27 Ağustos 2013 Salı

Anadolu'da İlk Türkler

        ANADOLU DA İLK TÜRKLER (ARAŞTIRMALAR)

Anadolu, jeopolitik konumu yönünden , tarihin her safhasında çok güçlü medeniyetlere sahip olmuş ve kültür varlığını her zaman hissettirmiş, dünya tarihinin anahtar bölgesidir.


Bugün, Anadolu’nun sırlarla örtülü kültür mirası, hayret edilecek bir zenginlikte ve el değmemişliktedir.


Birbirinden zengin uygarlık izlerinin bulunduğu Anadolu’nun her köşesi, gizlerle doludur.


Doğu Anadolu’nun da, Anadolu tarihinde önemli bir yeri vardır. Hemen hemen 20 nci yüzyılın ortalarına kadar Doğu Anadolu’daki tarih öncesi yerleşim bölgeleri  hakkında hiçbir bilgiye sahip değildik.


Geçtiğimiz yıllarda Doğu Anadolu’da keşfedilen sayısız kaya kabartmaları büyük heyecan yarattı. Bunlar,  bu bölgenin tarih öncesi  gelişimini birden bambaşka bir bakış açısıyla görmemizi sağladı.


Doğu Anadolu’da kaya kabartmaları esas olarak dört bölgede rastlanmıştır : Malatya- Adıyaman çevresi, Kars, Van ve yöresi, Hakkari Dağları...


Türk Tarih Kurumu üyesi Dr. Oktay Belli, İÖ. 15 000 – 7 000 arasına ait Van yöresi kaya  kabartmalarını gün ışığına çıkartmıştır. Hakkâri dağlarındaki Yedisalkım yöresinde, nehir yataklarının üstünde rastlanan mağaralarda tarih öncesine ait tanrı resimleri bulunmuştur.


Bu sanat eserlerini yaratan insanlar hakkında bugün kesin bilgilere sahibiz. Çünkü benzer kabartmalara Doğu Azerbaycan’da, Kohistan’da, Altay bölgesinde ve Sibirya’da rastlanmıştır. Bu kabartmaların ortaya çıkış sıklığı, bunların kesinlikle ilk Türkler dönemine ait olduğunu kanıtlamaktadır. Bu resimleri  yapan insanlar, en eski Türk göçebe ya da yarı göçebe aşiret topluluklarına bağlıydılar.


Gevaruk Ovası’nda(Hakkâri) ve Tirşin Yaylası’nda bulunan stilize kabartmalar için de aynı şey söylenebilir.


Gevaruh ve Tir-i-şin kabartmaları, Erzurum’daki Cunni Mağarası ve Ayzani’de ( Çavdarhisar – Kütahya ) bulunan Zeus Tapınağı’nın taşlarıyla büyük benzerlikler göstermesi açısından son derece önemlidir ; o yörenin eski Türk aşiretlerine ait olduğu anlaşılmaktadır.


Bütün bu buluntular, tarih öncesi  dönemde Doğu Anadolu ile Azerbaycan ve Sibirya bozkırlarının, ayrıca Türk boylarının anayurdu Altay yöresinin sanatsal ve kültürel  merkezleri arasında yakın bir ilişkinin varolduğunu göstermektedir. Tarih öncesi dönemden günümüze, Orta Asya’dan Anadolu’ya bütün gezginci, yarı göçebe ilk Türk ve Türk boyları arasında canlı bir ilişki süregelmiştir.


Buluntular, genel anlamda: kaya üstü ve mağara resimleri,yazı elemanlarını içeren kaya resimleri ( petroglifler), yazıya geçişi gösteren kaya resimleri ve nihayet yazıtlar  şeklindedir.


Bunlardan :
Van- Hakkari, Tir-i-şin Yaylası’ndaki buluntular İÖ. 15 000,
Gevaruh Vadisi’ndeki buluntular İÖ. 10- 8 000,
Hırkanis Suyu, Mazur Vadisi buluntuları İÖ. 8 000’e tarihlenmektedir.



Ünlü tarihçi  Kâzım Mirşan, Anadolu’nun tamamındaki bilinen buluntuların hemen hemen tamamını okumuş ve kayda almıştır.


ANADOLU KAYA RESİMLERİ VE YAZITLARI


Bazı batılı ülkeler,  Türkler’i  Anadolu’dan  kovmak, ya da en aşağı Anadolu’da Türkler’i etkisiz hale getirmek ve her şeyin üstünde Doğu Anadolu’da çıkarlarına en uygun yapay devletler oluşturmak için büyük  çaba içindedir.


Oysa, aksi tüm iddialara rağmen Anadolu, tarih boyunca bir Türk vatanıydı.


Anadolu’nun her yerinde, özellikle Doğu Anadolu’da bulunan kaya üstü ve mağara resimleri, yazı elemanlarını içeren kaya resimleri ( petroglifler), yazıya geçişi gösteren kaya resimleri ve nihayet yazıtlar  bu fikri doğrulamaktadır.


Araştırmacı- Tarihçi  Kâzım Mirşan’ın, okuyup kayda aldığı bazı buluntular şunlardır:


ÇİLGİRİ YAZITI:
Doğu Anadolu’da, Ön- Türk dil ve düşüncesi hakkında geniş bilgi veren, ilk Ön- Türk yazıtıdır. İlk ve en eski olması nedeniyle bütün Anadolu uygarlık tarihinin en eski yazıtı dememiz mümkündür.



45 santimetre çapında, mermer bir silindirdir. Ortasındaki haç ve kenarındaki çok sonraları kazınmış olan Ermenice yazı nedeniyle Ermeni Mezar Taşı sanılmıştır. Kâzım Mirşan, Ermenice yazıların sonradan kazınmış olduğunu belirlemiş, Ön- Türkler’e ait  damga ve yazıları çözmüştür.


İçeriği tam olarak anlaşılamadan, sadece üzerindeki yazılar sebebiyle Van Müzesi’nin bahçesinde açık havada tutulurken, önemi kavrandıktan sonra, kapalı alana alınmıştır.


TİR-İ-ŞİN YAZITI:Tir-i-şin Yaylası’nın 8 km. kuzey doğusundaki Tahtı Melik Zirvesi’nde ele geçen petroglif (yazı elemanı içeren  kaya resmi) , İÖ. 6 000’lere tarihlenmektedir.


Mirşan’ın açıklamasına göre, petroglifin içeriği, (Mukaddesata erişen, ölen kişinin GÖKTE ASILI KALMASI...), yani tekrar doğmak üzere cennette yer alması, demektir. Bu da, İÖ. 6 000’lerde, Ön- Türkler’in tek tanrı inancına sahip olduklarının ifadesidir.


BAŞET PETROGLİFİ:
3720 metre yükseklikteki Başet Dağı’nda bulunmuştur. İÖ. 4 000’lere tarihlenmektedir. Bu petroglifle, damgaların, satır, dizi halinde sıralandığı, düşüncenin düzen kavramına vardığı seçici olduğu bir döneme girilmiştir.



Kâzım Mirşan, petroglifin içeriğini şöyle açıklamaktadır : ( Kutsal majestelerinin günahsız ruhlarının toplandığı yere uçuşu)


Burada, ruhların toplandığı yer, ileriki yıllarda, cennet kavramına dönüşmüştür.


CUNNİ MAĞARASI YAZITLARI:Erzurum -Karayazı İlçesi Salyamaç Köyü yakınlarındadır.
Mağara duvarlarına işlenmiş olan yazılar, Ön- Türkler’in Doğu Anadolu yaylasından Anadolu içlerine doğru ilerlemiş olduklarını göstermektedir. Bu mağara yazıtlarını Prof. Dr. Hâmit Zübeyir Koşay bulmuş, yazıtların tamamını Kâzım Mirşan okumuştur.



Mirşan’a göre, İÖ. 3 000’lere tarihlenen Cunni Mağarası, bir ATEŞ EVİ’dir.
Yazıtlardan  Cunni Mağarası’nda Kral ISUB-ÖG’ün gömülü olduğu anlaşılmaktadır. Tabii, gömülü olan kralın külleridir.
Yine Mirşan’a göre, buradaki bazı yazıtlar, hiyerogliften önce  hiç sözü edilmeyen Mısır yazısına aittir. Ve bu yazı, Orta Asya’dan Mısır’a gitmiş olan Ön- Türkler’e ait  damgalardan oluşmaktadır.



TRABZON YAZITLARI:
Kâzım Mirşan, Trabzon’daki bir mağarada bulduğu Ön- Türkler’e ait bir yazıdan, kentin eski adının OY-ONUL olduğunu, bu ismin (Başarı inancı) anlamına geldiğini  ileri sürmektedir.



Mirşan, aynı yerde bulunan  ikinci bir yazıyı da UW-ON ONULUS UQUS olarak okumuştur. Ona göre bu yazının anlamı da, ( Tanrıyla özdeşleşme) demektir. 


TAŞLARDAKİ  TARİH Türk tarihi ile ilgili ulusal basında çıkan üç haber...


Esasen  konu bilinmeyen bir şey değil ama, yine de (Kâzım Mirşan’ın söylediklerini  hatırlayarak) okumakta yarar var. 


19 Haziran 2001, Milliyet :
“ Malazgirt Efsanesi Yıkılıyor



Tarih kitapları, Türkler’in Anadolu’ya 1071’de Malazgirt savaşıyla girdiğini yazar. Yeni kurulan Meclis Ahlat Komisyonu Başkanı’na göre ise Türkler, İÖ. 650’lede Ahlat’ta dünyanın en büyük kentlerinden birini kurmuş.


Komisyon başkanı MHP Bitlis Milletvekili İbrahim Halil Oral’ın, “ Ahlat da nereden çıktı?” sorusuna yanıtı ise Türkler’in Anadolu’ya giriş efsanesini yıkacak cinsten...


“ Ahlat’ın geçmişi İÖ. 650 yıllarına kadar dayanıyor. Türkler’in Anadolu’ya girişini Malazgirt olarak biliyoruz. Ama bundan yüzyıllar önce Anadolu’ya ilk gelen Türkler, Ahlat’a yerleşmiş ve dünyanın ilk büyük kentlerinden birini kurmuş.


30 000 metrekare alanda, 5 metre yüksekliğindeki mezar taşlarında, Kayı dahil Türk boylarına ait tarihi kayıtlar var.”


7 Eylül 2002, Akşam :
“ Ana Vatanımız Anadolu Çıktı  



Hakkari’de bulunan 3200 yıllık mezar taşları ana vatanımızın  Anadolu olduğunu gösterdi.


Hakkari’de yapılan bir kazıda bulunan mezar taşları, Türkler’in ana vatanının “ Orta Asya değil, Anadolu olduğunu” ortaya çıkardı.


Prof. Dr. Veli Sevin önderliğinde yapılan kazıda, İÖ. 1200 yıllarına ait BALBAL adı verilen Türkler’in kullandığı mezar taşları bulundu.


Böylece, Türkler’in Orta Asya’dan dünyaya yayılışı inancı  da büyük darbe yedi. Tarih kitaplarında Türkler’in Anadolu’ya geliş tarihi olarak 1071 yılında yapılan Malazgirt Savaşı gösteriliyordu.


Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Türkler’in İÖ. 1200’lü yıllarda bu bölgede yaşadıklarını kanıtlayan mezar taşlarını Prof. Dr. Veli Sevin’in önderliğindeki kazıda bulunduğu bilgisini verdi.


Prof. Dr. Halaçoğlu, şunları söyledi :
“...Balballar, üzerinde Türk motifleri bulunan , Orta Asya Türk dünyasında sıkça rastlanan Göktürk öncesine ait mezar taşlarıdır.
Anadolu’da ilk defa bu tür bir figüre rastlandı.
Arkadaşlarımız Orta Asya’ya giderek Hakkari’de çıkan balbalların oradakilerle karşılaştırmasını yaptılar.  Bunlar tamamen Türk figürlü mezar taşları...
Buluntular, Türkler’in İÖ. 1200’lerde Hakkari’de yaşadıklarını  kanıtlıyor, bunun ikinci bir izah yolu yoktur. “



10 Ekim 2002, Hürriyet :
“ Arkeolojik Kazılar



18 Mart  Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin araştırması çok önemli bir gerçeği ortaya çıkardı.; Türkler, Anadolu’ya İÖ. 2 000 yılında geldiler.


Hakkari’de yapılan arkeolojik kazılarda bu konu ispatlandı. Bulunan 13 kabartma ve aile mezarı, yirmi milyon satışlı National Geographic dergisinin Ekim sayısına da konu oldu.


Başta Ermeniler olmak üzere bazı etnik kimliklerin tekelinde olduğu iddia edilen  Güneydoğu’nun öz Türk anayurtlarından biri olduğu böylece ispatlandı.
Türkler’in Anadolu’ya 1071’de değil de, 3200 yıl önce geldiğinin belgelenmesi, dünya gündemine de oturdu.”


Sultan Alparslandan bir kaç asır önce geldi denilen Türklerin, Anadoluya çok uzun yıllar önce geldiği ortaya çıktı..
                                                                 
Türklerin Anadolu’daki 3 bin 200 yıl önceki izleri bulundu
Kuzey Doğu Anadolu’da insan at ve köpeğin yanyana gömüldüğü binlerce yıllık bir mezarın ortaya çıkarılması Orta Asya ile Anadolu’nun bağlarının bilinenden de daha eski geçmişe dayandığını gösterdi. Doç. Alpaslan Ceylan, bulunan mezarın Anadolu tarihi açısından çok önemli olduğunu söyledi.
3200 yıllık bağ!..Kuzey Doğu Anadolu’da insan at ve köpeğin yanyana gömüldüğü 3200 yıllık bir mezarın bulunması Orta Asya ile Anadolu bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığını gösterdi
Anadolu’da ilk kez, insan, at ve köpeğin yan yana gömüldüğü bir mezar ortaya çıkarıldı. Kuzey Doğu Anadolu’da bulunan mezarın Anadolu ile Orta Asya’nın bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığının en önemli bulgularından biri olduğuna dikkat çekildi. Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Alpaslan Ceylan, “Türk Dünyası Yüzey Araştırmaları Projesi” kapsamında sürdürülen çalışmalar kapsamında Kuzey Doğu Anadolu’da ortaya çıkarılan insan, at ve köpeğin yer aldığı mezarın ilk belirlemelere göre MÖ 2-1 binli yıllara ait olduğunu anlattı. Mezarın kesin tarihini belirlemek için çalışmaların sürdüğünü kaydeden Doç. Dr. Ceylan, proje ekibinde yer alan antropologların da konuyla ilgili çalışmalarını sürdürdüklerini belirterek, “Bu mezar Anadolu tarihi açısından çok önemli” diye konuştu.Kurgan geleneğiİnsan, at ve köpeğin aynı mezarda yer almasının Orta Asya geleneği olduğunu kaydeden Ceylan, bu tür mezarların Orta Asya ve Kırım bölgesinde çok sayıda bulunduğunu ifade etti.
Ceylan, “Anadolu’da bu tip bir mezar ilk defa ortaya çıkarıldı. Kaçak kazı yapanlar tarafından talan edilmeye çalışılan tarihi mezarlıklar arasında tespit ettiğimiz mezar, Orta Asya ile Anadolu’nun bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığını gösteriyor. Bu mezar Türk kurgan geleneğini ile örtüşmekte” dedi.


Araştırmacı yazar Tarcan, Türklerin Anadolu’daki varlığının aslında 15 bin yıla dayandığını ve Türklerin Anadolu’ya giriş tarihi olarak bilinen “1071” yılının Avrupalıların dayatması olduğunu söyledi. Programda İzmir Barosu Başkanı Avukat Nevzat Erdemir de önemli açıklamalar yaptı. Haluk Tarcan’ın yaptığı açıklamalar ve gösterdiği belgelere göre Dünya tarihi Türklerle başlıyor ve Türk kültürü tüm dünya kültürlerinin temelini oluşturuyor. Buna göre; yazıyı Sümerlerden, hukuku Romalılardan binlerce yıl önce kullanıyorduk.

‘Kürt’ Öztürkçedir
Haluk Tarcan Amerikalıların Van’ın Muratlı Kasabası’nda yaptıkları gen araştırmasını gündeme getirdi. “Amerikalılar Van’da insanlardan DNA örneği alıp bir araştırma yaptı. Amaçları Etrüsklerin Türk olmadığını dolayısıyla da Kürtlerin de Türk olmadığını ispatlamaktı. Sonuçta yüzde 97 uyum bulundu ve bu şekilde Kürtlerin de Türk kökeninden geldiği ortaya çıktı. Ayrıca, Kürt ’yönetim müsaadesi’ anlamına gelen Öztürkçe bir sözcüktür” dedi. “Batı bile Türklerin büyük bir tarihi geçmişe sahip olduğunu biliyor” diye konuşan Tarcan, Orta Asya insanı M.Ö. 80 binlerde insanüstü bir varlığın olduğunu kabul etmiştir. Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Varlık yokluk meseleleri üzerine düşünmeye başlamışlar. Bu şekilde felsefenin temellerini atmışlardır. Bizim süper entelektüellerimiz buna nasıl karşı çıkacak? diye sordu.

İlk tarihçi Bilge Atung
Tarcan’ın açıklamalarına göre, dünyanın ilk tarihçisi Bilge Atung Ukuk adlı bir Öntürk kumandanıdır. Tarcan, “Heredot’tan 87 yıl önceki M.Ö. 572-535 yılları arasında yaşamış olan ordu kumandanı ilk tarihçidir. Bizim ön atamızdır” dedi. Programda Alevilerin Öntürk kültürünü günümüze taşıyıp taşımadığı sorusu da soruldu. Tarcan, Alevi mezarlarında bulunan Öntürkçe damgaların bu tezi güçlendirdiğini ifade etti. Mısır hiyerogliflerinin doğru okunduğunu düşünmüyorum diyen Tarcan hiyerogliflerin okunan kısmında Öntürklerin varlığının görüldüğünü belirtti. Tarcan, arkeolojik eserlerin değerlendirilmesinde gördüğü yanlış uygulamayı da örnekleriyle anlattı.

1071 tarihi Batı’nın icadı
Haluk Tarcan, Anadolu’ya M.Ö. 13 bin yılında geldiğimizin bölgede bulunan mağara yazılarıyla ortaya çıktığını söyledi. Tarcan “atalarımız 13 bin yılında geldiğine göre demek ki buzullar nedeniyle göç ettiler. 1071 tarihi Batı tarafından Anadolu’daki Türk varlığını yok etmek için icat edilmiştir. En son geliş tarihimizi ilk geliş gibi göstermişlerdir” dedi. “Anadolu’ya göçebe değil göçmen olarak geldik. Geldiğimizde yazıya ve bir kültüre zaten sahiptik” diyen Araştırmacı-Yazar Tarcan, Türklerin Anadolu’ya ve oradan da Avrupa’ya yaydığı kültürünü şu şekilde anlattı: “Sümerler yazıyı 5 bin yılında buldu biz 12 binlerde yazı elemanı içeren figürlere sahiptik. İlk okul ve üniversite bu nedenle Öntürklerde görüldü. Anadolu’ya ışık getirdik. Türkler, Batıya demokrasiyi, seçimi götürdüler.

Pontus çarpıtması
Tarcan, Pontus Rumlarının Trabzon’a M.Ö 700-800 yıllarında yerleştiğini ancak Türklerin M.Ö. 2000 de orada olduğunu söyledi. Araştırmacı Tarcan, bu bölgede yapılan araştırmalarda bu gerçek bilinmeden değerlendirme yapıldığı için bulunan eserlerin Türk kültürüne göre değil Hıristiyan kültürüne göre yorumlandığını ifade etti. Haluk Tarcan, “İstanbul, Konstantin’in değil Türklerin şehridir; Pekin ve Moskova’yı da Türkler kurdu” dedi.

4 Ağustos 2013 Pazar

Balkanlarda Türklerin ilk göçleri ve gelişimi

                        Balkanlarda Türkler ve kronolojisi

Balkanlarda Osmanlı mirasını aramak anlamsız bir şeydir. Çünkü bizzat Balkanlar Osmanlı mirasıdır. “Bu bölgeye bu ismi veren Türkler değil, Avrupalı coğrafyacılardır. Osmanlıya göre bu bölgenin umumi ismi Rumeli’dir. Balkan bölgesi, etnik linguistik bakımından dünyanın en karmaşık bölgelerinin başında gelmektedir. Tarihin hemen her döneminde yoğun çatışmalara neden olmuş bu bölge, bugün de yaşanmış, yaşanmakta olan ve gelecekte yaşanacak çatışmalarla, dünya kamuoyunun tüm dikkatlerini üzerine toplamıştır. “Başka bir anlatımla, tarihi ve edebi imgelerde Balkanlar ürkütücü, ama pek tanımlanmamış bir bölge gibi gözüküyor. Balkanlar dünyanın dört büyük medeniyetinin örtüştüğü, dinamik, bazen patlayıcı, çok katmanlı yerel bir uygarlık yarattığı bir sınır bölgesidir. Eski Yunan ve Roma, Bizans, Osmanlı Türkiye’si ve Katolik Avrupa kültürleri burada buluştu, çatıştı, bazen kaynaştı; burası hiçbir kültürün tek başına egemen olamadığı bir topraktır.” “Balkanlar ve Türklük” birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Çünkü Balkan coğrafyasına ilk yerleşenler, Türklerdir. Diğer bir anlatımla, Avrupa’ya ve Balkanlara gelen ilk Türkler, Hunlardır. “Hunlar” V. asrın ilk yılarından itibaren Balkanlara girdiler. Hun Hakanı, Atilla, Balkanların büyük kısmını ele geçirdi ve taht şehri, bugünkü Macaristan’da idi. VI. asırda Avar Türkleri de Balkanların kuzeyini hâkimiyetlerine aldılar. Atilla’nın bir suikast neticesinde ölmesi ve oğullarının başarısız olması neticesinde imparatorluk yıkıldı. Hunlar, 1000 yıllık “Gök Tanrı” dinini bırakarak “Katolik” oldular. Yavaş yavaş Türkçeyi unutarak bir Fin dili olan Macarcayı konuşmaya başladılar.
Hun Türklerinden sonra, Avrupa’ya gelen ikinci Türk kavmi “Avarlar” olmuştur. Avarlar, Balkanlarda M.S. 558–835 yılları arasında devlet hayatı sürdüler. Hatta 626 yılında Bizans’ı muhasara ettiler alamadılar, bu tarihten ancak 837 yıl sonra Fatih Sultan Mehmet (1453) fethedecektir. 796 yılından itibaren Hıristiyanlığı kabul eden Avarlar, bilahare Avrupa ve Bizans’ında etkisi ile Slavlaşarak tarih sahnesinden çekildiler.
VII. asırda başka bir Türk kavmi, “Bulgarlar”, Tuna güneyine inerek yurt tuttular. Balkanlardaki Bizans hâkimiyetini geniş ölçüde hırpaladılar. Sonunda Slavlaştılar… Sonra, Balkanlara, Karadeniz’in Kuzeyinden, “Peçenekler, Oğuzlar, Kumanlar, Kıpçaklar” geldi… Bu Türk kavimleri, yarımadayı yıldırım gibi istila ettiler. Pek çok kültür unsuru bırakarak eriyip gittiler. Balkanlardaki sayısız ailenin Türk asıllı olduğu, soyadlarından bugün de anlaşılır… Türkçe binlerce coğrafya ismi, bugünde de Balkanlar’a hâkimdir… Balkan milletleri musikilerini, Türk musikisinden almışlardır… Balkan dilleri, Türkçe kelimelerle doludur. Balkan kavimlerinin kıllık kıyafetinde, yiyip içmelerinde, zevk ve adetlerinde Türk tesirleri hala silinememiştir. Daha geniş bir anlatımla, Rumeliler, çeşitli Türk kavimleri Kuzey Karadeniz steplerinden gelip daha VI. yüzyıl’dan başlayarak Balkan yarım adasına yerleşmişlerdir. Fakat Bizans’ın dini baskısı ve daha önce yerleşik hayata geçmiş olan Slavlarla karışmaları sonucu ortadan kaybolmuşlardır. VII. y.y.’da gelenler askeri egemen sınıf olarak Kuzey-Doğu Balkanlar da güçlü devletler kurmuşlardır. Bunların arasında Türk boyu olan Kutrigurların kurmuş olduğu Bulgar hanlığı önemlidir. Bulgar hanları, IX-XI. y.y.’da (1018’e kadar) Balkanlarda Bizans İmparatorluğunun yerini almışlardır.
Kaynaklar daha IX. yüzyıl sonlarında, Theophilactus zamanında 14 bin kişilik bir Türk topluluğunun “Vardar ve Struma” arasında yerleştirildiğini yazar. Eski “Hun-Bulgar” geleneğini devam ettiren ve çoğunlukta XI. yüzyılda toplanan kuzeyden gelen Türk akınları, Dobruca-Deliorman üzerinden nihayet en fazla Trakya’yı etkiliyordu; ama “Peçenek, Oğuz ve Kıpçak” birlikleri kimi zaman daha küçük ölçekte Makedonya’ya kadar da ulaşıyordu. Mesela, Oğuzlar, Kumanlardan kaçarak Balkanlara girdiklerinde yaptıkları saldırılardan Makedonya da nasibini almıştır. Benzer bir şekilde, güçlerinin büyük bir bölümü Kuman-Bizans ittifakı tarafından 1091 yılında yok edilen Peçenekler, son bir kez ayağa kalktıklarında Balkanlara ulaşabildikleri tüm Bizans arazisini yağmalamışlar, Trakya ve Makedonya’yı da çiğnemişlerdir. Ancak, Peçenekler 1122 yılında tattıkları acı yenilginin ardından artık Bizans için sorun olmaktan çıkmışlardır. Peçeneklere yenilip Bizans’a sığınan Oğuzların bir kısmının Yukarı Vardar vadisine yerleştirildiği biliniyor. Oğuzlardan kurulu 15 bin kişilik bir birlik, Bizans ordusu saflarından 1071’de Malazgirt’e gitmiş, aileleri Makedonya’da olduğu halde, buradaki büyük savaşta soydaşları olan Selçukluların tarafına geçmişlerdir. Bunlar daha önce Hıristiyanlığı kabul etmekle birlikte, bu kişilerin Osmanlı zamanında Müslüman oldukları anlaşılıyor; çünkü onların yerleştiği Vardar ovası, Balkanlarda Türklüğün en fazla tutunduğu yerlerden biridir. İyi bilenen bir diğer iskân ise, Moğollardan kaçan Kumanların bir kısmının Ioannes Vatatzas (1222–1254) zamanında Makedonya’nın kuzeyine yerleştirilmesidir. Üsküp’ün kuzeyinde bulunan Makedonya’nın en önemli kentlerinden Kumanovo’nun ismi bunlardan gelmektedir. Daha sonra Kuman Türkleri, 1389 I. Kosova Meydan Muharebesinde Osmanlı Türklerine her yönden öncülük, artçılık ve keşif kollarında en faal yardımcılık görevlerini seve seve ifa ettiklerinden dolayı yardımcı anlamına gelen poma/pomag “pomag” ve ya Pomak sıfatı verilmiştir. Rodop’lardaki bazı Kuman Türklerine Pomak (yardımcı), Pirin ve Vardar Makedonya’dakilere ise Torbeş ve Goran (Dağlı), Filibe, Stanimaka çevresindekilere de Şop (yardımcı) isimler verildi. Makedonya’ya kuzeyden gelen Türklerin yerleşimi daha sonra da sürmüş, daha I. Murad zamanından itibaren buraya Tatarlar gelip yerleşmişlerdir. Buradan iki sonuç çıkartmak mümkündür: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğundan önce Balkanlara gelen Türklerin, Hıristiyan olduktan sonra yerli halka karışıp ortadan kalktıkları hakkındaki yaygın ve basit savlar, sağlam temele oturmamaktadır. Bunlar büyük ölçüde varlıklarını korumuş, kısa bir süre sonra gelen Osmanlılar sayesinde de yeniden ve güçlü bir şekilde öz milli kimliklerine dönmüşlerdir.
Diğer sonuç ise, Balkanlardaki Türk varlığını sırf Anadolu’dan giden ”Yörük göçü” ile açıklamak mümkün değildir. Geçtiğimiz yüzyılda Bulgaristan ve Makedonya nüfusunun yarısına yakın Türk’tü. Anadolu’daki Türk oranı da çok farklı değildi. Balkanlar, ancak kuzeyden gelenler sayesinde Anadolu’ya yakın bir Türklük oranına kavuşmuşlardır.
İşte, Osmanlıların Rumeli dediği Balkanlar, uzun yıllar Müslüman Türklerin hâkimiyeti altında kalmıştır. Osmanlı Devleti, Rumeli’de ilk fütuhata başladığı andan itibaren ele geçirdiği şehir ve köylerde “sistemli bir iskân politikası” takip etmiştir. Bu hâkimiyet yıllarında, Türk ailelerinin hepsi, istinasız Anadolu’dan rastgele değil, seçilerek Balkanlara getirilmiştir. Müslüman Türk aileleri, fethedilen yerlere yerleştirildikten sonra, devletin alakası kalmamış. Sultan I. Murad müteakiben Yıldırım Beyazıt döneminde de Rumeli’nin Türkleşmesi amacıyla daha büyük ölçüde Türkmen ve Yörük unsurunun nakledildiği bilinmektedir. Bu nakil sırasında, devlet tarafından kendilerine zengin topraklar verilerek, bütün akrabalarıyla göçecek olanlara yurtluk, toprak, tımar gibi imtiyazlar tanınmak suretiyle muhaceret teşvik edilmiştir. “Hunlar, Kumanlar, Oğuzlar, Avarlar, Peçenekler ve Bulgarlar” Balkanlara Osmanlıdan önce göç etmiş Türk kavimleridir. 1360’lardan sonra ise, Osmanlı yönetimindeki Türkler bu bölgeye yerleşmeye başlamışlardır. Derebeyleri tarafından sömürülen ve zulmedilen köylü ve şehirli halk nefes alabilmek ve insanca yaşayabilmek için Osmanlının gelmesini dört gözle beklemiştir. “Balkan’lardaki Osmanlı fetihleri’nin” niye bu kadar kolay olduğunu açıklamak güç değildir. Osmanlı istilası, bir yağın bağımsız kral,  despot ve ufak beyin kendi yerel çekişmelerinin çözümü için dış yardım aramakta tereddüt göstermediği, politik bir parçalanma dönemine denk düşüyordu. Balkanlarda hüküm süren bu çözülüş içinde yalnız Osmanlılar tutarlı bir politika izliyorlardı. Bunun uygulanabilmesi için gerekli askeri güç ve merkezi yetki de yalnız onlarda vardı. Avrupa’nın ilk daimi ordusu yeniçeriler, Osmanlılara büyük bir üstünlük sağlıyordu ve doğrudan doğruya sulatanın buyruğu altında idi.
İlk dönem boyunca, Osmanlıların karşısına önemli bir devlet, ne Balkanlar’da ne de Anadolu’dan çıkmıştır. Bu dönemde Balkanlarda hükümetin adına vergi toplayan tahsildarlar, halka eziyet ediyor ve haksız davranıyordu. Attika ve Mora’da dayanılmaz hale gelen Katolik Latinlerin zulmü sonucu, buraların halkı ve idarecileri birçok kez Osmanlıları yardıma çağırmışlardır. Mora despotu I. Teodora bile Latinlere karşı Osmanlılardan yardım istemişti. Daha sonraki tarihlerde Mora ve Attika bu çağrılar sonucu fethedilmiş ve Rum halkı Türkleri kurtarıcı olarak karşılamıştır. Aynı şekilde Arnavutlarda yerli beylerin ve Venediklilerin zulmüne karşı Türklerin ülkelerine gelmelerine, kurtuluşları gözüyle bakmışlardır. I. Murat’ın 1383 tarihinde Kara Timurtaş Paşayı Arnavutluk seferine göndermesi Arnavut beylerinin Osmanlılara yaklaşmalarından kaynaklanmaktadır. Daha sonraki yıllarda bilindiği gibi Arnavutlar büyük kütleler halinde Müslümanlığı kabul ederek, Balkanlarda Türklerden sonra gelen ikinci en büyük Müslüman kitleyi oluşturmuşlardır. O tarihlerde Bosna ve Kuzey Makedonya’da yaşayan Bogomiller’de (Ortaçağda ortaya çıkan yeni bir Hristiyan mezhebidir) kısa zamanda Türk idaresini kabul etmekle kalmamışlar, toptan İslam dinine girerek bugünkü Bosna ve Kuzey Makedonya’da (Goralılar) yaşayan Müslümanları meydana getirmişlerdir.
“Rumeli Fatihi” denen ve mezarı Gelibolu’da bulunan Osmanoğlu “Orhan Gazi’nin” büyük oğlu ve Birinci Murad’ın ağabeyi Veliahd-Şehzade Gazi Süleyman Paşa, 1353’te Gelibolu yarımadasına fetih maksadı ile geçerek Avrupa’ya ayakbastı. Balkanların gerçek fatihi, “Gazi Süleyman Paşa’nın” ölümü üzerine veliahd ve az sonra babası Orhan Gazi’nin ölümü ile Padişah olan (1362) “Birinci Sultan Murad Handır” ki, Süleyman Paşa’nın kardeşidir. Temmuz 1362’de tahta geçer geçmez, Edirne’yi, Filibe ve Zağrayı almış, Meriç vadisine hâkim olmuştur. 1389’da birinci Kosova muharebesinde şehit düştüğünde, Osmanlı yönetimi, Tuna’ya, Tuna deltasına, Adriyatik denizine, Afrika yarımadasına dayanmış bulunuyordu. Oğlu Yıldırım Beyazid (1389–1402), Balkanlardaki Türk hâkimiyetini kesinleştirdi. Bundan sonra, Hıristiyan Avrupa, Osmanlıya karşı savunabilme amacıyla birleşik Haçlı kuvvetlerini oluşturdu. İki buçuk asır (1400–1683) Avrupa, Osmanlıya karşı savunma harbi yaptı. 1683 Viyana kuşatmasına kadar… Sultan Murat Hüdavengidar zamanında başlamak üzere, bütün Türk Devleti padişahlık döneminde, Rumeli’yi Balkanlar’ı ve Avrupa’yı Türkleştirmek için soyunda ve sopunda hiçbir karışım olmayan Türk ailelerinden oluşan özel güçleri buralara göndermişlerdir.  Bu göçlerin büyük çoğunluğu Oğuz Türkleri, “Müslüman Oğuzların Yörük Türkmen boylarından” gönderilen aileler teşkil ermektedir. Müslüman Oğuzların, Tanrıdağı ve Karagöz Yörüklerinden olup, Konya ve Aydın yöresine yerleşmiş bulunan isimler, teker teker yazılı bulunmaktadır. Buradaki, 950 tarih ve 82 numaralı l yazıcı defteri ile 1051 tarih ve 469 numaralı il yazıcı defterinde Anadolu’dan Rumeli’ye geçen Türk boy ve ailelerinin isimleri açıkça yazılı bulunmaktadır. Bunların Müslüman Oğuz Türk’ü Yörük Türkmen boylarından oluşan ailelerinin kimler olduğunu kayıtlarda belirtilmektedir. Aynı zamanda unutulmaması ve dikkate alınması gereken şey de, bu kayıtlarda, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün atalarının da, Anadolu’dan Konya ve Aydın yöresinden geldiği yazılmaktadır.
Sonuç olarak, tüm bu yazdıklarımıza bir genelleme ya da değerlendirme yapmamız gerekirse, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz:  “Bizler öz ve öz Anadolu’nun fakir coğrafyasından, Konya bölgesinden, Balkanlar’ın verimli topraklarına göç eden ya da göç ettirilen ailelerin, Türkmenlerin/Yörüklerin torunlarıyız!” Mesela, Yrd. Doç. Dr. Erhan Afyoncu bir televizyon programında “Balkan Türkleri, Anadolu’dan gelmiş Türklerdir” diyerek, buradan da sadece “Konya Karaman” bölgesi ya da bugünkü Karaman toprakları anlaşılmaması gerektiğinin altını çizmiştir. Çünkü Konya o dönemde sancak/eyalet olduğundan dolayı, büyük bir coğrafi alanı, Kayseri, Niğde ve Antalya’yı bile kapsıyordu. Balkanlara bugünkü Batı Anadolu’dan ve Marmara’dan çok Türk göç etmiştir.  Diğer yandan, “Türkmen ve Yörük” aynı anlama geliyor ve “Türk” demektir. Batı’da yerleşen ya da göç edenlere “Yörük” denmiş, Asya’da kalanlara ise “Türkmen” söylenmiştir. Göç iki şekilde olmuştur. Birincisi, göç etmek isteyenleri seçerek, sadece iyi aileleri toplu bir şekilde o verimli topraklara göç etmelerini sağlamak için onlara toprak vermişlerdir. İkincisi ise, sorun çıkaran ya da çıkarabilecek aileleri ufak gruplara bölerek farklı farklı yerlere yerleştirmişlerdir. Balkanlara o dönemlerde ne kadar göç gerçekleştiğini öğrenebilmek için, ancak 1431 yılına ait en eski Vergi defterini inceleyip anlayabiliriz. Bunun daha öncesi ise imkânsız! Zira ilk 1431 yılı Vergi defterinde bile sadece vergi veren şahısın ismini bulabiliriz, tüm sülalenin değil! Batı’daki gibi değildir. Kilise tüm yeni doğan çocukların ismini kayıda alır. Osmanlı arşivinde bir sülalede sadece vergi alınan kişinin ismi kayıt altına alınmıştır. Tanzimat’tan (1839) sonra bile sadece erkeğin, vergi verenin ve askere gidenin ismi vardır. Eğer bizler bugün 1800 yıllarına kadar geriye gidebiliyorsak, kendimizi çok şanslı görmemiz gerekir. Çünkü insanlar üç nesil ötesine bile gidemiyorlar. (Türkiye’de ilk kez soyağacı nüfus idaresi 1944 yılında kuruldu.)
Aynı zamanda yer isimlerine de bakarak anlayabiliriz. Mesela 1455 yılı Vergi defteri Üsküp’e göç edenlerden söz ediyor ama defterde ne kadar göçün ve kimlerin göç ettiği konusunda bilgiler yoktur. Nereden, nereye ve ne kadar göçün gerçekleştiğini ispatlamak çok zordur, hatta imkânsızdır. Çünkü bu konuda bilgiler yoktur. Bizim en büyük kanıtımız Balkanlar’daki günümüzde bile varlığını sürdüren Türk isimli yerlerdir. Çünkü Anadolu’dan göç edenler, Balkanlara göç ettikleri yerlere, geldikleri yerlerin isimlerini (Kuman-ova ve Vardar gibi..) vermişlerdir.
Diğer yandan unutmamamız gereken şey de, “Osmanlı İmparatorluğunun bir Balkan İmparatorluğu olduğudur.” Evet, yanlış okumadınız, Osmanlı bir Balkan imparatorluğuydu. Çünkü Makedonya 1371 yılında feth edildi, oysa Trabzon ancak 1461 yılında feth edilecektir. 1387 yılında Selanik, 1389 yılında Kosova feth edildi, oysa Erzurum ancak 1518 yılında feth edilecektir. Demek ki Balkanlar’ın feth edilmesi ve Türkleşmesi Anadolu’dan çok önceki tarihlerden olmuştur. Osmanlılar her zaman yüzünü Balkanlara doğru çevirdi. Osmanlı için Rumeli’nin ya da Balkanların hayati önemi vardı. Osmanlı Balkanlarda doğdu, büyüdü gelişti ve bir dünya İmparatorluğu haline geldi ve Balkanlarda da yıkıldı. Balkan milletlerinin Osmanlı idaresinin altından bir bir çıkması sonucunda Osmanlının sonuna doğru giden yolun sonuna gelindi ve koca 600 yıllık çınar imparatorluğu can çekişme haline gelerek tarihe karıştı… Bizler de öksüz çocuklar gibi kaldık, Osmanlının dağılmasıyla hem annemizi hem babamızı da birlikte kaybetmiş olduk ve her iki yerin (Makedonya ve Türkiye’nin) yabancısı olduk. Çünkü Osmanlıdan sonra yerli halk (Yunanlılar, Makedonlar, Sırplar, Bulgarlar ve Arnavutlar) boş durmamış, Rumeli Türklerinin dilini, dinini, kültürünü, değiştirmeye yönelik çaba göstermişlerdir ve şivemizi hatta lehçemizi bile değiştirmişlerdir. Bu yüzden, Balkanların yedi göbek Müslüman Türk ailelerini Anadolu kendinden saymaz olmuştur. Örnek olarak son günlerde yaşanan tartışmaları gösterebiliriz. Hatta bu tartışmayı, “Anadolu-Rumeli” ayrışmasına kadar götürdüler.
Oysa Rumeli denilince, kendiside bir Rumelili olan M. Kemal Atatürk: “Muhacirler kaybedilmiş toprakların aziz hatıralarıdır, onlar Evladı fatihandır” diyor. Bana göre, “Rumeli ve Anadolu” İstanbul boğazında yer alan iki “Hisar” gibidir, karşı karışa duran fakat birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Makedonya’da Türk olduğumuz için; Türkiye’de ise Türklüğümüz tartışıldığı için, hep bir şamar oğlanı olduk!  Allaha şükürler olsun ki, son yıllarda Türkiye’nin Balkan Türklerine yönelik ilgi ve alakası artmış durumdadır. Sadece, “Müslüman’ım, Milliyetçiyim, Türk Dünyası ve Türklerle yakından ilgilenirim” demekle bu işler olmuyor! Unutmayın, Türkiye’de bu sözleri söyleyenlerin bir kısmı, Makedonya’da Türklerin yaşadığını ancak Elveda Rumeli dizisi ile birlikte öğrenmiş oldular. Beni en çok üzen, kökeni Balkanlara dayanan hemşerilerimizin bize, daha doğrusu kendi kendilerine Tarihi gerçeklerden uzak sarf ettikleri sözlerdir, umarım  “Balkan Türklüğü” yazım ile “Balkan Türklüğüne” bir nebze de olsa katkıda bulunmuşumdur.
Mesela, Murat Bardakçı, soyağacı için “Vakit harcamayın, çıkartamazsınız” söyleyerek nedenlerini şu cümlelerle açıklıyor: “…Soyağacını çıkartmaya boş yere uğraşmayın, bulamazsınız!” Eğer zengin ve faaliyetini hâlâ devam ettiren vakıfların sahibi olan bir aileye mensup değilseniz, şansınız varsa sadece dört, haydi bilemediniz beş nesil öncesine kadar gider ama orada kalırsınız. Sebep, Osmanlı Türkiye’sinde bugünkü şekilde bir nüfus kayıt sisteminin bulunmamasıdır ve bu iş bütün doğu dünyasında böyledir. Nüfus sayımları bizde gerçi 16. asırdan itibaren yapılmıştı ama sayımdan maksat imparatorlukta kaç kişinin yaşadığının değil, askerlik yapıp vergi verebilecek olan nüfusun belirlenmesiydi. Sayımlar isim yerine adet temelinde olur, meselâ herhangi bir köyde sakinlerin isimleri kaydedilmez, aile reisinin adının ve erkek nüfusun adedinin yazılmasıyla yetinilir, kadınlar zaten sayılmazlardı.
Türkiye’de, kayıtları asırlar boyunca itina ile tutulmuş olan tek bir aile vardır: Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu olan Osmanoğlu ailesi… Yeni doğmuş bir çocuğun kilisede vaftiz edilmesi Hıristiyanlığın şartıdır. Kıt’a Avrupa’sında ve Amerika’da vaftizler mutlaka kayda geçirilir ve gayet iyi muhafaza edilen bu kayıtlar sayesinde isteyen hemen herkes soyağacını çıkartabilir. Batıda genealogy denilen soybilim araştırmalarının kaynağı bu kayıtlardır; bizde ise vaftiz yahut doğum kaydı gibisinden bir âdetin bulunmaması yüzünden soyağacı çıkartmak hemen hemen imkânsızdır. Büyük dedelerinizden biri vakti zamanında zengin bir vakıf kurduysa ve bu vakıf bugün hâlâ faaliyette ise, eski ödeme kayıtları vasıtasıyla soyağacınızı çıkarmanız az da olsa imkân dâhilindedir. Arşivlerde, yani Osmanlı Arşivi’nde aile kayıtları bulunmaz! Burada soysop yahut mal mülk belgeleri değil, devletin resmi yazışmaları muhafaza edilir. Osmanlı Arşivi’ne gidip aile kayıtlarını sormakla kasaptan ayakkabı satın almaya kalkmak arasında hiçbir fark yoktur. ..” Ben ise, Avni Engüllü’nün dediği gibi: “Genlerimizi araştıracak olursak (herkes gibi) ne çıkarız kim bilir? Kuşaklar öncesi, kimin ne olduğunu nereden bileceğiz? Sosyolojik yönden hiç kimsenin gerçek kimliği belli değildir. Ama Psikolojik olarak Türküm! Ayrıca (Sekiz-Dokuz kuşak geriye gidebilecek) Müslüman bir Türküm!” diyorum.