Türklerde Geleneksel Kıyafetler
Kıyafet konusu insanlık tarihi kadar eskidir. Zira, çıplak doğan ve giyinen
tek canlı varlık insandır. İnsanların elbiseleri onların içine girip oturdukları
ilk evi sayılmaktadır. İnsanlar neden giyinirler diye sorulduğunda pek çok
unsurun etkili olduğunu görürüz. Başlangıçta, kıyafetlerini sıcak, soğuk, kar ve
yağmur gibi tabiat şartlarından korunmak için giymişlerdir.
İklim, coğrafya ve tabiat şartları kadar dinî inanışlar ile kültürel değerler
de kıyafeti belirlemiştir. Kıyafet bir yönüyle bireyin yaptığı işi (asker,
sivil, polis, din adamı, hemşire vs…) dolayısıyla statüsünü, diğer yanıyla da
ekonomik durumunu ve cinsiyetini ortaya koymaktadır. Kıyafetteki gelişmeler
zamanla estetik ve moda denilen tarzın doğmasına yol açmış olup, çeşitli
milletlerin ve insan topluluklarının dini inançlarına, medeni durumları ile örf
ve adetlerine göre farklılıklar göstermiştir. Kıyafetin tercihinde, iklim
şartlarının, dinî inanışların, kültürel farklılıkların, zevklerin, hatta
ekonomik durum ile bazı sosyal değerlerin etkisinden söz edilebilir. Kısacası,
giyim, insanın mevkiini, cinsiyetini, milliyetini, bölgesini, ait olduğu
kabilesini, medeniyetini, inanç, duygu ve düşüncesini ortaya koyup
belirlemektedir. Bu belirlemede önceleri başa giyilenler üste giyilenlerden daha
önemli olmuştur. Şapka, sarık, fes, kipalar ait olunan topluluk ve inançları
hakkında fikir vermiştir.
Medeniyet tarihinin bir parçası olan kıyafet, sadece elbise olmayıp vücuda
yapılan dövme, saç, sakal ve bıyık şekli, kadınların saç biçimleri ve özellikle
başa giyilen başlıklar bir toplumu diğerinden ayıran önemli özellikler olarak
görülmüştür Cinsiyetin tanımlanmasına da yardımcı olan kıyafet, sözlü olmayan
iletişim aracı olarak, karakterin sosyalliğin hatta havanın/tavrın değişmesini
şekillendirir. Giyimde veya örtünmede dinin ve kültürün etkili olmasından dolayı
bu alandaki değişim dinin ya da kültürün değişimi olarak algılanmıştır.
Kıyafet konusu oldukça karmaşıktır ve insanın neden giyindiği, giyiminde
etkili olan faktörlerin neler olduğu, bu konuda ne gibi yasal düzenlemeler ile
müdahalelerin yapıldığı ve dinlerin kıyafet konusundaki kurallarının neler
olduğu düşünülmektedir.
Bu makalede geçmişten günümüze Türklerde kıyafetin gelişim ve değişiminin
kısa tarihi ortaya konmaya çalışılacaktır.
I. Eski Dönem Türklerinde Kıyafet
Eski Türklerin kıyafetleri konusunda gravürler ve birtakım tarihi
kalıntılardan bilgi edinilmiştir. Eski Türkler gerek göçebe hayatın gereği
gerekse hayvancılıkla uğraşmalarından dolayı Orta Asya’da daha çok deriden
yapılmış rahat kıyafetleri tercih etmişlerdir. Bir iç don, üste giyilen kaftan,
çapan, şapan ya da çarpıt denilen bir çeşit hırka, ceket ya da palto ve ayağa
giyilen çizme ve çarık bozkır kültürün dış giysileriydi. Kadınların giysileri
ise şalvar, cepken ve ayakkabı ile başlıklardan oluşmuştur. Şalvar veya pantolon
giymek rahatlık bakımından savaşçı kavimlere özgü bir giyimdi. Hunlardan
itibaren atlı birliklerin kurulmasıyla, pantolon giyilmesi zorunlu olmuştur.
Üzerine de kaftan ve şalvar giyilmiştir. Giysilerinin kumaşı seyahatte ve
savaşta deriden, gündelik yaşamda kumaştan yapılmıştır. Çizmeler ise deri ve
keçeden olup yarım ya da uzundu. Yerleşik hayata geçişle birlikte dokuma
giysiler giyilmiştir. Eski Türklerde ve Selçuklulardaki giyim tarzının birbirine
benzediği yalnız Selçuklu kıyafetlerinde kadını erkekten ayıran en önemli
unsurun baş kısmında olduğu görülmüştür. Kadınlar başörtüsü olarak bürüncük ve
yaşmak kullanmışlardır.Eski Türklerde giyim eşyası olarak koyun, kuzu, sığır,
tilki ve biraz ayı derisi ile koyun, keçi, deve yünü kullanılırdı. Bozkırın
tipik elbisesi caket- pantolon idi. Çünkü süvari en rahat şekilde böyle
giyinebilirdi. Başka kavimler kopça kullandıkları halde, Türkler düğme
kullanırlar ve caketlerini, Çinliler ve Moğolların aksine sola açarlardı. Soğuk
ve sıcak havalarda giyilen pelerinler kullanırlar, ayaklarına çizme, başlarına
börk giyerlerdi. İleri gelen makam sahipleri, başlıklarının daha uzun ve
gösterişli olmasından tanınırdı. Hun, Göktürk, Uygur, Avar ve Hazarlar, Oğuzlar
ve Bulgarlara ait belgelere göre genellikle sakallarını kestiren Türk erkekleri,
uzun kesilmiş saçlı ve bıyıklı idiler. Attan inmek, börk ve başlıkları çıkarmak
saygı işaretiydi.
Eski Türklerden Uygurların kürk ve süslü şapkalar giydikleri, kadınları
hotozlu şapkaları ve samur derileri, beyaz keçeleri ve zamanın çok değerli ve
ünlü çiçeklerle süslenmiş kumaşları olduğu bilinmektedir.
Eski zaman ordularında herkes istediği gibi giyinerek savaşa gitmişlerdi.
Fakat her toplumun kıyafeti kendine özgü olduğundan herkes yurttaşlarını
giysilerinden tanımaktaydı. Eski Yunan ahalisinden Ispartalıların kırmızı elbise
giyerek savaşa gittikleri Romalıların ise asker için üniforma kabul ettikleri
bulgulardan anlaşılmaktır. İslamiyet’in ortaya çıkışında her Müslüman cihat
görevi ile yükümlü olduğundan askeri kıyafet konulmasına gerek görülmemişti.
II. Osmanlı Döneminde Kıyafet
Osmanlılarda kıyafet, toplum yaşamının bir ifadesi olup, giysinin kumaşı
kadar, renginin de bir anlamı vardı ve giyenin ait olduğu toplum düzeyini
yansıtmaktaydı. Sarayda giyilen kumaş, biçim ve renkte kıyafeti halkın giymesi
yasaklanmıştır. Ayrıca, giyenin mevkii ne olursa olsun, giysileri giydiği yere
ve zamana göre değişmektedir. Törende ve seferde giyilenler günlük giyilenlerden
farklıydı. Kıyafet hakkında seyahatnameler ve yabancıların hatıraları önemli
bilgiler vermektedir. Osmanlı Döneminde 1554’den 1562’ye kadar Avusturya elçisi
olarak görev yapan Ogier Ghiselin de Busbecq bu süredeki gözlemlerini arkadaşına
yazdığı mektuplarında: Türklerin felaketi hatırlattığı için siyahı
sevmediklerini ve daha çok yeşili tercih ettiklerini anlatmıştır. Ayrıca;
başları sarıklı büyük bir kalabalığa bakıldığında, bembeyaz ipekli kumaşlara
bürünmüş, bir renk cümbüşünün yaşandığını ve o zamana kadar böyle bir manzarayı
görmediğini itiraf ettikten sonra bu kadar zengin ve göz alıcı görünüşte bile
bir sadelik ve tutumluluk olduğuna dikkat çekmiştir. En üstten en alt kademedeki
memura kadar hemen herkesin aynı biçimde elbiseler giydiklerini, Türklerin
elbiselerinin boyunun topuğa kadar uzun olduğunu bunun da onları iri yarı ve
uzun boylu gösterdiğini, kendilerinin ise elbiseye hesapsız para harcandığını ve
elbisenin boyunun kısa ve dar olduğunu bunun da vücudun bütün hatlarını olduğu
gibi meydana çıkardığını bu durumun da adamın boyunu kısa ve adeta cüce
gösterdiğini yazmıştır. 16.yüzyılda Türkiye’ye gelen İngiliz seyyah F. Moryson
ise o dönemde giyilen başlık ve külahlar ile üzerine sarılan tülbentlerden erkek
ve kadın giysileri ile aksesuarlarından geniş örnekler vermektedir.
Bu konudaki bir başka örnek 18.yüzyılın başlarında Osmanlı’ya ait
gözlemlerini anlatan Lady Montagu’nun mektuplarıdır. 1 Nisan 1717’de Edirne’den
Kontes…ye yazdığı XXVIII. mektubunda Montagu, üzerindeki kıyafetinden hareketle
Osmanlı giyimini şöyle tasvir etmiştir:”…Çok geniş bir şalvarım var. Bu şalvar
gayet ince, gül penbesi, kenarı sırmalı damiskadan yapılmış. Terliklerim beyaz
deriden ve sırma işlemeli. Şalvarın üzerine beyaz ipekten, etrafı kamilen
işlemeli bir tül gömlek sarkıyor…Entari, adeta vücuda göre biçilmiş bir
caket…beyaz Şam kumaşından…Uzunluğu ayaklarıma kadar…Kürk, Türk kadınlarının
bazan giydikleri, bazan çıkardıkları bir ev libası…Başa kalpak denilen bir
serpuş giyiliyor” dedikten sonra çeşitli işlemelerden söz etmiş ve devamla”
Türkiye’de güzeller İngiltere’dekinden daha çok ve hepsi de mütenevvi. Burada
hiçbir kadına tesadüf edilmez ki güzel olmasın. Hemen hepsi de kara gözlü,
tenleri dünyanın en güzel renginde. Bence İngiltere Kral Sarayı bütün
Hıristiyanlık âleminde en güzel kadınların bulunduğu bir yer ise de, orada da
buradaki kadar güzel yok..Gözlerinin etrafına sürme çekiyorlar, bu suretle
kirpikleri aydınlıkta ve hele gündüz oldukça bir mesafeden parlıyor. Bunu Rum
kadınları da kullanıyor…” Bir başka hatıratta ise 19.yüzyılın Osmanlı
İstanbul’unda kıyafetlerin çok şaşırtıcı olduğu, aynı şekilde giyinmiş iki
kişiye rastlanamayacağı belirtilerek, başa sarılmış, şallar, kareli mintan ve
cepkenler, ruhban kıyafetleri ve yeşil, turuncu, sümbül renkli feracelerden ipek
gömleklere, sırma işlemeli mendillere kadar Türk kadın kıyafetlerini hayranlıkla
seyredilebileceği belirtilmiştir.
Osmanlı’da Hıristiyanların yaşayış biçimleri Müslümanlardan ayrılmış ve
bunların kendilerine benzememeleri konusunda dinî bir titizlik gösterilmiştir.
Hıristiyanlar yaşayışlarında ve giyimlerinde birçok kayıtlara tabi
tutulmuşlardır. Türklerin gayrimüslimlere olan üstünlüğüne büyük bir özen
gösterildiği kadar Hıristiyanlar arasındaki merasim silsilesine de riayet
edilmiştir. Rumlar ön safta olmak üzere Ermeniler ve daha sonra da Yahudiler
gelmiştir. Gayrimüslimlerin kıyafetleri divandan çıkan hükümlerle belirlenir,
onlar bu hükümlerin belirlediği kıyafet dışında elbise giyemezler, aksi halde
cezalandırılırlardı. Gayrimüslimlerin kıyafetleri de birbirinden farklı
kılınmıştı. Osmanlı’da her kesimin değişik şekillerde belirlenmiş kıyafetleri
vardı. Bunun dışına çıkanlar uyarılmışlardı.
Osmanlılar, Yeniçerilerin halktan ayırt edilebilmesi için askerî kıyafeti
kabul ettiler. Bundan 121 yıl sonra Fransa’da bazı süvari bölükleri için
üniforma kabul edildiğine bakılırsa, askerî kıyafeti ilk kez Osmanlıların
kullandığı söylenebilir.
Dinen “elbisenin hayırlısı beyazdır” hadisi gereği Selçuklu ve Osmanlıda
beyaz renge önem verilmiştir. Ferace, Fatih dönemine kadar Osmanlı Sultanlarının
kıyafeti olmuştur. Osmanlılarda ayakkabılar da rengine göre farklılık
göstermekte olup, subaylar sarı, erler kırmızı, ulema ise mavi renkte
ayakkabılar giymişlerdi.
Osmanlı kadın giyiminde zaman içinde entari, şalvar ve gömlek ile ceket ve
etek olarak üç tip kıyafet kullanılmıştır. Sokağa çıkan kadınlar kıyafetlerini
ferace veya çarşafla tamamlarlardı. Yüzlerini de yaşmak denilen bir örtü ile
örterlerdi. Feraceler toz pembe, havai mavi, açık yeşil gibi uçuk renkte yapılan
bol bir giysidir. Evde modası pek değişmeyen şalvar giyilmiştir.
Tho.Mc.Lean isimli bir İngiliz, 1818’de Londra’da Türk Askeri Kıyafetleri
üzerine yazdığı eserinin önsözünde özetle şunları söylemiştir: “Türkler güzel
bir cins halk diye tabir olunabilir. Genel seviyeden yüksek boylu olanlar hayli
derecede zarafet sahibidirler… Vakarlı ve ruhlu simaları vardır. Bu
güzelliklerinden bazıları ihtimal kıyafetlerinin şekil ve tarzından ileri
geliyordu. Türklerin kıyafet ve elbisesi genelde giyenlerine önem ve itibar
verecek ve hatta heybetli gösterecek şekilde hesap edilmiştir. Muhteşem bir
sarık, zengin ve iri katları ile başı sarmakta genelde kıymetli kumaştan ve
enfes güzellikte olan bol ve sarkık bir kaftan vücut ve endamı kaplamakta, güzel
bir kuşak ile bel tarafı sarılmakta yatağan, hançer, piştovlar ve diğer silahlar
kuşağın arasına sokulmakta ve gayet değerli Şam işi palanın kumaştan sarkmakta
olduğu görülmektedir. Güneşten yanmış yüzüne siyah gözleri zarif bir güzellik
vermektedir. İri bıyıkları ise aynı zamanda hem sevimli hem de seçkin olan bir
çehreye sertlik ve şan vermekteydi.”
Anadolu’da giyimin tarihi M.Ö. 7000 yıllarına kadar uzanmakta olup, pek çok
kavmin etkisiyle meydana gelmiştir. Anadolu’daki kadın erkek kıyafetleri
günümüze kadar belli bir senteze ulaşarak gelmiştir.Türk kadınları manto gibi
uzun bir elbise olan feraceyi 18.yüzyılın başlarına kadar giymişler, ancak
II.Abdülhamid devrinin ortalarında giyilmesi yasak edilmiş, daha sonra yerini
çarşaf almıştır.
Osmanlı döneminin başlarında askerden başka herkesin istediği gibi giyindiği
yalnız asker ve memurların elbise ve kıyafete tabi oldukları görülmüştür.
Herkesin hangi sınıf memur ya da asker olduğu başındaki kavuğundan, sırtındaki
kürk ve cübbesinden anlaşılırdı. Sakal mülkiye ve ilmiye sınıfına özgü olup
asker sakal bırakmazdı. Özel kanunlarla her askerin kıyafeti belirlenmişti.
Osmanlı’da Avrupa modasını ilk takip edenler saraya ve üst sınıfa mensup
Müslüman kadınlar olmuştur. Dolayısıyla kıyafetteki değişim ilk önce sarayda
başlıyor, sonra mali durumu iyi olan ailelerde, daha sonra da halkta
görülüyordu. Batılı giyim önce eldiven, çorap gibi aksesuarlarda başlamış,
zamanla dış giyimi etkilemiştir. Avrupai kıyafetler ekonomik duruma göre ya
kendileri giderek veya orada yaşayan yakınları aracılığıyla Paris’ten
getirtilmiş veya diktirilmiştir. Bu gelişmeler sonucu 19.yüzyılın sonunda ferace
ve yaşmak zamanla kaybolmaya yüz yutmuş ve II.Abdülhamid döneminde feracenin
yerini peçe ve çarşaf almaya başlamıştır.
Osmanlı topraklarına gelerek 1490’larda İstanbul’a yerleşen Yahudilerin de
kıyafetleri kendine özgüydü. Levi’ye göre Yahudi kıyafetinin gelişiminde üç
unsur etkili olmuştur. Bunlardan biri Anadolu topraklarında yaşayan Bizans
Yahudilerinin (Romaniyot) geleneksel kıyafeti; diğeri İspanya’dan Osmanlı
topraklarına sığınan Yahudilerin beraberinde getirdikleri İspanyol giyim tarzı
bir diğeri ise Osmanlı Türk giyim anlayışıdır. Osmanlıda kıyafet kişisel zevkten
öte bir konuydu ve toplumsal hiyerarşinin korunmasındaki temel unsurlardan
biriydi. Müslüman kesim ile gayri Müslim arasındaki farkın belli olması ve gayri
Müslimlerin giyimlerinin daha gösterişli olmasını önlemek için padişahlar
yayınladıkları fermanlarda şu konulara dikkat çekmişlerdir: 1-Tüm ‘kafirler’
gibi İslam dininde kutsal olan yeşil renk Yahudilerde yasaktı. Beyaz özellikle
Müslümanlar tarafından başlıklar için kullanılırdı. Yahudilerin özellikle dış
sokak giysileri genelde koyu renk veya siyahtı. Ayakkabılara da aynı kısıtlama
getirilmekteydi. Müslümanlar sarı, Yahudiler siyah renk ayakkabı giyiyorlardı.
2-Yahudiler tarafından kullanılan kumaşlar Müslümanların kullandıkları
kumaşlardın daha lüks veya kaliteli olamazdı. 3-Başlıklarda kullanılan kumaş
uzunluğu ve cübbenin genişliği belli ölçülere uymak zorundaydı. Aslında kıyafet
ayrımını Yahudiler de istemekteydi. Bu, Tevrat’ta yer alan “Oturduğun Mısır
diyarının veya seni götürdüğüm Kenaan topraklarının alışkanlıklarını taklit
etmeyeceksin ve adetlerini uygulamayacaksın” buyruğunun da gereğiydi. Yahudi
erkekler Yahudi olmayanlardan sadece elbiselerinin rengi ve taktıkları
başlıklarla ayırt edilmekteydiler. Başlarına yukarı doğru silindir şeklinde bir
başlık takmaktaydılar. Başlığın alt kısmı renkli bir türbanla çevriliydi.
Dönemin Yahudi kadınları, koyu renk cübbe, başlarını örten geniş şal giyerlerdi.
Gün içinde şalvar ve elbise gibi rahat giysiler tercih edilirdi ve bu giysilerin
türleri yöreye göre değişirdi.
Osmanlı Sarayında Sultanlar giyim kuşamlarına çok önem vermişler, pahalı ve
lüks kumaşlardan dikilmiş kaftanlar giymişlerdir. Sultanlar günlük yaşamlarında
altta şalvar, üstte gömlek veya iç entarisi üzerine de kısa veya uzun kaftan
giyerlerdi. Hem erkek hem kadın giysisi olan feraceler ile kaftan ve her
padişahın farklı isimlerle anılan başlıkları vardı. Bayramlarda, cenaze ve tahta
çıkma törenlerinde, elçi kabullerinde, savaşta giyilen giysiler ve renkleri
değişirdi. Çocukların da kendilerine göre olan giyimleri 18.yüzyıla kadar
geleneksel olup, bu yüzyıldan sonra Batının etkisine girmiştir.
Kısacası, Osmanlı’da elbiseden ziyade özellikle başa giyilen başlıklar
önemliydi.Erkeklerin başlarına giydikleri sarık, rütbe ve makamı belirlerdi.
Askerî ve sivilin kıyafeti ile kadınların kıyafeti ayrı ayrıydı. Kıyafet ve
özellikle başlık bir insanın dinini ve sosyal statüsünü belirleyen önemli
unsurlardı. II.Mahmud dönemine kadar geleneksel giyim tarzı uygulanan
Osmanlı’da saray mensupları ile devlet görevlileri ve askeri kesimin uyulması
zorunlu olan kıyafetleri olmuştur. Dini ve etnik azınlıkların da özel
kıyafetleri vardı.
Batı karşısında 17.yüzyılın sonlarından itibaren yenilerek toprak kaybetmeye
başlayan Osmanlı Devleti’nde yenileşme hareketlerine başlanmıştı. İki yüz yıllık
dönemi kapsayan bu süreçte zamanla Batılılaşmanın boyutları genişlemiş ve
eğitim, hukuk, siyaset gibi alanlara, dolayısıyla dış görünüşe yani kıyafete de
yansımıştı. İlk yenileşme orduda olduğu için bu konudaki ilk değişim de askeri
kıyafette meydana gelmiştir. III.Selim’in (1789-1807) gerçekleştirdiği Nizam-ı
Cedid hareketiyle aynı ismi alan yeni Avrupaî bir ordunun kıyafetinde de eskiden
uzaklaşma başlamıştır. II.Mahmud dönemine (1808-1839) gelindiğinde 1826’da
Yeniçeri Ocağını kaldırılarak Avrupaî tarzda Asakir-i Mansure-i Muhammediye
adında bir ordu kurulmuştur. Yeni ordunun kıyafeti Batı tarzında ceket ve
pantolon olarak düzenlendi. Yeniçeri kıyafetlerindeki askeri sınıfların,
rütbelerin farklı renk ve biçimdeki başlıkları yeni askerî kıyafetle terk
edilerek tek örnek elbise ile başlık olarak da mavi püsküllü Tunus fesi kabul
edilmişti. Tunus’a elli bin fes siparişi verilmiş ayrıca yeni ordunun
çeşitli ihtiyaçları için modern fabrikalar kurulmuştur.
Kürk, II.Mahmud döneminden sonra kullanılmağa başlanmış ve Rusya’dan
getirilmiş olan bu kürkler Ruslar için Osmanlı ülkesinde önemli bir ticaret
aracı olmuştur. Asker ve memurlar için devleti temsil ettiklerinden düzenli
olması için setre ve pantolonu kabul etmiştir. Halkı ise serbest bırakmıştı.
Halk için “başı bozuk” deyiminin kullanılması, istediği şerpuşu giymesinden
ileri gelmiştir.
II.Mahmud’un neden kıyafetle uğraşıp ele aldığını ve bu inkılâbın önemini o
tarihte İstanbul’da yaşamış olan bir İngiliz gazeteci şöyle belirtmiştir:
“Kıyafette ıslahı meydana getirebilmek için fazla enerji sarf edildi. Çünkü
kıyafet halkı Avrupalılardan ayıran büyük bir maniaydı II. Mahmud Batı
kıyafetini önce kendisi benimseyen ve isteyenlerin de sakallarını
kesebileceklerini irade eden ve yeni kurduğu ordusunu tam bir Avrupa ordusu
olarak görmek isteyen bir padişahtı. Başa kavuk yerine fesin geçirilmesi,
şalvar, cepken setre, pantolon giyilmesini sağlamak istemişti. Yenileşme
hareketlerinde çok ileri gittiği için muhafazakâr çevreler tarafından gavur
padişah olarak anılmıştır”
Falih Rıfkı’ya göre, Doğu milletlerini batılılaştırmakla, eski kıyafet ve
başlıkları değiştirmek bir arada gitmiş bu yüzeyselcilere göre bir benzeme ve
şekilce farksızlaşma, devrimcilere göre kafanın dışını değil içini değiştirme
sayılmıştır. Büyük Petro da Ortodoks Ruslara kalpak yerine şapka giydirebilmek
için Moskova şehrinin etrafını topçu bataryaları ile çevirmişti.
Kılık kıyafetteki düzenleme sivillere de uygulanmış ve çeşitli memur
sınıflarının kıyafetlerini belirleyen iradeler yayınlanmıştı. Cübbe ve sarık
yalnız ulemanın giysisi olarak kalacak, diğer siviller ise tek başlık olarak
sadece fesi giyeceklerdi. Özellikle kadın kıyafetlerinden ”ferace ve yaşmak“
değişikliğe uğramıştır. 1880’lerde feracenin yerini çarşaf almaya başlamıştır.
Bu dönemde hanımlar da beyler gibi Avrupa modasını takip etmeye başlamışlardır.
İstanbul hanımları Paris ve Londra modasını izlemişlerdir.
1908’de Meşrutiyet’in ilânıyla özgürlük, eşitlik, kardeşlik fikirleri önem
kazanmıştı. Basından sansürün kaldırılması ve fikirlerin özgürce ifade edilmesi
üzerine Batıcılık, Türkçülük ve İslâmcılık adıyla anılan bazı fikir akımları
doğmuştur. Bu akımların temsilcileri çıkardıkları gazete ve mecmualarda Batı
karşısında geri kalan ve çözülen devletin kurtuluşu için çözüm önerileri
getirmişlerdir. Bunlardan Batıcılık akımı temsilcilerinin başta Abdullah Cevdet
olmak üzere toplumun gelişmesi, içinde bulunduğu durumdan kurtulması için
savundukları fikirlerini İçtihat isimli yayın organlarında, 1912 yılında
Kılıçzâde Hakkı imzalı ‘Pek Uyanık Bir Uyku’ başlıklı yazıda ortaya
koymuşlardır. Bunlar çağdaşlaşmayı ‘ya garplılaşırız ya da mahvoluruz’
sözleriyle açıklarlarken, Batının gülü ve dikeniyle birlikte alınmasını
istemişlerdir. Kadın konusunda tek eşle evliliği, Avrupa medenî kanununu,
kadınların tıp tahsili yapmalarını ve adab-ı muaşeret kuralları çerçevesinde
dilediği gibi giyinmesi gerektiğini; fesin yerine yeni bir serpuş giyilmesini,
sarık ve cübbenin yalnızca din adamları tarafından giyilmesi gerektiğini
savunmuşlardır.
İslamcılar dinî ve manevî değerlerin korunmasını ve kadının tesettüre riayet
ederek istediği eğitimi alabileceğini ve istediği işte çalışabileceğini ileri
sürmüşlerdir. Türkçüler ise dil, tarih ve kültürde büyük Türk birliğini, kadının
kıyafeti konusunda ise, onun giysisinden ziyade aile ve toplum içindeki eğitim,
çalışma ve sosyal hakları üzerinde durmuşlardır.
1908 sonrası Avrupaî giyim tarzı dinî ve millî değerlerle birlikte ele
alınmıştır. Bu dönem kadın dergilerinde giyim, iffetle ve millileşme ile
bağlantılı olarak değerlendirilmiştir. Giyimde milli ürünlerin kullanılması
tercih edilmiştir.
Bir dönem Avrupa kadın modasına örnek olan Türk kadınının kıyafetleri
özellikle başına sardığı örtülerin ‘Türk türbanı’ diye resimlerde yer alması
onun Avrupalı kadınlara giyimde etkisi olduğunun kanıtı olarak gösterilmiştir.
Bu dönemde İstanbul’da ve diğer büyük şehirlerde çarşaflı ve peçeli kadına
rastlanmakla beraber, Avrupa modasının hakim olduğu bazı kadın dergilerinde
elbise, manto ve tuvalet modelleri de yer almaktaydı. Peçe ve çarşaf terk
edilmeye başlanmıştı ve 1912’de Amerikan Elçiliği’nde verilen resmî davete bir
Türk kadını peçesiz olarak katılmıştı.
Balkan Savaşları (1912-13) sonrasında göçmen olarak Balkanlar ve Kafkaslar
ile adalardan gelenlerin kıyafetlerinin farklı olmasından dolayı kılık kıyafette
birlik oluşturulmaya çalışılmıştır. Kadınların çalışma hayatına atılmalarıyla
birlikte eski giysileri yerine daha pratik ve rahat kullanımlı giysiler
benimsenmiş, çarşaf ve peçe kullanımı giderek azalmıştır. İttihat ve Terakki
Partisi, Türk Ocakları ile kadın kıyafetini düzenlemeye çalışmıştır. Enver
Paşa Birinci Dünya Savaşı’nda özellikle sıcak memleketlere giden kıtalara
kabalak isimli güneş siperli başlığı icat etmişti. Kara ordusu askerlerine
giydirdiği bu serpuşun adına ‘Enverî’ denilmiştir. Kadın kıyafeti konusunda
tesettürden yana olan Enver Paşa, 1916 Ekiminde kuruluş hazırlıklarına
başlanılan Birinci Ordu Kadın İşçi Taburu için düzenlenen talimatnamede kadın
işçilerin şalvar, ceket ve başörtüsü taşımaları fikrine ilave olarak yeldirme
tarzında uzunca bir elbise giymelerini şart koşmuştu. Milli Mücadele döneminde
kalpak veya sipersiz kasket giyilmişdir.
III. Cumhuriyet Döneminde Kıyafet
Son on yılını sürekli savaşlarla geçiren Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’na
Almanya yanında katılmış ve 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi ile
savaştan yenik olarak çıkmıştır. Ülke topraklarının önemli kısımları Mütareke
hükümlerine dayanılarak İtilaf Devletleri’nin işgaline uğramıştır. İşgallere
karşı tepki ve direniş hareketleri baş göstermiş ve Mustafa Kemal’in 19 Mayıs
1919’da Samsun’a ayak basması ile Milli Mücadele hareketi başlamıştır Milli
Mücadele hareketi kongrelerde alınan kararlar ve yürütülen askerî harekâtlar
sonucunda başarıyla sonuçlanmıştır.
Bundan sonra ülkeyi ‘muasır medeniyet’ seviyesinin üstüne çıkarmak için
çalışılmıştır. Yeni Türkiye Devleti’nın kurucusu Atatürk, gerçekleştirilen
inkılâpların gayesini, Türkiye devletini çağdaşlaştırmak ve gelişmiş devletlerin
seviyesine çıkarmak olduğunu şu sözleriyle açıklamıştır: ”Efendiler! Yaptığımız
ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen
asri ve bütün mana ve eşkâliyle medeni bir heyeti içtimaiye haline isal
etmektir…
Türk inkılâbının bir amacı da, Türkiye’nin modernleşme sürecini engelleyecek
kurum ve kuruluşları ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bu amaçla siyasî, hukukî,
sosyal, dinî ve eğitim konusunda inkılâplar yapıldı. İlk siyasî değişim, Lozan
Konferansı öncesi 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasıdır. Bu karar ile
Padişahın dünyevî yetkileri elinden alınmış ve saltanat ile halifelik
birbirinden ayrılmıştır. 23 Nisan 1920’de Ankara’da kurulan Türkiye Büyük Millet
Meclisi(TBMM) ise yeni Türkiye Devletini temsil eden tek saltanat ve hakimiyet
makamı olmuştur37. Dünya ve din işlerinin yönetimi birbirinden ayrılarak dünya
işleri milletin egemenliğinin temsil edildiği TBMM’ne verilmiştir. 13 Ekim
1923’te başkent İstanbul’dan Ankara’ya taşınmış ve ardından 29 Ekim 1923’te
Cumhuriyet ilân edilmiştir. Laikleşmenin önündeki önemli engel olarak görülen
kurumlar 3 Mart 1924’te kabul edilen kanunlarla ortadan kaldırılmıştır. Bunlar,
Halifeliğin kaldırılması, Şer’iye ve Evkâf Vekaleti’nin kaldırılması ve öğretimi
birleştirerek medreselerin kapanmasını sağlayan Tevhid-i Tedrisat
Kanunu’dur.
Bütün bunlara karşı toplumun bazı kesimlerinden tepkiler olmuştur. Tepkileri
önlemek ve inkılâpların yerleşmesini sağlamak için 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn
Kanunu kabul edilmiştir. Bu kanunun yürürlükte olduğu dönemde ‘Garp Medeniyeti’
dairesine girmek için değişiklikler kabul edildi. Bu süreçteki inkılâplardan
biri de kıyafeti yani dış görünümü medenileştirmek için yapılan toplumsal
alandaki düzenlemelerdir. Eski görünümü çağdaş hale getirmek, kıyafette de
modern dünya ile birlikte hareket etmek için 1925’ten itibaren 1934’lere kadar
süren çalışmalara başlanmıştır. Bu dönemde erkekler için şapka giyilmesi, din
adamlarının kıyafetlerinin düzenlenmesi kanunla belirlenirken kadınların çağdaş
kıyafet giymeleri teşvik edilmiştir.
Bir yabancı yazara göre, Atatürk’ün kıyafet inkılâbı ile şapkanın yanı sıra
tüm giysi biçimi değişerek Türk gardırobu altüst olmuştur. Gentizon, 1925
yılı sonbaharında yeni döneme başlayan TBMM’nin açılışında bütün
milletvekillerinin eksiksiz olarak, son model frak, gömlek ve beyaz kravat,
siyah ayakkabı giyinmiş olduklarını belirtmiştir. Müslüman bir meclisin
milletvekillerinin ilk defa başı açık oturduklarını, oysa o sırada aynı
peygamberin yolunda olan Mısır, Efgan temsilcilerinin bir kısmının localarında
fesleriyle, bir kısmının da kalpaklarıyla oturduklarını ifade etmiştir.
Ankara’daki bu durum ile eski gösterişli, görkemli, renk renk işlemeli, sırmalı
ve yaldızlarla süslü bakanlar yerini sade siyah giysilere bırakmıştı, diyen
Gentizon, Küçük Asya’nın göbeğinde bir Müslüman meclisinde mi yoksa Batı
Avrupa’nın bir parlamentosunda mıyız diye kendi kendine sormadan edememiştir.
Siyah elbise tercihi ile Türkiye’nin batılı toplumların Fransız İhtilali’nden ve
imparatorluk savaşlarından sonraki görünümüne büründüğü yorumunu
yapmıştır.
1923’te Konya’da kadınlara hitaben yaptığı bir konuşmasında Atatürk;
kadınların her zaman her yerde erkeği ile birlikte yan yana yaşayıp çalıştığını,
savaşta çift süren, tarlayı eken, ürününü satan ve aynı zamanda kağnısıyla,
kucağındaki yavrusuyla, kış, yaz demeyip cepheye malzeme taşıyan fedakâr Anadolu
kadınlarımız olduğunu dedikten sonra kadının giyimde ya çok açık veya çok kapalı
olacak şekilde aşırıya kaçtığını bunun da dini kurallara aykırı olduğunu
belirtmiştir. Kadının giyiminde din, gelenek, akıl ve mantık çerçevesinde
aşırıya kaçılmamasını ve sade olunması gerektiğini, kadının kıyafetinden ziyade
bilim yolunda ilerlemesinin önemini vurgulamıştır”
Atatürk gerçekleştirdiği inkılâplara bizzat kendisi öncülük etmiş, şık
kıyafetleri ile topluma örnek olmuştur. Yurt dışından veya Türkiye’nin en iyi
terzilerinden giyinen Atatürk’ün kıyafetleri devrin ileri gelenleri tarafından
örnek alınmış ve ölümünden sonra Anıtkabir’deki müzeye kaldırılmıştır.
Atatürk’ün sivil kıyafetlerini ele alan bir araştırmaya göre, O, dönemin
Avrupa modasını yakından takip etmiş ve kendisine yakışanı kullanmıştır. Kendisi
renk olarak kahverengi ve siyahı tercih etmiştir. Giydiği her giysisi
ayakkabısından şapkasına, kol düğmesinden bastonuna büyük bir bütünlük içinde
olmuş ve aksesuar olarak şapka, mendil ve ahşap baston kullanmıştır. Şapka
devriminden sonra her kıyafetiyle uyumlu şapka kullanmaya çalışmıştır. Saati
kösteklidir. Denizde mayo ile ayaklarına sandalet türünde yazlık ayakkabı, spor
takımlarının altına potin, çizme ve frak takımının altına ise frak terliği
giymiştir. Kıyafetinin rengine göre kışın düz veya desenli yün, yazın ise
pamuklu ve merserize çoraplar giymiştir. Zamanının en şık erkeği olan Atatürk,
frak ceketi ile siyah melon şapkayı, ipek beyaz, beyaz deri eldivenleri, siyah
rugan ayakkabıyı, smokini ise resmi davetlerde giyerdi ve frak terliği 42 numara
deridendi.
Şapkanın kabulüyle birlikte Türkiye’de çağdaş giyimin adabı da oluşmuş,
şapkayla giyilecek kıyafetler değişmeye başlanmıştır. Örneğin resmi serpuş,
frakla, smokinle, redingot ve bonjurla giyilebilirdi. Smokin resmi davetlerde
giyilen bir kıyafetti. l930 larda yaşanan Dünya ekonomik krizinin Türkiye’yi
de etkilemesi üzerine ekonomide devletçilik ilkesi uygulanmış ve 1933’te
Sümerbank gibi önemli devlet kuruluşları açılmıştır. Böylece ekonomideki
devletçilik ilkesinin gereği olarak kıyafet de devletin denetimine girmiştir. Bu
dönemlerde yerli malı kullanılması, yabancı ürüne rağbet edilmemesi teşvik
edilmiştir.
Atatürk’ün şahsında Cumhuriyetin erkek ve kadını, temiz giyinen, kıyafetine
özen gösteren ve yerli ürünlere ağırlık veren bir görünüm çizmektedir.
Kültürü medeniyetten ayırmayan Atatürk, Onuncu yıl nutkunda “Milli
kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız derken her
alanda medenîleşmeyi hedeflemiştir. O’na göre medeniyet, bilim ve teknikle
birlikte yaşam biçimini dolayısıyla kıyafeti de içine almaktadır. Kıyafetteki
değişim bunun bir parçasıdır.
Atatürk, çeşitli vesilelerle yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinden biri
şapka inkılâbını başlattığı Kastamonu gezisidir. 24 Ağustos 1925’te geldiği
şehirde büyük bir kalabalık tarafından karşılanmıştır. O’nun başının açıklığını
ve elinde bir panama şapkası gören halk fes ve sarıklarını çıkarmışlardır.
Kastamonu- İnebolu gezisinden sonra arkadaşlarının başında beyaz birer panama
şapkası vardı. Hep birlikte Gaziyle fotoğraf çektirmişlerdi, bunlar “İlk
şapkalılardı.” Artık Ankara’da fesliler değil şapkalılar çoğunluktaydı.
1 Eylül’de Ankara’ya dönen Atatürk, halkın desteği ile karşılaşmış ve şapkayı
benimseyen Ankaralılar tarafından karşılanmıştı.
Ertesi gün 2 Eylül 1925’te Bakanlar Kurulu kararnamesi ile ordu ve donanma
mensuplarıyla ulemanın ve hakimlerin dışındaki bütün memurlar için Avrupa’da
kullanılan elbise ve şapkanın giyilmesi zorunlu kılınıyordu. Ayrıca bir başka
kararname ile din adamları için beyaz sarık ve siyah lata kabul edilmişti. Din
adamları dinî kıyafetlerini sadece görevleri başında giyinebilecekler, onun
dışında sivil elbise giyinebileceklerdi. Cumhuriyet Bayramındaki kabul töreninde
serpuşların çıkarılması istenmiş, din adamı olmayanların dinî kıyafetle
gezmeleri yasaklanmıştır. Aksine davranışların bir yıla kadar hapisle
cezalandırılması kararlaştırılmıştır. Mustafa Kemal gittiği Bursa, Balıkesir,
İzmir, Konya ve Afyon’da konu hakkındaki görüşlerini açıklamıştır.
Meclis’e verilen teklif tartışmalardan sonra 25 Teşrinisani (Kasım) 1341
(1925) tarihinde 671 sayılı yasayla Şapka giyilmesini düzenleyen ‘Şapka
İktisası’ Kanunu kabul edilmiştir. Buna göre, milletvekilleri, bütün memurlar
şapka giymek zorundaydılar. Türk halkının milli serpuşu şapka olmuştur.
Şapkanın giyilmesi zorunluluğu sadece resmi görevliler ve milletvekilleri içindi
ve kadınlarla, halkı kapsamıyordu. Tepki yaratmamak için kadınların kıyafeti
olan peçe ve çarşafın yasaklanmasıyla ilgili bir yasa çıkarılmamıştır. Ama
kadınların modern giyinmesi teşvik edilmiştir. Sarık, cami ve mescitlerde bir
vazife kisvesi haline getirilmiştir. Şehirlerdeki sarıklı, şalvarlı ve fesli
görünüş ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Askerlerin kullandığı şapkalar,
batılı orduların şapkaları ile yenilenmiştir.
Kıyafetteki değişim meslekî kıyafetlerde de görülmüştür. Asker, polis,
sporcu, denizci, öğrenci üniformalarına çöpçülerin kıyafeti de eklenmiştir.
Cumhuriyetin 21 Şubat 1925’te İstanbul’da açılan ilk hemşire okulu olan Kızılay
Özel Hemşire okulunda Müdür Vekili olarak görev yapan Esma Deniz’in çabalarıyla
hemşire öğrencilerinin dış giyimlerinde o tarihe kadar başlarına örttükleri
‘peçe’ yerine ‘şapka’ giymeleri sağlanmıştır. Şapka Kanunu gereği eskiyi
simgeleyen sarık ve fesin giyilmesi yasaklanmış ve yeniliğin sembolü şapka resmi
başlık olmuştur. Böylece kişiler arasındaki ayrımının geleneksel belirleyici
simgeleri tarihe karışmış ve gelişmiş ülkelerle ortak kıyafet kabul
edilmiştir.
Şapka Kanunu’na ve diğer yasaklamalara Anadolu’nun çeşitli yerlerinde
özellikle Malatya, Kayseri, Sivas, Maraş, Rize ve Erzurum gibi vilayetlerde
tepkiler ortaya çıkmıştır. Bu değişim bazı çevreler tarafından “Din elden
gidiyor” şeklinde yorumlanmıştır.
Atatürk’ün, üzerinde durduğu diğer bir konu ise dinî kıyafet meselesiydi.
Osmanlı döneminde medreseden yetişmiş ulemanın cübbe, sakal ve sarıktan oluşan
özel dinî kıyafetleri vardı. Bu kıyafetleri giyenlerin dini bilgisi bulunan
fazilet sahibi insanlar olduklarına işaret ederdi. Fakat bu kıyafetler zamanla
kendilerini bu sıfatlara benzetmek isteyen medrese eğitimi olmayan bazı
kişilerin de istismarına yol açmıştı. Halkın din duygularını istismar eden
yetkisiz kimselere fırsat vermemek için dinî kıyafet konusunda da yasal
düzenlemeler yapılmıştır. 3 Aralık 1934’te 2596 sayılı Kanun ile ruhanî
kisve, ancak mabette giyilecek ibadet ettikten sonra çıkarılacaktır. Buna Müslim
ve Gayrimüslim bütün ruhaniler uyacaklardı.
Kanun ile din adamlarının mabetler ve törenler dışında özel kıyafet giymeleri
yasaklanmış, ancak hükümetin izniyle mabet ve din törenleri dışında da geçici
nitelikte özel kılıkların giyilebileceği hüküm altına alınmıştır. Kanunen
kurulmuş izcilik ve sporculuk gibi dernek ve kulüp gibi kurum mensuplarının ve
öğrencilerinin usule uygun kıyafet giyebilmeleri ve simgeleri ile Türkiye’ye
girebilmeleri hükümetin iznine bağlanmıştır. Kanuna göre mabetlerin dışında
ruhani kisveyi yalnız her dinden bir kişi taşıyabilecekti. Kanunun kabulünden
sonra ortaya çıkacak tepkileri önlemek için Emniyet gerekli uyarıları yapmıştır.
Kisve Kanunu’nun hoca ve papazlara duyurulmasını, hoca ve papazların cami ve
kiliselerde gizli ve açık halkı tahrik etmelerinin önlenmesi ve uyanık olunması
istenmektedir.
Türkiye’de yaşayan Ermeni, Musevi ve Rumlar, din adamlarının kıyafetlerinin
düzenlenmesine ve Hükümetin bu konudaki uygulamalarına olumlu bakarlarken, iyi
dostluk ilişkilerinin kurulduğu bir dönemde özellikle Yunanistan’da basın konuya
sert tepki göstermiştir. Katoliklerin tepkisine karşılık Protestanlar daha
ılımlı karşılamıştır. Bu da Hıristiyanlıktaki mezheplerin dine ve kıyafete
bakışlarındaki farklılıktan kaynaklanıyor olsa gerektir.
Erkeklerin ve din adamlarının kıyafetlerinin düzenlenmesinden sonra
kadınların Batılı kadınlar gibi giyinmeleri ‘çağdaşlık’ göstergesi olarak kabul
edilmiştir. Bu dönemde kadın giyimine ilişkin herhangi bir yasal düzenleme
getirilmemişti. Ancak, fes ve sarığı yasaklayan Şapka Kanunu ve kadın erkek
eşitliğine ilişkin çıkarılan 1926 tarihli Medenî Kanun sonrası kadının peçe ve
çarşafı çıkarması ve çağdaş kıyafeti benimsemesi istenmiştir. Bu konuda yerel
yönetimler ve basın yoluyla kamuoyu oluşturulmaya çalışılmıştır. Trabzon,
Giresun, Sivas gibi illerle bazı ilçelerde peçe ve çarşaf giyilmesi
yasaklanmıştır.
Çarşaf ve peçe geri kalmışlığın sembolü olarak değerlendirilmiş, kadınların
fikren olduğu gibi şeklen de medenî olmaları gerektiği üzerinde durulmuştur.
Hukuk alanındaki eşitlikten sonra pek çok Avrupa ülkesinden önce Türkiye’de
kadın 1930’da belediye seçimlerine katılmış, 1934’te de milletvekili seçme ve
seçilme haklarını elde etmiştir. Siyasal hakların -seçimlerde oy kullanırken-
kullanılması sırasında yaşanacak bazı olay ve aksaklıklar düşünülerek peçe ve
çarşafın yasaklanması konusu gündeme gelmiştir. Çağdaş giyimin yerleşmesi için
kız teknik okulları açılmış, güzellik yarışmaları ve defileler
düzenlenmiştir.
İnsanın dış giyimi bir anlamda için dışa vurumu olarak kabul edildiğinden,
modern düşünmeyi ve yaşamayı sağlamanın yolu kıyafetin değişmesine bağlanmıştır.
Türklerde son asırda kıyafette yaşanan değişim, medenileşmenin simgesi olarak
kabul edilmişti. Yalnız bu değişimi sağlamak kolay bir iş değildi. Genelde bu
konudaki değişim sanki din değiştirmekle ve o topluma benzemekle eşdeğer
tutulmaktaydı. Zira toplumun dinî simge olarak kabul ettiği bir başlığı
değiştirmek oldukça önemliydi. Nitekim, tarih boyunca İslam toplumları ile
Hıristiyanların arasındaki önemli farklardan biri de kıyafetleriydi.
Ne var ki, insanlık var olduğu sürece kıyafet de zamana göre değişen, gelişen
ve farklılıklar gösteren canlı bir organizma gibi bütün dünyada gündemin bir
konusu olmayı sürdürecektir. Gelişmiş toplumlardan az gelişmiş toplumlara doğru
çeşitli vesilelerle yılın modası adı altında, hem tüketim ekonomisini körükleme,
hem de bu vesileyle kültür emperyalizmini bilinç altlarına yerleştirme
çalışmaları devam edecektir. Kıyafet konusu dünya var oldukça en büyük
topluluklardan en küçük topluluk olan çekirdek aileye kadar günün konuşmasını ve
tartışmasını kapsayıp gidecektir ve her dönemde olduğu gibi egemen ve üstün olan
bu alanda da öncülüğünü sürdürecektir…