alpaslan Ceylan, “Türk Dünyası Yüzey Araştırmaları Projesi” kapsamında sürdürülen çalışmalar kapsamında Kuzey Doğu Anadolu’da ortaya çıkarılan insan, at ve köpeğin yer aldığı mezarın ilk belirlemelere göre MÖ 2-1 binli yıllara ait olduğunu anlattı. Mezarın kesin tarihini belirlemek için çalışmaların sürdüğünü kaydeden Doç. Dr. Ceylan, proje ekibinde yer alan antropologların da konuyla ilgili çalışmalarını sürdürdüklerini belirterek, “Bu mezar Anadolu tarihi açısından çok önemli” diye konuştu.Kurgan geleneğiİnsan, at ve köpeğin aynı mezarda yer almasının Orta Asya geleneği olduğunu kaydeden Ceylan, bu tür mezarların Orta Asya ve Kırım bölgesinde çok sayıda bulunduğunu ifade etti.
Ceylan, “Anadolu’da bu tip bir mezar ilk defa ortaya çıkarıldı. Kaçak kazı yapanlar tarafından talan edilmeye çalışılan tarihi mezarlıklar arasında tespit ettiğimiz mezar, Orta Asya ile Anadolu’nun bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığını gösteriyor. Bu mezar Türk kurgan geleneğini ile örtüşmekte” dedi.


Araştırmacı yazar Tarcan, Türklerin Anadolu’daki varlığının aslında 15 bin yıla dayandığını ve Türklerin Anadolu’ya giriş tarihi olarak bilinen “1071” yılının Avrupalıların dayatması olduğunu söyledi. Programda İzmir Barosu Başkanı Avukat Nevzat Erdemir de önemli açıklamalar yaptı. Haluk Tarcan’ın yaptığı açıklamalar ve gösterdiği belgelere göre Dünya tarihi Türklerle başlıyor ve Türk kültürü tüm dünya kültürlerinin temelini oluşturuyor. Buna göre; yazıyı Sümerlerden, hukuku Romalılardan binlerce yıl önce kullanıyorduk.

‘Kürt’ Öztürkçedir
Haluk Tarcan Amerikalıların Van’ın Muratlı Kasabası’nda yaptıkları gen araştırmasını gündeme getirdi. “Amerikalılar Van’da insanlardan DNA örneği alıp bir araştırma yaptı. Amaçları Etrüsklerin Türk olmadığını dolayısıyla da Kürtlerin de Türk olmadığını ispatlamaktı. Sonuçta yüzde 97 uyum bulundu ve bu şekilde Kürtlerin de Türk kökeninden geldiği ortaya çıktı. Ayrıca, Kürt ’yönetim müsaadesi’ anlamına gelen Öztürkçe bir sözcüktür” dedi. “Batı bile Türklerin büyük bir tarihi geçmişe sahip olduğunu biliyor” diye konuşan Tarcan, Orta Asya insanı M.Ö. 80 binlerde insanüstü bir varlığın olduğunu kabul etmiştir. Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Varlık yokluk meseleleri üzerine düşünmeye başlamışlar. Bu şekilde felsefenin temellerini atmışlardır. Bizim süper entelektüellerimiz buna nasıl karşı çıkacak? diye sordu.

İlk tarihçi Bilge Atung
Tarcan’ın açıklamalarına göre, dünyanın ilk tarihçisi Bilge Atung Ukuk adlı bir Öntürk kumandanıdır. Tarcan, “Heredot’tan 87 yıl önceki M.Ö. 572-535 yılları arasında yaşamış olan ordu kumandanı ilk tarihçidir. Bizim ön atamızdır” dedi. Programda Alevilerin Öntürk kültürünü günümüze taşıyıp taşımadığı sorusu da soruldu. Tarcan, Alevi mezarlarında bulunan Öntürkçe damgaların bu tezi güçlendirdiğini ifade etti. Mısır hiyerogliflerinin doğru okunduğunu düşünmüyorum diyen Tarcan hiyerogliflerin okunan kısmında Öntürklerin varlığının görüldüğünü belirtti. Tarcan, arkeolojik eserlerin değerlendirilmesinde gördüğü yanlış uygulamayı da örnekleriyle anlattı.

1071 tarihi Batı’nın icadı
Haluk Tarcan, Anadolu’ya M.Ö. 13 bin yılında geldiğimizin bölgede bulunan mağara yazılarıyla ortaya çıktığını söyledi. Tarcan “atalarımız 13 bin yılında geldiğine göre demek ki buzullar nedeniyle göç ettiler. 1071 tarihi Batı tarafından Anadolu’daki Türk varlığını yok etmek için icat edilmiştir. En son geliş tarihimizi ilk geliş gibi göstermişlerdir” dedi. “Anadolu’ya göçebe değil göçmen olarak geldik. Geldiğimizde yazıya ve bir kültüre zaten sahiptik” diyen Araştırmacı-Yazar Tarcan, Türklerin Anadolu’ya ve oradan da Avrupa’ya yaydığı kültürünü şu şekilde anlattı: “Sümerler yazıyı 5 bin yılında buldu biz 12 binlerde yazı elemanı içeren figürlere sahiptik. İlk okul ve üniversite bu nedenle Öntürklerde görüldü. Anadolu’ya ışık getirdik. Türkler, Batıya demokrasiyi, seçimi götürdüler.

Pontus çarpıtması
Tarcan, Pontus Rumlarının Trabzon’a M.Ö 700-800 yıllarında yerleştiğini ancak Türklerin M.Ö. 2000 de orada olduğunu söyledi. Araştırmacı Tarcan, bu bölgede yapılan araştırmalarda bu gerçek bilinmeden değerlendirme yapıldığı için bulunan eserlerin Türk kültürüne göre değil Hıristiyan kültürüne göre yorumlandığını ifade etti. Haluk Tarcan, “İstanbul, Konstantin’in değil Türklerin şehridir; Pekin ve Moskova’yı da Türkler kurdu” dedi.

4 Ağustos 2013 Pazar

Balkanlarda Türklerin ilk göçleri ve gelişimi

                        Balkanlarda Türkler ve kronolojisi

Balkanlarda Osmanlı mirasını aramak anlamsız bir şeydir. Çünkü bizzat Balkanlar Osmanlı mirasıdır. “Bu bölgeye bu ismi veren Türkler değil, Avrupalı coğrafyacılardır. Osmanlıya göre bu bölgenin umumi ismi Rumeli’dir. Balkan bölgesi, etnik linguistik bakımından dünyanın en karmaşık bölgelerinin başında gelmektedir. Tarihin hemen her döneminde yoğun çatışmalara neden olmuş bu bölge, bugün de yaşanmış, yaşanmakta olan ve gelecekte yaşanacak çatışmalarla, dünya kamuoyunun tüm dikkatlerini üzerine toplamıştır. “Başka bir anlatımla, tarihi ve edebi imgelerde Balkanlar ürkütücü, ama pek tanımlanmamış bir bölge gibi gözüküyor. Balkanlar dünyanın dört büyük medeniyetinin örtüştüğü, dinamik, bazen patlayıcı, çok katmanlı yerel bir uygarlık yarattığı bir sınır bölgesidir. Eski Yunan ve Roma, Bizans, Osmanlı Türkiye’si ve Katolik Avrupa kültürleri burada buluştu, çatıştı, bazen kaynaştı; burası hiçbir kültürün tek başına egemen olamadığı bir topraktır.” “Balkanlar ve Türklük” birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Çünkü Balkan coğrafyasına ilk yerleşenler, Türklerdir. Diğer bir anlatımla, Avrupa’ya ve Balkanlara gelen ilk Türkler, Hunlardır. “Hunlar” V. asrın ilk yılarından itibaren Balkanlara girdiler. Hun Hakanı, Atilla, Balkanların büyük kısmını ele geçirdi ve taht şehri, bugünkü Macaristan’da idi. VI. asırda Avar Türkleri de Balkanların kuzeyini hâkimiyetlerine aldılar. Atilla’nın bir suikast neticesinde ölmesi ve oğullarının başarısız olması neticesinde imparatorluk yıkıldı. Hunlar, 1000 yıllık “Gök Tanrı” dinini bırakarak “Katolik” oldular. Yavaş yavaş Türkçeyi unutarak bir Fin dili olan Macarcayı konuşmaya başladılar.
Hun Türklerinden sonra, Avrupa’ya gelen ikinci Türk kavmi “Avarlar” olmuştur. Avarlar, Balkanlarda M.S. 558–835 yılları arasında devlet hayatı sürdüler. Hatta 626 yılında Bizans’ı muhasara ettiler alamadılar, bu tarihten ancak 837 yıl sonra Fatih Sultan Mehmet (1453) fethedecektir. 796 yılından itibaren Hıristiyanlığı kabul eden Avarlar, bilahare Avrupa ve Bizans’ında etkisi ile Slavlaşarak tarih sahnesinden çekildiler.
VII. asırda başka bir Türk kavmi, “Bulgarlar”, Tuna güneyine inerek yurt tuttular. Balkanlardaki Bizans hâkimiyetini geniş ölçüde hırpaladılar. Sonunda Slavlaştılar… Sonra, Balkanlara, Karadeniz’in Kuzeyinden, “Peçenekler, Oğuzlar, Kumanlar, Kıpçaklar” geldi… Bu Türk kavimleri, yarımadayı yıldırım gibi istila ettiler. Pek çok kültür unsuru bırakarak eriyip gittiler. Balkanlardaki sayısız ailenin Türk asıllı olduğu, soyadlarından bugün de anlaşılır… Türkçe binlerce coğrafya ismi, bugünde de Balkanlar’a hâkimdir… Balkan milletleri musikilerini, Türk musikisinden almışlardır… Balkan dilleri, Türkçe kelimelerle doludur. Balkan kavimlerinin kıllık kıyafetinde, yiyip içmelerinde, zevk ve adetlerinde Türk tesirleri hala silinememiştir. Daha geniş bir anlatımla, Rumeliler, çeşitli Türk kavimleri Kuzey Karadeniz steplerinden gelip daha VI. yüzyıl’dan başlayarak Balkan yarım adasına yerleşmişlerdir. Fakat Bizans’ın dini baskısı ve daha önce yerleşik hayata geçmiş olan Slavlarla karışmaları sonucu ortadan kaybolmuşlardır. VII. y.y.’da gelenler askeri egemen sınıf olarak Kuzey-Doğu Balkanlar da güçlü devletler kurmuşlardır. Bunların arasında Türk boyu olan Kutrigurların kurmuş olduğu Bulgar hanlığı önemlidir. Bulgar hanları, IX-XI. y.y.’da (1018’e kadar) Balkanlarda Bizans İmparatorluğunun yerini almışlardır.
Kaynaklar daha IX. yüzyıl sonlarında, Theophilactus zamanında 14 bin kişilik bir Türk topluluğunun “Vardar ve Struma” arasında yerleştirildiğini yazar. Eski “Hun-Bulgar” geleneğini devam ettiren ve çoğunlukta XI. yüzyılda toplanan kuzeyden gelen Türk akınları, Dobruca-Deliorman üzerinden nihayet en fazla Trakya’yı etkiliyordu; ama “Peçenek, Oğuz ve Kıpçak” birlikleri kimi zaman daha küçük ölçekte Makedonya’ya kadar da ulaşıyordu. Mesela, Oğuzlar, Kumanlardan kaçarak Balkanlara girdiklerinde yaptıkları saldırılardan Makedonya da nasibini almıştır. Benzer bir şekilde, güçlerinin büyük bir bölümü Kuman-Bizans ittifakı tarafından 1091 yılında yok edilen Peçenekler, son bir kez ayağa kalktıklarında Balkanlara ulaşabildikleri tüm Bizans arazisini yağmalamışlar, Trakya ve Makedonya’yı da çiğnemişlerdir. Ancak, Peçenekler 1122 yılında tattıkları acı yenilginin ardından artık Bizans için sorun olmaktan çıkmışlardır. Peçeneklere yenilip Bizans’a sığınan Oğuzların bir kısmının Yukarı Vardar vadisine yerleştirildiği biliniyor. Oğuzlardan kurulu 15 bin kişilik bir birlik, Bizans ordusu saflarından 1071’de Malazgirt’e gitmiş, aileleri Makedonya’da olduğu halde, buradaki büyük savaşta soydaşları olan Selçukluların tarafına geçmişlerdir. Bunlar daha önce Hıristiyanlığı kabul etmekle birlikte, bu kişilerin Osmanlı zamanında Müslüman oldukları anlaşılıyor; çünkü onların yerleştiği Vardar ovası, Balkanlarda Türklüğün en fazla tutunduğu yerlerden biridir. İyi bilenen bir diğer iskân ise, Moğollardan kaçan Kumanların bir kısmının Ioannes Vatatzas (1222–1254) zamanında Makedonya’nın kuzeyine yerleştirilmesidir. Üsküp’ün kuzeyinde bulunan Makedonya’nın en önemli kentlerinden Kumanovo’nun ismi bunlardan gelmektedir. Daha sonra Kuman Türkleri, 1389 I. Kosova Meydan Muharebesinde Osmanlı Türklerine her yönden öncülük, artçılık ve keşif kollarında en faal yardımcılık görevlerini seve seve ifa ettiklerinden dolayı yardımcı anlamına gelen poma/pomag “pomag” ve ya Pomak sıfatı verilmiştir. Rodop’lardaki bazı Kuman Türklerine Pomak (yardımcı), Pirin ve Vardar Makedonya’dakilere ise Torbeş ve Goran (Dağlı), Filibe, Stanimaka çevresindekilere de Şop (yardımcı) isimler verildi. Makedonya’ya kuzeyden gelen Türklerin yerleşimi daha sonra da sürmüş, daha I. Murad zamanından itibaren buraya Tatarlar gelip yerleşmişlerdir. Buradan iki sonuç çıkartmak mümkündür: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğundan önce Balkanlara gelen Türklerin, Hıristiyan olduktan sonra yerli halka karışıp ortadan kalktıkları hakkındaki yaygın ve basit savlar, sağlam temele oturmamaktadır. Bunlar büyük ölçüde varlıklarını korumuş, kısa bir süre sonra gelen Osmanlılar sayesinde de yeniden ve güçlü bir şekilde öz milli kimliklerine dönmüşlerdir.
Diğer sonuç ise, Balkanlardaki Türk varlığını sırf Anadolu’dan giden ”Yörük göçü” ile açıklamak mümkün değildir. Geçtiğimiz yüzyılda Bulgaristan ve Makedonya nüfusunun yarısına yakın Türk’tü. Anadolu’daki Türk oranı da çok farklı değildi. Balkanlar, ancak kuzeyden gelenler sayesinde Anadolu’ya yakın bir Türklük oranına kavuşmuşlardır.
İşte, Osmanlıların Rumeli dediği Balkanlar, uzun yıllar Müslüman Türklerin hâkimiyeti altında kalmıştır. Osmanlı Devleti, Rumeli’de ilk fütuhata başladığı andan itibaren ele geçirdiği şehir ve köylerde “sistemli bir iskân politikası” takip etmiştir. Bu hâkimiyet yıllarında, Türk ailelerinin hepsi, istinasız Anadolu’dan rastgele değil, seçilerek Balkanlara getirilmiştir. Müslüman Türk aileleri, fethedilen yerlere yerleştirildikten sonra, devletin alakası kalmamış. Sultan I. Murad müteakiben Yıldırım Beyazıt döneminde de Rumeli’nin Türkleşmesi amacıyla daha büyük ölçüde Türkmen ve Yörük unsurunun nakledildiği bilinmektedir. Bu nakil sırasında, devlet tarafından kendilerine zengin topraklar verilerek, bütün akrabalarıyla göçecek olanlara yurtluk, toprak, tımar gibi imtiyazlar tanınmak suretiyle muhaceret teşvik edilmiştir. “Hunlar, Kumanlar, Oğuzlar, Avarlar, Peçenekler ve Bulgarlar” Balkanlara Osmanlıdan önce göç etmiş Türk kavimleridir. 1360’lardan sonra ise, Osmanlı yönetimindeki Türkler bu bölgeye yerleşmeye başlamışlardır. Derebeyleri tarafından sömürülen ve zulmedilen köylü ve şehirli halk nefes alabilmek ve insanca yaşayabilmek için Osmanlının gelmesini dört gözle beklemiştir. “Balkan’lardaki Osmanlı fetihleri’nin” niye bu kadar kolay olduğunu açıklamak güç değildir. Osmanlı istilası, bir yağın bağımsız kral,  despot ve ufak beyin kendi yerel çekişmelerinin çözümü için dış yardım aramakta tereddüt göstermediği, politik bir parçalanma dönemine denk düşüyordu. Balkanlarda hüküm süren bu çözülüş içinde yalnız Osmanlılar tutarlı bir politika izliyorlardı. Bunun uygulanabilmesi için gerekli askeri güç ve merkezi yetki de yalnız onlarda vardı. Avrupa’nın ilk daimi ordusu yeniçeriler, Osmanlılara büyük bir üstünlük sağlıyordu ve doğrudan doğruya sulatanın buyruğu altında idi.
İlk dönem boyunca, Osmanlıların karşısına önemli bir devlet, ne Balkanlar’da ne de Anadolu’dan çıkmıştır. Bu dönemde Balkanlarda hükümetin adına vergi toplayan tahsildarlar, halka eziyet ediyor ve haksız davranıyordu. Attika ve Mora’da dayanılmaz hale gelen Katolik Latinlerin zulmü sonucu, buraların halkı ve idarecileri birçok kez Osmanlıları yardıma çağırmışlardır. Mora despotu I. Teodora bile Latinlere karşı Osmanlılardan yardım istemişti. Daha sonraki tarihlerde Mora ve Attika bu çağrılar sonucu fethedilmiş ve Rum halkı Türkleri kurtarıcı olarak karşılamıştır. Aynı şekilde Arnavutlarda yerli beylerin ve Venediklilerin zulmüne karşı Türklerin ülkelerine gelmelerine, kurtuluşları gözüyle bakmışlardır. I. Murat’ın 1383 tarihinde Kara Timurtaş Paşayı Arnavutluk seferine göndermesi Arnavut beylerinin Osmanlılara yaklaşmalarından kaynaklanmaktadır. Daha sonraki yıllarda bilindiği gibi Arnavutlar büyük kütleler halinde Müslümanlığı kabul ederek, Balkanlarda Türklerden sonra gelen ikinci en büyük Müslüman kitleyi oluşturmuşlardır. O tarihlerde Bosna ve Kuzey Makedonya’da yaşayan Bogomiller’de (Ortaçağda ortaya çıkan yeni bir Hristiyan mezhebidir) kısa zamanda Türk idaresini kabul etmekle kalmamışlar, toptan İslam dinine girerek bugünkü Bosna ve Kuzey Makedonya’da (Goralılar) yaşayan Müslümanları meydana getirmişlerdir.
“Rumeli Fatihi” denen ve mezarı Gelibolu’da bulunan Osmanoğlu “Orhan Gazi’nin” büyük oğlu ve Birinci Murad’ın ağabeyi Veliahd-Şehzade Gazi Süleyman Paşa, 1353’te Gelibolu yarımadasına fetih maksadı ile geçerek Avrupa’ya ayakbastı. Balkanların gerçek fatihi, “Gazi Süleyman Paşa’nın” ölümü üzerine veliahd ve az sonra babası Orhan Gazi’nin ölümü ile Padişah olan (1362) “Birinci Sultan Murad Handır” ki, Süleyman Paşa’nın kardeşidir. Temmuz 1362’de tahta geçer geçmez, Edirne’yi, Filibe ve Zağrayı almış, Meriç vadisine hâkim olmuştur. 1389’da birinci Kosova muharebesinde şehit düştüğünde, Osmanlı yönetimi, Tuna’ya, Tuna deltasına, Adriyatik denizine, Afrika yarımadasına dayanmış bulunuyordu. Oğlu Yıldırım Beyazid (1389–1402), Balkanlardaki Türk hâkimiyetini kesinleştirdi. Bundan sonra, Hıristiyan Avrupa, Osmanlıya karşı savunabilme amacıyla birleşik Haçlı kuvvetlerini oluşturdu. İki buçuk asır (1400–1683) Avrupa, Osmanlıya karşı savunma harbi yaptı. 1683 Viyana kuşatmasına kadar… Sultan Murat Hüdavengidar zamanında başlamak üzere, bütün Türk Devleti padişahlık döneminde, Rumeli’yi Balkanlar’ı ve Avrupa’yı Türkleştirmek için soyunda ve sopunda hiçbir karışım olmayan Türk ailelerinden oluşan özel güçleri buralara göndermişlerdir.  Bu göçlerin büyük çoğunluğu Oğuz Türkleri, “Müslüman Oğuzların Yörük Türkmen boylarından” gönderilen aileler teşkil ermektedir. Müslüman Oğuzların, Tanrıdağı ve Karagöz Yörüklerinden olup, Konya ve Aydın yöresine yerleşmiş bulunan isimler, teker teker yazılı bulunmaktadır. Buradaki, 950 tarih ve 82 numaralı l yazıcı defteri ile 1051 tarih ve 469 numaralı il yazıcı defterinde Anadolu’dan Rumeli’ye geçen Türk boy ve ailelerinin isimleri açıkça yazılı bulunmaktadır. Bunların Müslüman Oğuz Türk’ü Yörük Türkmen boylarından oluşan ailelerinin kimler olduğunu kayıtlarda belirtilmektedir. Aynı zamanda unutulmaması ve dikkate alınması gereken şey de, bu kayıtlarda, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün atalarının da, Anadolu’dan Konya ve Aydın yöresinden geldiği yazılmaktadır.
Sonuç olarak, tüm bu yazdıklarımıza bir genelleme ya da değerlendirme yapmamız gerekirse, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz:  “Bizler öz ve öz Anadolu’nun fakir coğrafyasından, Konya bölgesinden, Balkanlar’ın verimli topraklarına göç eden ya da göç ettirilen ailelerin, Türkmenlerin/Yörüklerin torunlarıyız!” Mesela, Yrd. Doç. Dr. Erhan Afyoncu bir televizyon programında “Balkan Türkleri, Anadolu’dan gelmiş Türklerdir” diyerek, buradan da sadece “Konya Karaman” bölgesi ya da bugünkü Karaman toprakları anlaşılmaması gerektiğinin altını çizmiştir. Çünkü Konya o dönemde sancak/eyalet olduğundan dolayı, büyük bir coğrafi alanı, Kayseri, Niğde ve Antalya’yı bile kapsıyordu. Balkanlara bugünkü Batı Anadolu’dan ve Marmara’dan çok Türk göç etmiştir.  Diğer yandan, “Türkmen ve Yörük” aynı anlama geliyor ve “Türk” demektir. Batı’da yerleşen ya da göç edenlere “Yörük” denmiş, Asya’da kalanlara ise “Türkmen” söylenmiştir. Göç iki şekilde olmuştur. Birincisi, göç etmek isteyenleri seçerek, sadece iyi aileleri toplu bir şekilde o verimli topraklara göç etmelerini sağlamak için onlara toprak vermişlerdir. İkincisi ise, sorun çıkaran ya da çıkarabilecek aileleri ufak gruplara bölerek farklı farklı yerlere yerleştirmişlerdir. Balkanlara o dönemlerde ne kadar göç gerçekleştiğini öğrenebilmek için, ancak 1431 yılına ait en eski Vergi defterini inceleyip anlayabiliriz. Bunun daha öncesi ise imkânsız! Zira ilk 1431 yılı Vergi defterinde bile sadece vergi veren şahısın ismini bulabiliriz, tüm sülalenin değil! Batı’daki gibi değildir. Kilise tüm yeni doğan çocukların ismini kayıda alır. Osmanlı arşivinde bir sülalede sadece vergi alınan kişinin ismi kayıt altına alınmıştır. Tanzimat’tan (1839) sonra bile sadece erkeğin, vergi verenin ve askere gidenin ismi vardır. Eğer bizler bugün 1800 yıllarına kadar geriye gidebiliyorsak, kendimizi çok şanslı görmemiz gerekir. Çünkü insanlar üç nesil ötesine bile gidemiyorlar. (Türkiye’de ilk kez soyağacı nüfus idaresi 1944 yılında kuruldu.)
Aynı zamanda yer isimlerine de bakarak anlayabiliriz. Mesela 1455 yılı Vergi defteri Üsküp’e göç edenlerden söz ediyor ama defterde ne kadar göçün ve kimlerin göç ettiği konusunda bilgiler yoktur. Nereden, nereye ve ne kadar göçün gerçekleştiğini ispatlamak çok zordur, hatta imkânsızdır. Çünkü bu konuda bilgiler yoktur. Bizim en büyük kanıtımız Balkanlar’daki günümüzde bile varlığını sürdüren Türk isimli yerlerdir. Çünkü Anadolu’dan göç edenler, Balkanlara göç ettikleri yerlere, geldikleri yerlerin isimlerini (Kuman-ova ve Vardar gibi..) vermişlerdir.
Diğer yandan unutmamamız gereken şey de, “Osmanlı İmparatorluğunun bir Balkan İmparatorluğu olduğudur.” Evet, yanlış okumadınız, Osmanlı bir Balkan imparatorluğuydu. Çünkü Makedonya 1371 yılında feth edildi, oysa Trabzon ancak 1461 yılında feth edilecektir. 1387 yılında Selanik, 1389 yılında Kosova feth edildi, oysa Erzurum ancak 1518 yılında feth edilecektir. Demek ki Balkanlar’ın feth edilmesi ve Türkleşmesi Anadolu’dan çok önceki tarihlerden olmuştur. Osmanlılar her zaman yüzünü Balkanlara doğru çevirdi. Osmanlı için Rumeli’nin ya da Balkanların hayati önemi vardı. Osmanlı Balkanlarda doğdu, büyüdü gelişti ve bir dünya İmparatorluğu haline geldi ve Balkanlarda da yıkıldı. Balkan milletlerinin Osmanlı idaresinin altından bir bir çıkması sonucunda Osmanlının sonuna doğru giden yolun sonuna gelindi ve koca 600 yıllık çınar imparatorluğu can çekişme haline gelerek tarihe karıştı… Bizler de öksüz çocuklar gibi kaldık, Osmanlının dağılmasıyla hem annemizi hem babamızı da birlikte kaybetmiş olduk ve her iki yerin (Makedonya ve Türkiye’nin) yabancısı olduk. Çünkü Osmanlıdan sonra yerli halk (Yunanlılar, Makedonlar, Sırplar, Bulgarlar ve Arnavutlar) boş durmamış, Rumeli Türklerinin dilini, dinini, kültürünü, değiştirmeye yönelik çaba göstermişlerdir ve şivemizi hatta lehçemizi bile değiştirmişlerdir. Bu yüzden, Balkanların yedi göbek Müslüman Türk ailelerini Anadolu kendinden saymaz olmuştur. Örnek olarak son günlerde yaşanan tartışmaları gösterebiliriz. Hatta bu tartışmayı, “Anadolu-Rumeli” ayrışmasına kadar götürdüler.
Oysa Rumeli denilince, kendiside bir Rumelili olan M. Kemal Atatürk: “Muhacirler kaybedilmiş toprakların aziz hatıralarıdır, onlar Evladı fatihandır” diyor. Bana göre, “Rumeli ve Anadolu” İstanbul boğazında yer alan iki “Hisar” gibidir, karşı karışa duran fakat birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Makedonya’da Türk olduğumuz için; Türkiye’de ise Türklüğümüz tartışıldığı için, hep bir şamar oğlanı olduk!  Allaha şükürler olsun ki, son yıllarda Türkiye’nin Balkan Türklerine yönelik ilgi ve alakası artmış durumdadır. Sadece, “Müslüman’ım, Milliyetçiyim, Türk Dünyası ve Türklerle yakından ilgilenirim” demekle bu işler olmuyor! Unutmayın, Türkiye’de bu sözleri söyleyenlerin bir kısmı, Makedonya’da Türklerin yaşadığını ancak Elveda Rumeli dizisi ile birlikte öğrenmiş oldular. Beni en çok üzen, kökeni Balkanlara dayanan hemşerilerimizin bize, daha doğrusu kendi kendilerine Tarihi gerçeklerden uzak sarf ettikleri sözlerdir, umarım  “Balkan Türklüğü” yazım ile “Balkan Türklüğüne” bir nebze de olsa katkıda bulunmuşumdur.
Mesela, Murat Bardakçı, soyağacı için “Vakit harcamayın, çıkartamazsınız” söyleyerek nedenlerini şu cümlelerle açıklıyor: “…Soyağacını çıkartmaya boş yere uğraşmayın, bulamazsınız!” Eğer zengin ve faaliyetini hâlâ devam ettiren vakıfların sahibi olan bir aileye mensup değilseniz, şansınız varsa sadece dört, haydi bilemediniz beş nesil öncesine kadar gider ama orada kalırsınız. Sebep, Osmanlı Türkiye’sinde bugünkü şekilde bir nüfus kayıt sisteminin bulunmamasıdır ve bu iş bütün doğu dünyasında böyledir. Nüfus sayımları bizde gerçi 16. asırdan itibaren yapılmıştı ama sayımdan maksat imparatorlukta kaç kişinin yaşadığının değil, askerlik yapıp vergi verebilecek olan nüfusun belirlenmesiydi. Sayımlar isim yerine adet temelinde olur, meselâ herhangi bir köyde sakinlerin isimleri kaydedilmez, aile reisinin adının ve erkek nüfusun adedinin yazılmasıyla yetinilir, kadınlar zaten sayılmazlardı.
Türkiye’de, kayıtları asırlar boyunca itina ile tutulmuş olan tek bir aile vardır: Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu olan Osmanoğlu ailesi… Yeni doğmuş bir çocuğun kilisede vaftiz edilmesi Hıristiyanlığın şartıdır. Kıt’a Avrupa’sında ve Amerika’da vaftizler mutlaka kayda geçirilir ve gayet iyi muhafaza edilen bu kayıtlar sayesinde isteyen hemen herkes soyağacını çıkartabilir. Batıda genealogy denilen soybilim araştırmalarının kaynağı bu kayıtlardır; bizde ise vaftiz yahut doğum kaydı gibisinden bir âdetin bulunmaması yüzünden soyağacı çıkartmak hemen hemen imkânsızdır. Büyük dedelerinizden biri vakti zamanında zengin bir vakıf kurduysa ve bu vakıf bugün hâlâ faaliyette ise, eski ödeme kayıtları vasıtasıyla soyağacınızı çıkarmanız az da olsa imkân dâhilindedir. Arşivlerde, yani Osmanlı Arşivi’nde aile kayıtları bulunmaz! Burada soysop yahut mal mülk belgeleri değil, devletin resmi yazışmaları muhafaza edilir. Osmanlı Arşivi’ne gidip aile kayıtlarını sormakla kasaptan ayakkabı satın almaya kalkmak arasında hiçbir fark yoktur. ..” Ben ise, Avni Engüllü’nün dediği gibi: “Genlerimizi araştıracak olursak (herkes gibi) ne çıkarız kim bilir? Kuşaklar öncesi, kimin ne olduğunu nereden bileceğiz? Sosyolojik yönden hiç kimsenin gerçek kimliği belli değildir. Ama Psikolojik olarak Türküm! Ayrıca (Sekiz-Dokuz kuşak geriye gidebilecek) Müslüman bir Türküm!” diyorum.

20 Temmuz 2013 Cumartesi

AFRİKALI TÜRKLER TUAREGLER


SAHRA ÇÖLÜ’NÜN TÜRKLERi
image00167.jpg
Onlar çölün mavi adamları… Onlar Büyük Sahra`nın siyah Türkleri… Onlar son Osmanlılar… Hatta hala Osmanlılar…

Misyonerlerin İştahını Kabartan Topraklar
Sarayın penceresinden dışarıya, çökmekte olan akşam karanlığının laciverte boyadığı boğazın sularına bakarken, yanındakilere seslendi Büyük Sultan:”Afrika’daki kardeşlerimiz Fransızların insafına terk edilemez. Ne gerekiyorsa tez elden yapıla.” Fizan’dan gelen habercinin getirdiği bilgiler, çelik gibi bakışlarını daha bir keskinleştirmişti sanki. Afrika kıtasını sömürgeleştirmeye kararlı İngiliz, Fransız ve Almanlar üç koldan kara kıtayı paylaşmak için anlaşmışlardı aralarında. Avrupalı misyonerlerin yer altı zenginliklerine dair anlattıklarıyla iştahları daha da kabaran Fransızlar başlamışlardı bile Afrika’yı kuzeyden işgal etmeye. Önce Cezayir, şimdi kıtanın daha da içleri. Amaçları Çad gölüne kadar tüm Biladüs’sudan’ı, yani Büyük Sahra’nın güneyini ellerine geçirmekti.
Osmanlının Afrikadaki Sınırı
Nijer’in başkenti Niamey’de kaldığım otelde masanın üzerine bırakılan su şişesinin üzerinde yazan bir markadan ibaretti önce Agadez. Sahra çölünün ortasındaki vahalardan çıkarılan kaynak suları, bu isimle turistlere servis ediliyordu. Nerden bilebilirdim ki sonraki günlerde Agadez’in, beni çölün ortasından İstanbul’un derin mavi sularına götürecek, tarihin tozlu sayfalarını karıştırmama yol açacak gizemli bir kent olduğunu.
“Biz Osmanlıyız”
Ertesi gün Nijerli dostlarımızla sohbet ederken, Agadez’in cihan devleti Osmanlı’nın Afrika’da ulaştığı en uzak yer olduğunu öğreniyorum. Ama burayı bizim için asıl ilginç kılan, Osmanlı’nın buraya kadar gelmiş olması değil. Bu insanların hala Osmanlı’ya bağlı oluşu… “Biz Osmanlıyız!” diyor bu kentin insanları. Agadez in valisine hala “Sultan” diyorlar. Bu bölgenin adı hala Agadez Sultanlığı. Üstelik kendilerinin Türk soyundan geldiklerini söylüyorlar. Diğer Nijerli kabilelerden daha açık renkli bir tene sahip olmalarını da buna delil olarak gösteriyorlar. Gerçekten de Agadezliler, Nijer’in diğer şehirlerinde yaşayan insanlara pek benzemiyorlar.
Osmanlı Tarihi Okutuluyor
Afrika’nın ortasında da Osmanlı medeniyetinin izleriyle karşılaşmak gerçekten gurur verici. Osmanlı deyince hala Agadezlilerin gözlerinin içi gülüyor. Okullarında Osmanlı Tarihi, ders olarak okutuluyor. Nijer Cumhurbaşkanı, Türkiye’den gelen heyetlere, Nijer ile Türkiye arasındaki sıcak ilişkilerin Osmanlı dönemine kadar uzandığını büyük bir sitayişle anlatıyor.
Afrikanın Kültürel Mirası
image00221.jpg
Ünlü Agadez Camisi
Agadez, Mali’deki Timbuktu kenti ile birlikte sahranın en önemli iki kültürel mirasından biri. Nijer’in başkenti Niamey’e 1000 kilometre uzakta. Büyük sahranın kuzeye açılan kapısı Agadez’e, uzun bir yolculuktan sonra ulaşılıyor. Kent küçük bir havaalanına sahip. Son zamanlarda turistlerin ilgisini çekmeye başlamış. Körfez ülkelerinden gelen zenginler, Agadez çevresindeki çöllerde ceylan avlıyorlar. Bir kerpiç evler kenti Agadez. Çevresi Harmattan rüzgarının büyük tepecikler oluşturduğu altın sarısı çölle kaplı. Kum denizindeki yeşil adacıkları andıran vahalarda meyve sebze yetiştiriliyor. Harmattan rüzgarı esmeye başladı mı, tozdan göz gözü görmüyor. Buradaki yabancılar için çekilecek gibi değil. Ama çölün mavi adamları için, kavurucu sıcakları biraz olsun kıran bu rüzgar büyük nimet. Yüksek kerpiç duvarlarla çevrili bahçelerde dört kazık üzerine örtülen hasırlardan oluşan çardaklar var. Agadezliler kavurucu sıcaklarda günün büyük bölümünü buralarda geçiriyor.
700 Yıllık Kerpiçli Camii Kebir ve Yusuf Sarayı
Agadez’in mimari açıdan en önemli yapısı, 700 yıllık olduğu söylenen CamiiKebir, yani Büyük Cami. Son derece ilginç bir mimarisi var. Bir benzeri de Timbuktu’da. Afrika İslami mimarisinin en önemli  örneklerinden. Kalın kerpiç duvarlarla inşa edilmiş caminin içinde de saflar kerpiçle birbirinden ayrılmış. Kavurucu çöl sıcağı bu kalın duvarların ardında insanın içini ferahlatan bir serinliğe dönüşüyor. Ama caminin asıl karakteristik özelliğini, üst kısmına doğru incelen kare minaresi oluşturuyor. Hem içerden hem de dış kısmından yukarıya çıkılabilen minare, uzaktan bir piramidi andırıyor. Agadez’in bilinen en eski sultanının adı Yusuf. Bu yüzden şu anda sultan olarak hitap edilen valinin bulunduğu saraya da Yusuf’un Evi deniliyor. Ama saray dediysek, adı saray, yoksa o da kerpiçten.
Çölün Tuaregleri
Gelelim Agadez’in Osmanlı’yla olan ilişkisine. Aslında bölgenin İslam’la tanışması 7. yüzyılda başlıyor. Mağrip ülkelerinden gelen tüccarlar ve Arap yarım adasından buraya ulaşan elçiler, bölgede İslam’ın hızla yayılmasını sağlamış. Büyük Sahra’da yaşayan halklar arasında en yaygın olanları Tuaregler ve Tibular…
Osmanlı arşivlerinde ‘
Tevarık‘ olarak bahsedilen Tuaregler, Hagarlar ve Ezgarlar olarak iki topluluktan oluşuyor.
image00318.jpg
Çölün mavi adamları
Giysileri nedeniyle Çölün Mavi Adamları olarak bilinen Tuareglerden, çetin çöl şartlarına dayanıklı, ticarete yatkın, savaşçı bir kavim olarak bahsediyor tarih kaynakları. Yüzyıllar boyunca güneyden kuzeye uzanan kervan yollarının güvenliğini sağladılar. 19. yüzyılda ticaret kervanlarının önemini kaybetmesi ile ekonomik sıkıntı içine giren bölge, bir yandan da yıllarca sürecek iç çekişmeler yüzünden huzursuzlukla karşı karşıya kaldı. Bunun üzerine, Cihan devleti Osmanlı’ya başvurdu buradaki yöneticiler.

Osmanlıya Katıldılar
Takvimler 1875′i gösterirken, Trablus eyaletine bağlı, Fizan sancağındaki Osmanlı valisine başvurdular. Osmanlı’yı davet ettiler ülkelerine. Bu talep derhal İstanbul’a bildirildi. II. Abdülhamit’in emriyle Osmanlı topraklarına katıldı bölge. Fizan sancağına bağlı olarak, bugünkü Çad topraklarında Reşade, Nijer’in kuzeyinde ise Kavar ve Asben kazaları kuruldu. Buraların güvenliği için asker, imarı için yöneticiler gönderildi. Asben bölgesinde yer alan Agadez’in valisi ise, Osmanlı valisi oldu. Osmanlının sadece Kuzey Afrika’ya kadar uzandığını düşünenler, bölgenin tarihini daha yakından incelediklerinde büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını görecekler. Tıpkı bizim gibi…
Çünkü Osmanlı sadece Kuzey Afrika’ya değil, daha da güneye inerek Batı Afrika’nın iç kesimlerine kadar geniş bir coğrafyaya barış ve medeniyet götürdü. Üstelik bu gelişme, Osmanlının çöküş dönemi olarak gösterilen 19. yüzyılın ikinci yarısında meydana geldi.

Osmanlı Çekilince Fransız Sömürgesi Başladı
1875′ten sonra, bölgenin yer altı zenginliklerini ele geçirmeye çalışan Fransızlar ile Osmanlı arasında tam bir güç gösterisi yaşandı. Bazı küçük çatışmalar dışında bu bölge Osmanlı buradan ayrılana kadar huzur içinde yaşadı. Ancak Trablusgarp savaşıyla birlikte bölgede dengeler değişti. Osmanlı yavaş yavaş bu bölgeden çekilirken, boşluğu Fransa doldurdu. Tabi bu değişim o kadar da kolay olmadı. Çünkü Osmanlı’yı kendi iradeleriyle davet eden Tuaregler, işgalci Fransızlara karşı büyük bir direnç ortaya koydu. Ancak 1918 yılından itibaren Osmanlının bütünüyle Afrika’dan çekilmesi ile birlikte Fransa büyük emeline ulaşmış oldu.

Uranyum Madenlerini Fransızlar Kullanıyor
image00410.jpg
Nijer Cezayir-Libya sınırının hemen güneyinde kalan bir Afrika ülkesi
Fransa tüm Kuzey ve Batı Afrika ile birlikte Agadez ve çevresini de uzun süre işgali altında tuttu. Bölgenin yer altı kaynaklarını acımasızca sömürdü. Ülke bağımsızlığını kazanmış görünse de bu sömürü hala devam ediyor. Nijer’in ana dili Fransızca. Nereye giderseniz Fransız kültürü ile karşılaşıyorsunuz. Nijer şu anda dünyanın uranyum rezervinin önemli bir bölümüne sahip. En büyük uranyum madenleri ise Agadez’in 100 kilometre ilerisinde bulunuyor. Elbette bu madenleri yıllardır Fransa işletiyor. Tabi çıkarılmasında bölge insanı kullanılıyor. Agadez’den çıkan uranyum, Fransa’daki nükleer santralleri çalıştırıyor. Yine zengin altın madenleri de yabancılar tarafından işletiliyor.
Türkiyenin Temsilciliği Bile Yok
Bölgenin petrol rezervi açısından önemi ise yeni yeni keşfedilmeye başlanmış. Çinli bir petrol şirketi büyük sahrada petrol bulmuş. Nijer’in 10 yıl içerisinde çok önemli bir petrol ülkesi haline geleceği konuşuluyor. Ancak bu kaynaklar da Batılılar tarafından sömürülür mü bilinmez. Dileriz bu petrol dost ve kardeş Nijer halkına savaş ve acılar değil, huzur ve refah getirir. Türkiye’nin buralarda bir temsilciliğinin olmaması bizi üzüyor. Son yıllarda karşılıklı bazı heyetler gidip gelerek ilişkileri canlandırmaya çalışıyor.

Kaynak : Ahmet Kayır

Kuzey Avrupa da Türkler

                        KUZEY AVRUPA DA TÜRKLER

    Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan, İTÜ - Türk Dili Araştırmacısı

21. Yüzyılda Avrupa kapısında bekleyen Türkiye’nin Avrupalı olup olmadığı tartışılırken, gerçek olan şudur ki acaba Avrupalılar Türk soylu değil midir ?. Latin, Roma,Yunan, Girit gibi çekirdek Akdeniz uygarlıkları, Erken Türkler olan Sümerlerin Arap Sami soyunun saldırıp yok edilmesiyle Avrupa’ya göçen Türko’lar ile Etrüskler değil midir?.

Batı Avrupa uygarlığı diye övünülen Kuzey ile Batı Avrupa uygarlıklarının yaratıcıları, buzul çağında boş olan, sonraları buraları dolduran Erken Kuzey Türkleri değil midir?. Büyük Atatürk’ün “Güneş Dil Kuramında” savunduğu söylediği gibi tüm dillerin kökü Türkçe’den mi türemiştir ? Bu sorular bir sorgulama değil bir onaydır. Dil incelemeleri kimin nereden türediğini, kimin kimin yakını olduğunu, hangi uygarlığın nereden doğmuş olabileceğini göstermektedir.

Bir ülkenin ulusunun konuştuğu dilin yapısı, o ulus soyunun uygarlık birikimi ile, evrimiyle, geçirmiş olduğu olaylar, etkileşimleriyle doğrudan ilişkilidir. Dilin yapısı güçlü ise yeni sözcükler doğurma yeteneği, anlatım gücüde büyüktür. Bilimde, uygulamada, yazında ilerleyen ulusların dilindeki sözcük sayısı artar, bireylerin anlayış yetileri gelişir.

Dilin kökünün, kaynağının araştırılması kişiyi geçmişin derinliklerine götürür. Dil başkalaşmış uluslar arasındaki bağın anlaşılmasını sağlar. Dil ulusların kardeşliğini ortaya koyan, dolayısıyla barışı sağlayan en büyük yapışkandır. Dil; o ulusun başından geçenlerin bilinmesini sağlar. Kısacası dil, geçmişin birikimidir, ötkendir, antuyustur(tarihtir).

Dili bu güne taşıyanlardan biri; o dili konuşa gelen ulusun ağzında kuşaktan kuşağa taşıdığı söylemler, diğeri yazılı, sesli tutanaklardır. Dil çeşitli nedenlerle bölünen ulusların , göçlerle birbirinden uzaklara ayrılan budunlar(kavimler) ağzında çekirdek bozulmamak üzere yapı, biçim, söylem değiştirebilir.

Sanki bir ağacın bir dalı, diğerlerine göre nasıl çıvıp daha çok sürgün verip, yürüyüp dal budak salıp, daha çok çiçek açıp, daha çok yemiş verirse; bir kökten gelen dil de, onu konuşan budunun yaşama ortamı , uygarlık gelişmesine bağlı olarak çok büyük aşamalar yapabilir.

Bilimi , uygulamayı yazını geliştiren biz Anadolu Türklerinin, Oğuz Türkçe’sini Türkiye Cumhuriyetinde geliştirdikleri gibi. O ülke başka ulusların çizmeleri altında çiğnenmemişse, ülke uzun çağlar başka bir ülkenin boyunduruğu, özgensel(kültürel) etkisi altına girmemişse dili arı kalmış da olabilir. Başkurt, Tatar, Karaçay- Malkar(Kafkas), Kazak, Kırgız, Türkmen Türkçe’si gibi.

Dili bu güne taşıyan en büyük öğelerden biride yazılı, sesli belgelerdir. 20. Yüzyıldan önce ses saklanamadığından geçmişe ilişkin sesli belge yoktur. Ancak yazılı belgeler vardır. Erken çağlarda yazılı belgeler taş, kaya, kil yazıt(tablet), kemik üzerine sın(şekil) çizerek, tamganın (alfabenin) bulunmasından sonra yazarak oluşturulurken, kağıdın bulunuşu ile betiklere(kitaplara) dönüşmüş, 21. yüzyılda bilgisayarın bulunmasıyla ikili sayılar kullanarak yapay bellekler üzerinde saklanabilmiştir.

Türklere ilişkin betikler, en geriye yaklaşık 8 inci çağa(bundan 1300 yıl öncesine) dek inebilmektedir. Turandaki yazılı kayalar 6. yüzyıla, (bundan 1500 yıl öncesine), Sümer’deki kil tabletler bundan 5000 yıl öncesine, Kutyak’taki (Avrupada’ki) yazılı kayalar, sıntaşları ise bundan 6 500 yıl öncesine götürmektedir.

Güney Sümer Türkleri ile Kuzey Kutyak Türkleri arasında yaklaşık 1500 ile 2000 yıllık ayrılık vardır. Kuzey Türkleri yazıyı bundan 6 500 yıl önce Avrupaya götürürken, güney Türkleri Sümerler 5000 yıl önce Orta Doğuyu yazıyla tanıştırmışlardır. Demek ki Türklerin yazıyı buluşları belki 7 bin yıl bile geriye gitmektedir.

Turandaki Türklük ağacının kökü, buzul çağının bundan yaklaşık 9000 bin yıl önce sona ermesinden sonra yaklaşık 7000 yıl sonra Kuzey Avrupa’ya doğru sürgün verdiği, bundan 5000 yıl öncede Güneyde Mezopotamya, Anadolu, Akdeniz’de büyük bir sürgün verdiği yazılı, çizili kalıntılardan anlaşılmaktadır.
    Çağımızda, iki yaşayan yazılı kaya, sıntaşı, tablet okuyucularından biri özü yapı sayışmanı(inşaat mühendisi) olan Kazım Mirşan, diğeri 90 yaşını devirmiş kazı bilimci( arkeolog) Muazzez İlmiye Çığ’dır. Kazım Mirşan olağan üstü düş gücü, yaratıcılığı, engin bilgisiyle Avrupa ile Asya, Anadolu’daki yazılı kayaları okuyarak Türk dilinin izlerini bundan 7000 yıl öncesine dek indirmiştir.

Böylece Avrupa , Yunan, Latin, Etrüsk Girit ile Eski Anadolu Uygarlıklarını kuranların dil kökenlerinin, soy kökenlerinin Türkçe ile Türk olduğunu kanıtlamıştır. Benzer biçimde, Muazzez İlmiye Çığ’da Sümer yazıtlarını okuyarak Sümerlerin bundan 6 ile 7 bin yıl önce Akurgal’a(İki Su Arasına- Mezopotamyaya) göç eden Türkler, Girit Uygarlığını kuranların Karya’lılar, Roma Uygarlığını kuranların ise Etrüskler olduğunu göstermiştir.


Büyük Türk ile Türkçe araştırmacısı Kazım Mirşan Runik, Frik tamgasını (alfabeyi) okuyan ender Türklerdendir. Kazım Mirşan bu 21. yüzyılın en büyük Türklük Araştırmacılarından biridir. O, Erken Türklük ile Erken Türkçe araştırmacısıdır. Runik, Frik gibi eski Türk yazılarını okuyan, anlamlarını orçun (modern) Türkçeye çeviren en önemli çağdaş Türk araştırmacısıdır. Kazım Mirşan Türkçeyi durulaştırma peşinde değildir. Onun ereği; erken Türkçeyi çözme, Türk uygarlığının yayılma alanını belirleme ayrıca yazıtları okuyarak bulduğu eski sözcükleri tanıtmadır .


Runik; Almanca “gizemli” demektir. Runik tamgalar çubuk, çatal, kare, papyon, ok, yay, kuş kanadı, ay, çentikli dal gibi sınlardır (şekillerdir). Bu konuda, Uralların batısında İngiltere, Fransa, İspanya’ya dek yer alan Doğu-Batı Gutyag’da diğer bir deyişle Kutyak’da (Avrupa’da) bulunan yazılı taşları, sıntaşları (şekilli taşlar) okuyan Mirşan, İskandinavya’dan, Danimarka, Almanya, Fransa, Portekiz, İngiltere, İtalya’ya Türk izlerinin D.Ö. 4140 dek indiğini gözlemlemiştir.

Diğer bir deyişle bu günden en az 7 000 yıldır Türkler Avrupa’dadır. Mısır’daki çizgili yazıların yaşının bundan 5 bin yıl, Doğu Anadolu içlerinde bulunan benzer yazıların 7 bin yıllık olduğu göz önünde bulundurulursa, Mısır’a sın yazının (hieorolif) bile Anadolu’dan gittiği anlaşılır.

İskandinavya ile Baltık Denizi bundan 12 bin yıl önce buzlarla kaplıydı. Son 10 bin yılda buzullar erimeye başladı, 9 bin yıl önce Norveç ile Danimarka’da buzul kalmadı, 8 700 yıl önce Kuzey İsveç’te tek tük buzul dağı kalmıştı. Bu kesimde bulunan Türklerin sin taşları bugünden yaklaşık 6500 yıl öncedir.

Peki neden Türkler bu soğuk ülkelere gitmeyi yeğlediler bilim bunu arıyor. Bunun nedeni buralarının boş, doğasının güzel, Atlayın(Orta Asyanın) bozkırlaşması olabilir.

8 Haziran 2013 Cumartesi

                          TÜRKLER  VE SANAT

Makale : 1

“Bizim milletimiz derin bir maziye sahiptir. Bu düşünce bizi elbette altı yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden çok, asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine eşit olan ne büyük Türk devletlerine kavuşturur.”
Mustafa Kemal Atatürk
Türk sanatı, Türk dili, Türk tarihi, Türk örf ve adetleri ve kısaca Türk kültürü dediğimiz zaman bir anda kendimizi başka milletlerden ayırmış oluruz. Tarihin akışı içinde Güney Sibirya ve İç Asya’dan tarih sahnesine çıkarak o bölgelerin coğrafi ve fiziki şartlarına intibak etmiş ve ardından hangi yollardan ve ülkeleri aşarak hangi kültürlerle haşır neşir olarak bugünkü topraklarımıza ulaşmış kültürel bir kimlik kazanmışız. Türk Milleti olarak bir kültür bütünlüğü içinde bugüne nasıl gelmişiz. Milli varlığımızın şuuruna ulaşabilmemiz için nerelerden geçtik, hangi ülkelerin topraklarını aştık. Geçtiğimiz topraklarda hangi yapılar abideleri bıraktık. Bu durumu iyice anlayabilmemiz için milli varlığımız olan sanat eserlerimizi kısım kısım inceleyebilecek, yaşanmış olan yüzyılları süzgeçten geçirerek ve geçtiğimiz yolları adım adım inceleyerek ve bir ilmi sonuca vararak bir bütüne ulaşabileceğimiz kanaatindeyim.
Yüzyıllar boyunca çeşitli kültür hareketlerine sahne olmuş bulunan İç ve Orta Asya’da yaklaşık olarak M.Ö. VIII. ve VII. yüzyıllar arasında, Hunlar bilinmezliğin karanlıklarından sıyrılmış, yeryüzünün ilk imparatorluğunu kurarak, büyük istilalar başarmış, geniş kütlelere hükmetmiş, kültür ve sanatını yaratmıştır. Bir zaman sonra bu yaratıcı kuvvet ve kudretin yıpranması ve zayıflamasıyla, yüzyıllar içinde gelişmiş ve sivrilmiş sanat davranışlarını, daha dinamik ve daha genç bir Türk boyu devir almış ve ona sahip çıkmıştır. Zamanla onun yerine de başka Türk boyları geçmiş, bu tarihi geçit resmi böylece yüzyıllar boyunca sürüp gitmiştir. Yüzyılların akışı içinde Türk ırkının birbiri ardından çeşitli devletler kurarak sürekliliğini ve gücünü devam ettirmesi tarih sayfalarında eşine az rastlanan bir hususiyettir.
Tarih boyunca, bozkır ellerinin birden fazla birlik kurduklarına nadiren şahit  olurken, Türklerin Hunlardan Selçuklu lara gelinceye kadar yirmiye yakın devlet kurdukları ve değişik adlar altında varlıklarını 3000 yıla yakın korudukları müşahede edilir. Bazı tarihçilerimizin bu nadir görülen sürekliliği, değişik bir teoriden ele aldıkları, onların İç ve Orta Asya’nın geniş ufuklarında ve tarihin akışı içinde tek bir siyasi teşekkül halinde yaşayan Türk topluluklarında değişenin yalnız hanedan adları olduğunu bildirmeleri ilgi çekiçidir.
Hunların bir devamı olan Göktürkler, Avarların (Apar) yıkılmasıyla hakimiyeti ele aldılar. Göktürklerin zayıflamasından istifade ederek onları mağlup eden ve topraklarına yerleşen topluluk gerek dil gerek ırk yönünden Göktürklerinin karındaşı olan Uygurlardan başkası değildi. Göktürkler tıpkı Hunlar gibi asker, teşkilatçı, dinamik ve göçebe bir topluluktu. Bu cengaver ve teşkilatçı vasıflara şaşılacak bir medeniyet örneği katan Uygurlar yüz yıl süren hakimiyetleri sırasında Türk plastik sanatına taze renkler getirmişlerdir. Neticede, bu Türk kaviminin eşsiz medeniyetini çekemeyen ve onun hakimiyetine göz koyan güçlü kuzey Türklerinin temsilcisi Kırgızlar da, yabancı bir soy olmayıp, aynı dili konuşan Uygurların en yakın akrabalarıdır. Bu değişiklikler sırasında eski hakim boylar yerlerini yeni gelen istilacılara terk etmez, hep beraber aynı topraklarda kalırlar. Bir müddet sonra diğer bir Türk topluluğunun yıldızı parladığı ve Kırgızların hakimiyeti Karluklara kaptırdıkları görülür. Böylelikle, Hunlardan başlayarak yüzyıllar boyu devam edegelen Türk topluluğunun sanatını muhafaza etmesi ve geliştirmesi, zamanımıza kadar ulaştırması, kültür ve sanat tarihi çerçevesinde de şimdiye kadar görülmemiş bir hadisedir.
Son çeyrek asır içinde, Türk sanatının en erken devirlerine ait keşifler fevkalade bir gelişme gösterdi. Orta Asya’nın ücra köşelerinde, dağların ıssız bölgelerinde ve nehir kenarlarında bulunan Türklere ait mezarlar, kurganlar keşfedildikçe Türk sanatının kaynaklarına doğru bir yönelme oldu. Atalarımızın resim, heykel ve süsleme sanatlarının en eski örnekleri gün ışığına çıkartıldı. Türklerin Uygurlardan ve Göktürklerden çok daha önceleri son derece ilgi çekici sanat eserleri olduğu meydana çıkınca, bize yepyeni bir dünyanın hitap ettiğine şahit olduk. Şaşkın ve hayran bir şekilde onun sesini duyuyoruz. Bakışlarımız Antik Çağ’a kadar uzanıyor, bu bakış bize Antik Çağ’la eşit olan yepyeni bir dünyanın kapılarını açıyor. Tarihin en sisli devirlerinden ansızın karşımıza çıkan erken dönem Türk sanatının kaynakları bütün çıplaklığıyla gözlerimizin önüne seriliyor. Bu araştırmalar ve keşiflerle yepyeni bir zemine ayak basıyoruz. Öyle bir zemin ki, resim, heykel ve süsleme sanatlarımızın, halıcılığımızın, keçe sanatımızın, el sanatlarımızın ilk örneklerini bize aksettiriyor, giyeceklerimizin ilk çıktığı noktaya ulaşabiliyoruz.
Ancak bundan sonradır ki daha ileride İslamiyet’i kabul etmiş, siyaset dünyasında büyük varlık gösteren birçok Türk topluluklarının sanat temalarını ve kültürlerini daha iyi anlamamamız mümkün oluyor.
İç Asya’nın uçsuz bucaksız topraklarında araştırma yapan bilginler, arkeologlar, kurganlardan, mezarlardan o kadar çok bulgular çıkarttılar ki, sonuçta Türk sanatının kaynakları büyük bir açıklık kazandı. Şimdi elimizdeki bu zengin malzeme ile İslamiyet’ten önceki Türk sanatının erken çağının kapılarını açıyoruz.
Bu arada Türk Sanatı Tarihi ve kültürü yönünden gün geçtikçe önemi belirmeye başlayan, Hun toplulukları Göktürkler ile Uygurlar hakkında yapılan incelemeler ve yayınlar son derece ilgi çekicidir. Belirtmek gerekir ki, bu en eski Türk topluluklarına ait incelemeler Orta Asya ve Çin tarihi üzerine yapılan araştırmalarla hızlanmış ve önem kazanmıştır. Önceleri Macar asıllı zannedilen bu Hun topluluğunun menşei üzerinde bilhassa Macarlar derin incelemelerde bulundular. Bilahare Moğol, Fin veya Slav gibi milletlerden biri sayılan gerçekte ise ekseriyeti özbeöz Türk soyuna mensup olan bu kavmin Türk sanatının en erken dönemini içine aldığı, gün geçtikçe açıklık kazandı. Son zamanlara kadar yabancı sanat tarihçilerinin, bir barbar sürüsü diye adlandırıp tanıttıkları bu atlı kültür mensupları, ham demire kimsenin bilmediği şekilde su verip onu çelikleştirmeyi başarmış, en mükemmel kılıç ve kargıları yine onlar yapmış, silahlarını ve at koşum takımlarını fevkalade bir tabiatçı anlayışıyla çeşitli figürlerle süslemişlerdi.
Roma tipi sandal veya çarıkla toprağa basan topluluklarınkiyle büyük tezat teşkil eden ceket, pantolon ve baldırlarını kıskıvrak saran meşin çizmeden ibaret kıyafetleri, Hunlara, Göktürklere ve diğer Türk topluluklarına rahat bir hareket kabiliyeti sağlıyor ve bu suretle bu dinamik ve delip geçici Türk kavimlerine dolu dizgin at koşturma imkanı bahşediyordu.
İşte tarihte bilinen ilk göçebe Türk imparatorluğunu kuran Hunların, Göktürklerin, Uygurların ve diğer Türk toplulukların sanatları ve kültürleri ile ilgili son keşifleri, bulguları ve sonuçları burada kısaca aksettirerek, memleketimizde bu konu üzerindeki çalışmaların boşluğunu gidermeye çalışacağız.
 Türklerde Kültür ve Sanat / Prof. Dr. Nejat Diyarbekirli [s.827-894] - Türkler Ansiklopedisi

Makale : 2

İlk Türk Devletlerinde Sanat


Picture
 
Orta asya türksanatının temeli ilk Türk devletlerinde görülen atlı göçebe kültürüne dayanmaktadır. Konargöçer biryaşam tarzını benimseyen Hunlarda ve Köktürkler de taşınabilir sanat eserleri öne çıkarken yerleşik hayata geçen Uygurlarda farklı eser tipleri görülmüştür. Orta Asya'da yerleşik kültürlerle yanyana yaşayan Türkler sabit ev kültüründen haberdar olmalarına rağmen konargöçer yaşam tarzından dolayı çadırda yaşamayı tercih etmişler, bu da çadır sanatının gelişmesine neden olmuştur. İlk Türkler ölüyü çadıra koyup yas töreni düzenler, daha sonra ölünün mezarı üzerine kerpiç, taş ve ağaçlar ile kulübe yaparlardı. Çadır geleneği, mimarinin yanında süsleme sanatını da etkilemiştir. Orta Asya’da Türklerin kullandıkları özellikle kağan çadırlarının süsleme bakımından daha zengin ve daha büyük olduğu bilinmektedir. Süslemelerde genellikle; kaplan ile dağ keçisinin, grifon ile geyiğin ya da bu tür hayvanların mücadelelerini konu edinen betimlemeler vardır.
        Köktürkler döneminde anıt mezar geleneği bazı değişikliklerle devam etmiştir. Yerleşik yaşamı benimseyen Uygurlar anıt mezarları, çadırdan esinlenerek kubbeli yapmışlardır.
     
        Türkler; demircilik, dokumacılık,dericilik,maden ve ahşap işçiliği gibi el sanatları ile uğraşmışlardır.Türk maden sanatının ilk örnekleri altın,gümüş,demir ve bronz gibi madenlerden elde edilmiştir.Ahşap işçiliğine önem veren Türkler,ihtiyaçlarına göre sandalye,masa,dolap,karyola gibi ev eşyaları,mutfak takımları, göçlerde kullanılan at koşum takımlarını da ustalıkla yapmışlardır.
 
Eski türklerde müzik ile tedavi ile ilgili resimler4.jpg
 
Image
 
 

4 Haziran 2013 Salı

Türklerde geleneksel kıyafetler

                        Türklerde Geleneksel Kıyafetler
Kıyafet konusu insanlık tarihi kadar eskidir. Zira, çıplak doğan ve giyinen tek canlı varlık insandır. İnsanların elbiseleri onların içine girip oturdukları ilk evi sayılmaktadır. İnsanlar neden giyinirler diye sorulduğunda pek çok unsurun etkili olduğunu görürüz. Başlangıçta, kıyafetlerini sıcak, soğuk, kar ve yağmur gibi tabiat şartlarından korunmak için giymişlerdir.

İklim, coğrafya ve tabiat şartları kadar dinî inanışlar ile kültürel değerler de kıyafeti belirlemiştir. Kıyafet bir yönüyle bireyin yaptığı işi (asker, sivil, polis, din adamı, hemşire vs…) dolayısıyla statüsünü, diğer yanıyla da ekonomik durumunu ve cinsiyetini ortaya koymaktadır. Kıyafetteki gelişmeler zamanla estetik ve moda denilen tarzın doğmasına yol açmış olup, çeşitli milletlerin ve insan topluluklarının dini inançlarına, medeni durumları ile örf ve adetlerine göre farklılıklar göstermiştir. Kıyafetin tercihinde, iklim şartlarının, dinî inanışların, kültürel farklılıkların, zevklerin, hatta ekonomik durum ile bazı sosyal değerlerin etkisinden söz edilebilir. Kısacası, giyim, insanın mevkiini, cinsiyetini, milliyetini, bölgesini, ait olduğu kabilesini, medeniyetini, inanç, duygu ve düşüncesini ortaya koyup belirlemektedir. Bu belirlemede önceleri başa giyilenler üste giyilenlerden daha önemli olmuştur. Şapka, sarık, fes, kipalar ait olunan topluluk ve inançları hakkında fikir vermiştir.
Medeniyet tarihinin bir parçası olan kıyafet, sadece elbise olmayıp vücuda yapılan dövme, saç, sakal ve bıyık şekli, kadınların saç biçimleri ve özellikle başa giyilen başlıklar bir toplumu diğerinden ayıran önemli özellikler olarak görülmüştür Cinsiyetin tanımlanmasına da yardımcı olan kıyafet, sözlü olmayan iletişim aracı olarak, karakterin sosyalliğin hatta havanın/tavrın değişmesini şekillendirir. Giyimde veya örtünmede dinin ve kültürün etkili olmasından dolayı bu alandaki değişim dinin ya da kültürün değişimi olarak algılanmıştır.
Kıyafet konusu oldukça karmaşıktır ve insanın neden giyindiği, giyiminde etkili olan faktörlerin neler olduğu, bu konuda ne gibi yasal düzenlemeler ile müdahalelerin yapıldığı ve dinlerin kıyafet konusundaki kurallarının neler olduğu düşünülmektedir.
Bu makalede geçmişten günümüze Türklerde kıyafetin gelişim ve değişiminin kısa tarihi ortaya konmaya çalışılacaktır.

I. Eski Dönem Türklerinde Kıyafet

Eski Türklerin kıyafetleri konusunda gravürler ve birtakım tarihi kalıntılardan bilgi edinilmiştir. Eski Türkler gerek göçebe hayatın gereği gerekse hayvancılıkla uğraşmalarından dolayı Orta Asya’da daha çok deriden yapılmış rahat kıyafetleri tercih etmişlerdir. Bir iç don, üste giyilen kaftan, çapan, şapan ya da çarpıt denilen bir çeşit hırka, ceket ya da palto ve ayağa giyilen çizme ve çarık bozkır kültürün dış giysileriydi. Kadınların giysileri ise şalvar, cepken ve ayakkabı ile başlıklardan oluşmuştur. Şalvar veya pantolon giymek rahatlık bakımından savaşçı kavimlere özgü bir giyimdi. Hunlardan itibaren atlı birliklerin kurulmasıyla, pantolon giyilmesi zorunlu olmuştur. Üzerine de kaftan ve şalvar giyilmiştir. Giysilerinin kumaşı seyahatte ve savaşta deriden, gündelik yaşamda kumaştan yapılmıştır. Çizmeler ise deri ve keçeden olup yarım ya da uzundu. Yerleşik hayata geçişle birlikte dokuma giysiler giyilmiştir. Eski Türklerde ve Selçuklulardaki giyim tarzının birbirine benzediği yalnız Selçuklu kıyafetlerinde kadını erkekten ayıran en önemli unsurun baş kısmında olduğu görülmüştür. Kadınlar başörtüsü olarak bürüncük ve yaşmak kullanmışlardır.Eski Türklerde giyim eşyası olarak koyun, kuzu, sığır, tilki ve biraz ayı derisi ile koyun, keçi, deve yünü kullanılırdı. Bozkırın tipik elbisesi caket- pantolon idi. Çünkü süvari en rahat şekilde böyle giyinebilirdi. Başka kavimler kopça kullandıkları halde, Türkler düğme kullanırlar ve caketlerini, Çinliler ve Moğolların aksine sola açarlardı. Soğuk ve sıcak havalarda giyilen pelerinler kullanırlar, ayaklarına çizme, başlarına börk giyerlerdi. İleri gelen makam sahipleri, başlıklarının daha uzun ve gösterişli olmasından tanınırdı. Hun, Göktürk, Uygur, Avar ve Hazarlar, Oğuzlar ve Bulgarlara ait belgelere göre genellikle sakallarını kestiren Türk erkekleri, uzun kesilmiş saçlı ve bıyıklı idiler. Attan inmek, börk ve başlıkları çıkarmak saygı işaretiydi.
Eski Türklerden Uygurların kürk ve süslü şapkalar giydikleri, kadınları hotozlu şapkaları ve samur derileri, beyaz keçeleri ve zamanın çok değerli ve ünlü çiçeklerle süslenmiş kumaşları olduğu bilinmektedir.
Eski zaman ordularında herkes istediği gibi giyinerek savaşa gitmişlerdi. Fakat her toplumun kıyafeti kendine özgü olduğundan herkes yurttaşlarını giysilerinden tanımaktaydı. Eski Yunan ahalisinden Ispartalıların kırmızı elbise giyerek savaşa gittikleri Romalıların ise asker için üniforma kabul ettikleri bulgulardan anlaşılmaktır. İslamiyet’in ortaya çıkışında her Müslüman cihat görevi ile yükümlü olduğundan askeri kıyafet konulmasına gerek görülmemişti.

II. Osmanlı Döneminde Kıyafet

Osmanlılarda kıyafet, toplum yaşamının bir ifadesi olup, giysinin kumaşı kadar, renginin de bir anlamı vardı ve giyenin ait olduğu toplum düzeyini yansıtmaktaydı. Sarayda giyilen kumaş, biçim ve renkte kıyafeti halkın giymesi yasaklanmıştır. Ayrıca, giyenin mevkii ne olursa olsun, giysileri giydiği yere ve zamana göre değişmektedir. Törende ve seferde giyilenler günlük giyilenlerden farklıydı. Kıyafet hakkında seyahatnameler ve yabancıların hatıraları önemli bilgiler vermektedir. Osmanlı Döneminde 1554’den 1562’ye kadar Avusturya elçisi olarak görev yapan Ogier Ghiselin de Busbecq bu süredeki gözlemlerini arkadaşına yazdığı mektuplarında: Türklerin felaketi hatırlattığı için siyahı sevmediklerini ve daha çok yeşili tercih ettiklerini anlatmıştır. Ayrıca; başları sarıklı büyük bir kalabalığa bakıldığında, bembeyaz ipekli kumaşlara bürünmüş, bir renk cümbüşünün yaşandığını ve o zamana kadar böyle bir manzarayı görmediğini itiraf ettikten sonra bu kadar zengin ve göz alıcı görünüşte bile bir sadelik ve tutumluluk olduğuna dikkat çekmiştir. En üstten en alt kademedeki memura kadar hemen herkesin aynı biçimde elbiseler giydiklerini, Türklerin elbiselerinin boyunun topuğa kadar uzun olduğunu bunun da onları iri yarı ve uzun boylu gösterdiğini, kendilerinin ise elbiseye hesapsız para harcandığını ve elbisenin boyunun kısa ve dar olduğunu bunun da vücudun bütün hatlarını olduğu gibi meydana çıkardığını bu durumun da adamın boyunu kısa ve adeta cüce gösterdiğini yazmıştır. 16.yüzyılda Türkiye’ye gelen İngiliz seyyah F. Moryson ise o dönemde giyilen başlık ve külahlar ile üzerine sarılan tülbentlerden erkek ve kadın giysileri ile aksesuarlarından geniş örnekler vermektedir.
Bu konudaki bir başka örnek 18.yüzyılın başlarında Osmanlı’ya ait gözlemlerini anlatan Lady Montagu’nun mektuplarıdır. 1 Nisan 1717’de Edirne’den Kontes…ye yazdığı XXVIII. mektubunda Montagu, üzerindeki kıyafetinden hareketle Osmanlı giyimini şöyle tasvir etmiştir:”…Çok geniş bir şalvarım var. Bu şalvar gayet ince, gül penbesi, kenarı sırmalı damiskadan yapılmış. Terliklerim beyaz deriden ve sırma işlemeli. Şalvarın üzerine beyaz ipekten, etrafı kamilen işlemeli bir tül gömlek sarkıyor…Entari, adeta vücuda göre biçilmiş bir caket…beyaz Şam kumaşından…Uzunluğu ayaklarıma kadar…Kürk, Türk kadınlarının bazan giydikleri, bazan çıkardıkları bir ev libası…Başa kalpak denilen bir serpuş giyiliyor” dedikten sonra çeşitli işlemelerden söz etmiş ve devamla” Türkiye’de güzeller İngiltere’dekinden daha çok ve hepsi de mütenevvi. Burada hiçbir kadına tesadüf edilmez ki güzel olmasın. Hemen hepsi de kara gözlü, tenleri dünyanın en güzel renginde. Bence İngiltere Kral Sarayı bütün Hıristiyanlık âleminde en güzel kadınların bulunduğu bir yer ise de, orada da buradaki kadar güzel yok..Gözlerinin etrafına sürme çekiyorlar, bu suretle kirpikleri aydınlıkta ve hele gündüz oldukça bir mesafeden parlıyor. Bunu Rum kadınları da kullanıyor…” Bir başka hatıratta ise 19.yüzyılın Osmanlı İstanbul’unda kıyafetlerin çok şaşırtıcı olduğu, aynı şekilde giyinmiş iki kişiye rastlanamayacağı belirtilerek, başa sarılmış, şallar, kareli mintan ve cepkenler, ruhban kıyafetleri ve yeşil, turuncu, sümbül renkli feracelerden ipek gömleklere, sırma işlemeli mendillere kadar Türk kadın kıyafetlerini hayranlıkla seyredilebileceği belirtilmiştir.
Osmanlı’da Hıristiyanların yaşayış biçimleri Müslümanlardan ayrılmış ve bunların kendilerine benzememeleri konusunda dinî bir titizlik gösterilmiştir. Hıristiyanlar yaşayışlarında ve giyimlerinde birçok kayıtlara tabi tutulmuşlardır. Türklerin gayrimüslimlere olan üstünlüğüne büyük bir özen gösterildiği kadar Hıristiyanlar arasındaki merasim silsilesine de riayet edilmiştir. Rumlar ön safta olmak üzere Ermeniler ve daha sonra da Yahudiler gelmiştir. Gayrimüslimlerin kıyafetleri divandan çıkan hükümlerle belirlenir, onlar bu hükümlerin belirlediği kıyafet dışında elbise giyemezler, aksi halde cezalandırılırlardı. Gayrimüslimlerin kıyafetleri de birbirinden farklı kılınmıştı. Osmanlı’da her kesimin değişik şekillerde belirlenmiş kıyafetleri vardı. Bunun dışına çıkanlar uyarılmışlardı.
Osmanlılar, Yeniçerilerin halktan ayırt edilebilmesi için askerî kıyafeti kabul ettiler. Bundan 121 yıl sonra Fransa’da bazı süvari bölükleri için üniforma kabul edildiğine bakılırsa, askerî kıyafeti ilk kez Osmanlıların kullandığı söylenebilir.
Dinen “elbisenin hayırlısı beyazdır” hadisi gereği Selçuklu ve Osmanlıda beyaz renge önem verilmiştir. Ferace, Fatih dönemine kadar Osmanlı Sultanlarının kıyafeti olmuştur. Osmanlılarda ayakkabılar da rengine göre farklılık göstermekte olup, subaylar sarı, erler kırmızı, ulema ise mavi renkte ayakkabılar giymişlerdi.
Osmanlı kadın giyiminde zaman içinde entari, şalvar ve gömlek ile ceket ve etek olarak üç tip kıyafet kullanılmıştır. Sokağa çıkan kadınlar kıyafetlerini ferace veya çarşafla tamamlarlardı. Yüzlerini de yaşmak denilen bir örtü ile örterlerdi. Feraceler toz pembe, havai mavi, açık yeşil gibi uçuk renkte yapılan bol bir giysidir. Evde modası pek değişmeyen şalvar giyilmiştir.

Tho.Mc.Lean isimli bir İngiliz, 1818’de Londra’da Türk Askeri Kıyafetleri üzerine yazdığı eserinin önsözünde özetle şunları söylemiştir: “Türkler güzel bir cins halk diye tabir olunabilir. Genel seviyeden yüksek boylu olanlar hayli derecede zarafet sahibidirler… Vakarlı ve ruhlu simaları vardır. Bu güzelliklerinden bazıları ihtimal kıyafetlerinin şekil ve tarzından ileri geliyordu. Türklerin kıyafet ve elbisesi genelde giyenlerine önem ve itibar verecek ve hatta heybetli gösterecek şekilde hesap edilmiştir. Muhteşem bir sarık, zengin ve iri katları ile başı sarmakta genelde kıymetli kumaştan ve enfes güzellikte olan bol ve sarkık bir kaftan vücut ve endamı kaplamakta, güzel bir kuşak ile bel tarafı sarılmakta yatağan, hançer, piştovlar ve diğer silahlar kuşağın arasına sokulmakta ve gayet değerli Şam işi palanın kumaştan sarkmakta olduğu görülmektedir. Güneşten yanmış yüzüne siyah gözleri zarif bir güzellik vermektedir. İri bıyıkları ise aynı zamanda hem sevimli hem de seçkin olan bir çehreye sertlik ve şan vermekteydi.”
Anadolu’da giyimin tarihi M.Ö. 7000 yıllarına kadar uzanmakta olup, pek çok kavmin etkisiyle meydana gelmiştir. Anadolu’daki kadın erkek kıyafetleri günümüze kadar belli bir senteze ulaşarak gelmiştir.Türk kadınları manto gibi uzun bir elbise olan feraceyi 18.yüzyılın başlarına kadar giymişler, ancak II.Abdülhamid devrinin ortalarında giyilmesi yasak edilmiş, daha sonra yerini çarşaf almıştır.
Osmanlı döneminin başlarında askerden başka herkesin istediği gibi giyindiği yalnız asker ve memurların elbise ve kıyafete tabi oldukları görülmüştür. Herkesin hangi sınıf memur ya da asker olduğu başındaki kavuğundan, sırtındaki kürk ve cübbesinden anlaşılırdı. Sakal mülkiye ve ilmiye sınıfına özgü olup asker sakal bırakmazdı. Özel kanunlarla her askerin kıyafeti belirlenmişti.
Osmanlı’da Avrupa modasını ilk takip edenler saraya ve üst sınıfa mensup Müslüman kadınlar olmuştur. Dolayısıyla kıyafetteki değişim ilk önce sarayda başlıyor, sonra mali durumu iyi olan ailelerde, daha sonra da halkta görülüyordu. Batılı giyim önce eldiven, çorap gibi aksesuarlarda başlamış, zamanla dış giyimi etkilemiştir. Avrupai kıyafetler ekonomik duruma göre ya kendileri giderek veya orada yaşayan yakınları aracılığıyla Paris’ten getirtilmiş veya diktirilmiştir. Bu gelişmeler sonucu 19.yüzyılın sonunda ferace ve yaşmak zamanla kaybolmaya yüz yutmuş ve II.Abdülhamid döneminde feracenin yerini peçe ve çarşaf almaya başlamıştır.
Osmanlı topraklarına gelerek 1490’larda İstanbul’a yerleşen Yahudilerin de kıyafetleri kendine özgüydü. Levi’ye göre Yahudi kıyafetinin gelişiminde üç unsur etkili olmuştur. Bunlardan biri Anadolu topraklarında yaşayan Bizans Yahudilerinin (Romaniyot) geleneksel kıyafeti; diğeri İspanya’dan Osmanlı topraklarına sığınan Yahudilerin beraberinde getirdikleri İspanyol giyim tarzı bir diğeri ise Osmanlı Türk giyim anlayışıdır. Osmanlıda kıyafet kişisel zevkten öte bir konuydu ve toplumsal hiyerarşinin korunmasındaki temel unsurlardan biriydi. Müslüman kesim ile gayri Müslim arasındaki farkın belli olması ve gayri Müslimlerin giyimlerinin daha gösterişli olmasını önlemek için padişahlar yayınladıkları fermanlarda şu konulara dikkat çekmişlerdir: 1-Tüm ‘kafirler’ gibi İslam dininde kutsal olan yeşil renk Yahudilerde yasaktı. Beyaz özellikle Müslümanlar tarafından başlıklar için kullanılırdı. Yahudilerin özellikle dış sokak giysileri genelde koyu renk veya siyahtı. Ayakkabılara da aynı kısıtlama getirilmekteydi. Müslümanlar sarı, Yahudiler siyah renk ayakkabı giyiyorlardı. 2-Yahudiler tarafından kullanılan kumaşlar Müslümanların kullandıkları kumaşlardın daha lüks veya kaliteli olamazdı. 3-Başlıklarda kullanılan kumaş uzunluğu ve cübbenin genişliği belli ölçülere uymak zorundaydı. Aslında kıyafet ayrımını Yahudiler de istemekteydi. Bu, Tevrat’ta yer alan “Oturduğun Mısır diyarının veya seni götürdüğüm Kenaan topraklarının alışkanlıklarını taklit etmeyeceksin ve adetlerini uygulamayacaksın” buyruğunun da gereğiydi. Yahudi erkekler Yahudi olmayanlardan sadece elbiselerinin rengi ve taktıkları başlıklarla ayırt edilmekteydiler. Başlarına yukarı doğru silindir şeklinde bir başlık takmaktaydılar. Başlığın alt kısmı renkli bir türbanla çevriliydi. Dönemin Yahudi kadınları, koyu renk cübbe, başlarını örten geniş şal giyerlerdi. Gün içinde şalvar ve elbise gibi rahat giysiler tercih edilirdi ve bu giysilerin türleri yöreye göre değişirdi.

Osmanlı Sarayında Sultanlar giyim kuşamlarına çok önem vermişler, pahalı ve lüks kumaşlardan dikilmiş kaftanlar giymişlerdir. Sultanlar günlük yaşamlarında altta şalvar, üstte gömlek veya iç entarisi üzerine de kısa veya uzun kaftan giyerlerdi. Hem erkek hem kadın giysisi olan feraceler ile kaftan ve her padişahın farklı isimlerle anılan başlıkları vardı. Bayramlarda, cenaze ve tahta çıkma törenlerinde, elçi kabullerinde, savaşta giyilen giysiler ve renkleri değişirdi. Çocukların da kendilerine göre olan giyimleri 18.yüzyıla kadar geleneksel olup, bu yüzyıldan sonra Batının etkisine girmiştir.
Kısacası, Osmanlı’da elbiseden ziyade özellikle başa giyilen başlıklar önemliydi.Erkeklerin başlarına giydikleri sarık, rütbe ve makamı belirlerdi. Askerî ve sivilin kıyafeti ile kadınların kıyafeti ayrı ayrıydı. Kıyafet ve özellikle başlık bir insanın dinini ve sosyal statüsünü belirleyen önemli unsurlardı. II.Mahmud dönemine kadar geleneksel giyim tarzı uygulanan Osmanlı’da saray mensupları ile devlet görevlileri ve askeri kesimin uyulması zorunlu olan kıyafetleri olmuştur. Dini ve etnik azınlıkların da özel kıyafetleri vardı.

Batı karşısında 17.yüzyılın sonlarından itibaren yenilerek toprak kaybetmeye başlayan Osmanlı Devleti’nde yenileşme hareketlerine başlanmıştı. İki yüz yıllık dönemi kapsayan bu süreçte zamanla Batılılaşmanın boyutları genişlemiş ve eğitim, hukuk, siyaset gibi alanlara, dolayısıyla dış görünüşe yani kıyafete de yansımıştı. İlk yenileşme orduda olduğu için bu konudaki ilk değişim de askeri kıyafette meydana gelmiştir. III.Selim’in (1789-1807) gerçekleştirdiği Nizam-ı Cedid hareketiyle aynı ismi alan yeni Avrupaî bir ordunun kıyafetinde de eskiden uzaklaşma başlamıştır. II.Mahmud dönemine (1808-1839) gelindiğinde 1826’da Yeniçeri Ocağını kaldırılarak Avrupaî tarzda Asakir-i Mansure-i Muhammediye adında bir ordu kurulmuştur. Yeni ordunun kıyafeti Batı tarzında ceket ve pantolon olarak düzenlendi. Yeniçeri kıyafetlerindeki askeri sınıfların, rütbelerin farklı renk ve biçimdeki başlıkları yeni askerî kıyafetle terk edilerek tek örnek elbise ile başlık olarak da mavi püsküllü Tunus fesi kabul edilmişti. Tunus’a elli bin fes siparişi verilmiş ayrıca yeni ordunun çeşitli ihtiyaçları için modern fabrikalar kurulmuştur.

Kürk, II.Mahmud döneminden sonra kullanılmağa başlanmış ve Rusya’dan getirilmiş olan bu kürkler Ruslar için Osmanlı ülkesinde önemli bir ticaret aracı olmuştur. Asker ve memurlar için devleti temsil ettiklerinden düzenli olması için setre ve pantolonu kabul etmiştir. Halkı ise serbest bırakmıştı. Halk için “başı bozuk” deyiminin kullanılması, istediği şerpuşu giymesinden ileri gelmiştir.
II.Mahmud’un neden kıyafetle uğraşıp ele aldığını ve bu inkılâbın önemini o tarihte İstanbul’da yaşamış olan bir İngiliz gazeteci şöyle belirtmiştir: “Kıyafette ıslahı meydana getirebilmek için fazla enerji sarf edildi. Çünkü kıyafet halkı Avrupalılardan ayıran büyük bir maniaydı II. Mahmud Batı kıyafetini önce kendisi benimseyen ve isteyenlerin de sakallarını kesebileceklerini irade eden ve yeni kurduğu ordusunu tam bir Avrupa ordusu olarak görmek isteyen bir padişahtı. Başa kavuk yerine fesin geçirilmesi, şalvar, cepken setre, pantolon giyilmesini sağlamak istemişti. Yenileşme hareketlerinde çok ileri gittiği için muhafazakâr çevreler tarafından gavur padişah olarak anılmıştır”
Falih Rıfkı’ya göre, Doğu milletlerini batılılaştırmakla, eski kıyafet ve başlıkları değiştirmek bir arada gitmiş bu yüzeyselcilere göre bir benzeme ve şekilce farksızlaşma, devrimcilere göre kafanın dışını değil içini değiştirme sayılmıştır. Büyük Petro da Ortodoks Ruslara kalpak yerine şapka giydirebilmek için Moskova şehrinin etrafını topçu bataryaları ile çevirmişti.
Kılık kıyafetteki düzenleme sivillere de uygulanmış ve çeşitli memur sınıflarının kıyafetlerini belirleyen iradeler yayınlanmıştı. Cübbe ve sarık yalnız ulemanın giysisi olarak kalacak, diğer siviller ise tek başlık olarak sadece fesi giyeceklerdi. Özellikle kadın kıyafetlerinden ”ferace ve yaşmak“ değişikliğe uğramıştır. 1880’lerde feracenin yerini çarşaf almaya başlamıştır. Bu dönemde hanımlar da beyler gibi Avrupa modasını takip etmeye başlamışlardır. İstanbul hanımları Paris ve Londra modasını izlemişlerdir.
1908’de Meşrutiyet’in ilânıyla özgürlük, eşitlik, kardeşlik fikirleri önem kazanmıştı. Basından sansürün kaldırılması ve fikirlerin özgürce ifade edilmesi üzerine Batıcılık, Türkçülük ve İslâmcılık adıyla anılan bazı fikir akımları doğmuştur. Bu akımların temsilcileri çıkardıkları gazete ve mecmualarda Batı karşısında geri kalan ve çözülen devletin kurtuluşu için çözüm önerileri getirmişlerdir. Bunlardan Batıcılık akımı temsilcilerinin başta Abdullah Cevdet olmak üzere toplumun gelişmesi, içinde bulunduğu durumdan kurtulması için savundukları fikirlerini İçtihat isimli yayın organlarında, 1912 yılında Kılıçzâde Hakkı imzalı ‘Pek Uyanık Bir Uyku’ başlıklı yazıda ortaya koymuşlardır. Bunlar çağdaşlaşmayı ‘ya garplılaşırız ya da mahvoluruz’ sözleriyle açıklarlarken, Batının gülü ve dikeniyle birlikte alınmasını istemişlerdir. Kadın konusunda tek eşle evliliği, Avrupa medenî kanununu, kadınların tıp tahsili yapmalarını ve adab-ı muaşeret kuralları çerçevesinde dilediği gibi giyinmesi gerektiğini; fesin yerine yeni bir serpuş giyilmesini, sarık ve cübbenin yalnızca din adamları tarafından giyilmesi gerektiğini savunmuşlardır.
İslamcılar dinî ve manevî değerlerin korunmasını ve kadının tesettüre riayet ederek istediği eğitimi alabileceğini ve istediği işte çalışabileceğini ileri sürmüşlerdir. Türkçüler ise dil, tarih ve kültürde büyük Türk birliğini, kadının kıyafeti konusunda ise, onun giysisinden ziyade aile ve toplum içindeki eğitim, çalışma ve sosyal hakları üzerinde durmuşlardır.
1908 sonrası Avrupaî giyim tarzı dinî ve millî değerlerle birlikte ele alınmıştır. Bu dönem kadın dergilerinde giyim, iffetle ve millileşme ile bağlantılı olarak değerlendirilmiştir. Giyimde milli ürünlerin kullanılması tercih edilmiştir.
Bir dönem Avrupa kadın modasına örnek olan Türk kadınının kıyafetleri özellikle başına sardığı örtülerin ‘Türk türbanı’ diye resimlerde yer alması onun Avrupalı kadınlara giyimde etkisi olduğunun kanıtı olarak gösterilmiştir. Bu dönemde İstanbul’da ve diğer büyük şehirlerde çarşaflı ve peçeli kadına rastlanmakla beraber, Avrupa modasının hakim olduğu bazı kadın dergilerinde elbise, manto ve tuvalet modelleri de yer almaktaydı. Peçe ve çarşaf terk edilmeye başlanmıştı ve 1912’de Amerikan Elçiliği’nde verilen resmî davete bir Türk kadını peçesiz olarak katılmıştı.
Balkan Savaşları (1912-13) sonrasında göçmen olarak Balkanlar ve Kafkaslar ile adalardan gelenlerin kıyafetlerinin farklı olmasından dolayı kılık kıyafette birlik oluşturulmaya çalışılmıştır. Kadınların çalışma hayatına atılmalarıyla birlikte eski giysileri yerine daha pratik ve rahat kullanımlı giysiler benimsenmiş, çarşaf ve peçe kullanımı giderek azalmıştır. İttihat ve Terakki Partisi, Türk Ocakları ile kadın kıyafetini düzenlemeye çalışmıştır. Enver Paşa Birinci Dünya Savaşı’nda özellikle sıcak memleketlere giden kıtalara kabalak isimli güneş siperli başlığı icat etmişti. Kara ordusu askerlerine giydirdiği bu serpuşun adına ‘Enverî’ denilmiştir. Kadın kıyafeti konusunda tesettürden yana olan Enver Paşa, 1916 Ekiminde kuruluş hazırlıklarına başlanılan Birinci Ordu Kadın İşçi Taburu için düzenlenen talimatnamede kadın işçilerin şalvar, ceket ve başörtüsü taşımaları fikrine ilave olarak yeldirme tarzında uzunca bir elbise giymelerini şart koşmuştu. Milli Mücadele döneminde kalpak veya sipersiz kasket giyilmişdir.

III. Cumhuriyet Döneminde Kıyafet
Son on yılını sürekli savaşlarla geçiren Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’na Almanya yanında katılmış ve 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi ile savaştan yenik olarak çıkmıştır. Ülke topraklarının önemli kısımları Mütareke hükümlerine dayanılarak İtilaf Devletleri’nin işgaline uğramıştır. İşgallere karşı tepki ve direniş hareketleri baş göstermiş ve Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basması ile Milli Mücadele hareketi başlamıştır Milli Mücadele hareketi kongrelerde alınan kararlar ve yürütülen askerî harekâtlar sonucunda başarıyla sonuçlanmıştır.
Bundan sonra ülkeyi ‘muasır medeniyet’ seviyesinin üstüne çıkarmak için çalışılmıştır. Yeni Türkiye Devleti’nın kurucusu Atatürk, gerçekleştirilen inkılâpların gayesini, Türkiye devletini çağdaşlaştırmak ve gelişmiş devletlerin seviyesine çıkarmak olduğunu şu sözleriyle açıklamıştır: ”Efendiler! Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkâliyle medeni bir heyeti içtimaiye haline isal etmektir…
Türk inkılâbının bir amacı da, Türkiye’nin modernleşme sürecini engelleyecek kurum ve kuruluşları ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bu amaçla siyasî, hukukî, sosyal, dinî ve eğitim konusunda inkılâplar yapıldı. İlk siyasî değişim, Lozan Konferansı öncesi 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasıdır. Bu karar ile Padişahın dünyevî yetkileri elinden alınmış ve saltanat ile halifelik birbirinden ayrılmıştır. 23 Nisan 1920’de Ankara’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi(TBMM) ise yeni Türkiye Devletini temsil eden tek saltanat ve hakimiyet makamı olmuştur37. Dünya ve din işlerinin yönetimi birbirinden ayrılarak dünya işleri milletin egemenliğinin temsil edildiği TBMM’ne verilmiştir. 13 Ekim 1923’te başkent İstanbul’dan Ankara’ya taşınmış ve ardından 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edilmiştir. Laikleşmenin önündeki önemli engel olarak görülen kurumlar 3 Mart 1924’te kabul edilen kanunlarla ortadan kaldırılmıştır. Bunlar, Halifeliğin kaldırılması, Şer’iye ve Evkâf Vekaleti’nin kaldırılması ve öğretimi birleştirerek medreselerin kapanmasını sağlayan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur.
Bütün bunlara karşı toplumun bazı kesimlerinden tepkiler olmuştur. Tepkileri önlemek ve inkılâpların yerleşmesini sağlamak için 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu kabul edilmiştir. Bu kanunun yürürlükte olduğu dönemde ‘Garp Medeniyeti’ dairesine girmek için değişiklikler kabul edildi. Bu süreçteki inkılâplardan biri de kıyafeti yani dış görünümü medenileştirmek için yapılan toplumsal alandaki düzenlemelerdir. Eski görünümü çağdaş hale getirmek, kıyafette de modern dünya ile birlikte hareket etmek için 1925’ten itibaren 1934’lere kadar süren çalışmalara başlanmıştır. Bu dönemde erkekler için şapka giyilmesi, din adamlarının kıyafetlerinin düzenlenmesi kanunla belirlenirken kadınların çağdaş kıyafet giymeleri teşvik edilmiştir.
Bir yabancı yazara göre, Atatürk’ün kıyafet inkılâbı ile şapkanın yanı sıra tüm giysi biçimi değişerek Türk gardırobu altüst olmuştur. Gentizon, 1925 yılı sonbaharında yeni döneme başlayan TBMM’nin açılışında bütün milletvekillerinin eksiksiz olarak, son model frak, gömlek ve beyaz kravat, siyah ayakkabı giyinmiş olduklarını belirtmiştir. Müslüman bir meclisin milletvekillerinin ilk defa başı açık oturduklarını, oysa o sırada aynı peygamberin yolunda olan Mısır, Efgan temsilcilerinin bir kısmının localarında fesleriyle, bir kısmının da kalpaklarıyla oturduklarını ifade etmiştir. Ankara’daki bu durum ile eski gösterişli, görkemli, renk renk işlemeli, sırmalı ve yaldızlarla süslü bakanlar yerini sade siyah giysilere bırakmıştı, diyen Gentizon, Küçük Asya’nın göbeğinde bir Müslüman meclisinde mi yoksa Batı Avrupa’nın bir parlamentosunda mıyız diye kendi kendine sormadan edememiştir. Siyah elbise tercihi ile Türkiye’nin batılı toplumların Fransız İhtilali’nden ve imparatorluk savaşlarından sonraki görünümüne büründüğü yorumunu yapmıştır.
1923’te Konya’da kadınlara hitaben yaptığı bir konuşmasında Atatürk; kadınların her zaman her yerde erkeği ile birlikte yan yana yaşayıp çalıştığını, savaşta çift süren, tarlayı eken, ürününü satan ve aynı zamanda kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla, kış, yaz demeyip cepheye malzeme taşıyan fedakâr Anadolu kadınlarımız olduğunu dedikten sonra kadının giyimde ya çok açık veya çok kapalı olacak şekilde aşırıya kaçtığını bunun da dini kurallara aykırı olduğunu belirtmiştir. Kadının giyiminde din, gelenek, akıl ve mantık çerçevesinde aşırıya kaçılmamasını ve sade olunması gerektiğini, kadının kıyafetinden ziyade bilim yolunda ilerlemesinin önemini vurgulamıştır”
Atatürk gerçekleştirdiği inkılâplara bizzat kendisi öncülük etmiş, şık kıyafetleri ile topluma örnek olmuştur. Yurt dışından veya Türkiye’nin en iyi terzilerinden giyinen Atatürk’ün kıyafetleri devrin ileri gelenleri tarafından örnek alınmış ve ölümünden sonra Anıtkabir’deki müzeye kaldırılmıştır.
Atatürk’ün sivil kıyafetlerini ele alan bir araştırmaya göre, O, dönemin Avrupa modasını yakından takip etmiş ve kendisine yakışanı kullanmıştır. Kendisi renk olarak kahverengi ve siyahı tercih etmiştir. Giydiği her giysisi ayakkabısından şapkasına, kol düğmesinden bastonuna büyük bir bütünlük içinde olmuş ve aksesuar olarak şapka, mendil ve ahşap baston kullanmıştır. Şapka devriminden sonra her kıyafetiyle uyumlu şapka kullanmaya çalışmıştır. Saati kösteklidir. Denizde mayo ile ayaklarına sandalet türünde yazlık ayakkabı, spor takımlarının altına potin, çizme ve frak takımının altına ise frak terliği giymiştir. Kıyafetinin rengine göre kışın düz veya desenli yün, yazın ise pamuklu ve merserize çoraplar giymiştir. Zamanının en şık erkeği olan Atatürk, frak ceketi ile siyah melon şapkayı, ipek beyaz, beyaz deri eldivenleri, siyah rugan ayakkabıyı, smokini ise resmi davetlerde giyerdi ve frak terliği 42 numara deridendi.
Şapkanın kabulüyle birlikte Türkiye’de çağdaş giyimin adabı da oluşmuş, şapkayla giyilecek kıyafetler değişmeye başlanmıştır. Örneğin resmi serpuş, frakla, smokinle, redingot ve bonjurla giyilebilirdi. Smokin resmi davetlerde giyilen bir kıyafetti. l930 larda yaşanan Dünya ekonomik krizinin Türkiye’yi de etkilemesi üzerine ekonomide devletçilik ilkesi uygulanmış ve 1933’te Sümerbank gibi önemli devlet kuruluşları açılmıştır. Böylece ekonomideki devletçilik ilkesinin gereği olarak kıyafet de devletin denetimine girmiştir. Bu dönemlerde yerli malı kullanılması, yabancı ürüne rağbet edilmemesi teşvik edilmiştir.
Atatürk’ün şahsında Cumhuriyetin erkek ve kadını, temiz giyinen, kıyafetine özen gösteren ve yerli ürünlere ağırlık veren bir görünüm çizmektedir.
Kültürü medeniyetten ayırmayan Atatürk, Onuncu yıl nutkunda “Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız derken her alanda medenîleşmeyi hedeflemiştir. O’na göre medeniyet, bilim ve teknikle birlikte yaşam biçimini dolayısıyla kıyafeti de içine almaktadır. Kıyafetteki değişim bunun bir parçasıdır.
Atatürk, çeşitli vesilelerle yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinden biri şapka inkılâbını başlattığı Kastamonu gezisidir. 24 Ağustos 1925’te geldiği şehirde büyük bir kalabalık tarafından karşılanmıştır. O’nun başının açıklığını ve elinde bir panama şapkası gören halk fes ve sarıklarını çıkarmışlardır. Kastamonu- İnebolu gezisinden sonra arkadaşlarının başında beyaz birer panama şapkası vardı. Hep birlikte Gaziyle fotoğraf çektirmişlerdi, bunlar “İlk şapkalılardı.” Artık Ankara’da fesliler değil şapkalılar çoğunluktaydı.
1 Eylül’de Ankara’ya dönen Atatürk, halkın desteği ile karşılaşmış ve şapkayı benimseyen Ankaralılar tarafından karşılanmıştı.
Ertesi gün 2 Eylül 1925’te Bakanlar Kurulu kararnamesi ile ordu ve donanma mensuplarıyla ulemanın ve hakimlerin dışındaki bütün memurlar için Avrupa’da kullanılan elbise ve şapkanın giyilmesi zorunlu kılınıyordu. Ayrıca bir başka kararname ile din adamları için beyaz sarık ve siyah lata kabul edilmişti. Din adamları dinî kıyafetlerini sadece görevleri başında giyinebilecekler, onun dışında sivil elbise giyinebileceklerdi. Cumhuriyet Bayramındaki kabul töreninde serpuşların çıkarılması istenmiş, din adamı olmayanların dinî kıyafetle gezmeleri yasaklanmıştır. Aksine davranışların bir yıla kadar hapisle cezalandırılması kararlaştırılmıştır. Mustafa Kemal gittiği Bursa, Balıkesir, İzmir, Konya ve Afyon’da konu hakkındaki görüşlerini açıklamıştır.
Meclis’e verilen teklif tartışmalardan sonra 25 Teşrinisani (Kasım) 1341 (1925) tarihinde 671 sayılı yasayla Şapka giyilmesini düzenleyen ‘Şapka İktisası’ Kanunu kabul edilmiştir. Buna göre, milletvekilleri, bütün memurlar şapka giymek zorundaydılar. Türk halkının milli serpuşu şapka olmuştur. Şapkanın giyilmesi zorunluluğu sadece resmi görevliler ve milletvekilleri içindi ve kadınlarla, halkı kapsamıyordu. Tepki yaratmamak için kadınların kıyafeti olan peçe ve çarşafın yasaklanmasıyla ilgili bir yasa çıkarılmamıştır. Ama kadınların modern giyinmesi teşvik edilmiştir. Sarık, cami ve mescitlerde bir vazife kisvesi haline getirilmiştir. Şehirlerdeki sarıklı, şalvarlı ve fesli görünüş ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Askerlerin kullandığı şapkalar, batılı orduların şapkaları ile yenilenmiştir.
Kıyafetteki değişim meslekî kıyafetlerde de görülmüştür. Asker, polis, sporcu, denizci, öğrenci üniformalarına çöpçülerin kıyafeti de eklenmiştir. Cumhuriyetin 21 Şubat 1925’te İstanbul’da açılan ilk hemşire okulu olan Kızılay Özel Hemşire okulunda Müdür Vekili olarak görev yapan Esma Deniz’in çabalarıyla hemşire öğrencilerinin dış giyimlerinde o tarihe kadar başlarına örttükleri ‘peçe’ yerine ‘şapka’ giymeleri sağlanmıştır. Şapka Kanunu gereği eskiyi simgeleyen sarık ve fesin giyilmesi yasaklanmış ve yeniliğin sembolü şapka resmi başlık olmuştur. Böylece kişiler arasındaki ayrımının geleneksel belirleyici simgeleri tarihe karışmış ve gelişmiş ülkelerle ortak kıyafet kabul edilmiştir.
Şapka Kanunu’na ve diğer yasaklamalara Anadolu’nun çeşitli yerlerinde özellikle Malatya, Kayseri, Sivas, Maraş, Rize ve Erzurum gibi vilayetlerde tepkiler ortaya çıkmıştır. Bu değişim bazı çevreler tarafından “Din elden gidiyor” şeklinde yorumlanmıştır.
Atatürk’ün, üzerinde durduğu diğer bir konu ise dinî kıyafet meselesiydi. Osmanlı döneminde medreseden yetişmiş ulemanın cübbe, sakal ve sarıktan oluşan özel dinî kıyafetleri vardı. Bu kıyafetleri giyenlerin dini bilgisi bulunan fazilet sahibi insanlar olduklarına işaret ederdi. Fakat bu kıyafetler zamanla kendilerini bu sıfatlara benzetmek isteyen medrese eğitimi olmayan bazı kişilerin de istismarına yol açmıştı. Halkın din duygularını istismar eden yetkisiz kimselere fırsat vermemek için dinî kıyafet konusunda da yasal düzenlemeler yapılmıştır. 3 Aralık 1934’te 2596 sayılı Kanun ile ruhanî kisve, ancak mabette giyilecek ibadet ettikten sonra çıkarılacaktır. Buna Müslim ve Gayrimüslim bütün ruhaniler uyacaklardı.

Kanun ile din adamlarının mabetler ve törenler dışında özel kıyafet giymeleri yasaklanmış, ancak hükümetin izniyle mabet ve din törenleri dışında da geçici nitelikte özel kılıkların giyilebileceği hüküm altına alınmıştır. Kanunen kurulmuş izcilik ve sporculuk gibi dernek ve kulüp gibi kurum mensuplarının ve öğrencilerinin usule uygun kıyafet giyebilmeleri ve simgeleri ile Türkiye’ye girebilmeleri hükümetin iznine bağlanmıştır. Kanuna göre mabetlerin dışında ruhani kisveyi yalnız her dinden bir kişi taşıyabilecekti. Kanunun kabulünden sonra ortaya çıkacak tepkileri önlemek için Emniyet gerekli uyarıları yapmıştır. Kisve Kanunu’nun hoca ve papazlara duyurulmasını, hoca ve papazların cami ve kiliselerde gizli ve açık halkı tahrik etmelerinin önlenmesi ve uyanık olunması istenmektedir.

Türkiye’de yaşayan Ermeni, Musevi ve Rumlar, din adamlarının kıyafetlerinin düzenlenmesine ve Hükümetin bu konudaki uygulamalarına olumlu bakarlarken, iyi dostluk ilişkilerinin kurulduğu bir dönemde özellikle Yunanistan’da basın konuya sert tepki göstermiştir. Katoliklerin tepkisine karşılık Protestanlar daha ılımlı karşılamıştır. Bu da Hıristiyanlıktaki mezheplerin dine ve kıyafete bakışlarındaki farklılıktan kaynaklanıyor olsa gerektir.

Erkeklerin ve din adamlarının kıyafetlerinin düzenlenmesinden sonra kadınların Batılı kadınlar gibi giyinmeleri ‘çağdaşlık’ göstergesi olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde kadın giyimine ilişkin herhangi bir yasal düzenleme getirilmemişti. Ancak, fes ve sarığı yasaklayan Şapka Kanunu ve kadın erkek eşitliğine ilişkin çıkarılan 1926 tarihli Medenî Kanun sonrası kadının peçe ve çarşafı çıkarması ve çağdaş kıyafeti benimsemesi istenmiştir. Bu konuda yerel yönetimler ve basın yoluyla kamuoyu oluşturulmaya çalışılmıştır. Trabzon, Giresun, Sivas gibi illerle bazı ilçelerde peçe ve çarşaf giyilmesi yasaklanmıştır.
Çarşaf ve peçe geri kalmışlığın sembolü olarak değerlendirilmiş, kadınların fikren olduğu gibi şeklen de medenî olmaları gerektiği üzerinde durulmuştur. Hukuk alanındaki eşitlikten sonra pek çok Avrupa ülkesinden önce Türkiye’de kadın 1930’da belediye seçimlerine katılmış, 1934’te de milletvekili seçme ve seçilme haklarını elde etmiştir. Siyasal hakların -seçimlerde oy kullanırken- kullanılması sırasında yaşanacak bazı olay ve aksaklıklar düşünülerek peçe ve çarşafın yasaklanması konusu gündeme gelmiştir. Çağdaş giyimin yerleşmesi için kız teknik okulları açılmış, güzellik yarışmaları ve defileler düzenlenmiştir.
İnsanın dış giyimi bir anlamda için dışa vurumu olarak kabul edildiğinden, modern düşünmeyi ve yaşamayı sağlamanın yolu kıyafetin değişmesine bağlanmıştır. Türklerde son asırda kıyafette yaşanan değişim, medenileşmenin simgesi olarak kabul edilmişti. Yalnız bu değişimi sağlamak kolay bir iş değildi. Genelde bu konudaki değişim sanki din değiştirmekle ve o topluma benzemekle eşdeğer tutulmaktaydı. Zira toplumun dinî simge olarak kabul ettiği bir başlığı değiştirmek oldukça önemliydi. Nitekim, tarih boyunca İslam toplumları ile Hıristiyanların arasındaki önemli farklardan biri de kıyafetleriydi.
Ne var ki, insanlık var olduğu sürece kıyafet de zamana göre değişen, gelişen ve farklılıklar gösteren canlı bir organizma gibi bütün dünyada gündemin bir konusu olmayı sürdürecektir. Gelişmiş toplumlardan az gelişmiş toplumlara doğru çeşitli vesilelerle yılın modası adı altında, hem tüketim ekonomisini körükleme, hem de bu vesileyle kültür emperyalizmini bilinç altlarına yerleştirme çalışmaları devam edecektir. Kıyafet konusu dünya var oldukça en büyük topluluklardan en küçük topluluk olan çekirdek aileye kadar günün konuşmasını ve tartışmasını kapsayıp gidecektir ve her dönemde olduğu gibi egemen ve üstün olan bu alanda da öncülüğünü sürdürecektir…