20 Temmuz 2013 Cumartesi

AFRİKALI TÜRKLER TUAREGLER


SAHRA ÇÖLÜ’NÜN TÜRKLERi
image00167.jpg
Onlar çölün mavi adamları… Onlar Büyük Sahra`nın siyah Türkleri… Onlar son Osmanlılar… Hatta hala Osmanlılar…

Misyonerlerin İştahını Kabartan Topraklar
Sarayın penceresinden dışarıya, çökmekte olan akşam karanlığının laciverte boyadığı boğazın sularına bakarken, yanındakilere seslendi Büyük Sultan:”Afrika’daki kardeşlerimiz Fransızların insafına terk edilemez. Ne gerekiyorsa tez elden yapıla.” Fizan’dan gelen habercinin getirdiği bilgiler, çelik gibi bakışlarını daha bir keskinleştirmişti sanki. Afrika kıtasını sömürgeleştirmeye kararlı İngiliz, Fransız ve Almanlar üç koldan kara kıtayı paylaşmak için anlaşmışlardı aralarında. Avrupalı misyonerlerin yer altı zenginliklerine dair anlattıklarıyla iştahları daha da kabaran Fransızlar başlamışlardı bile Afrika’yı kuzeyden işgal etmeye. Önce Cezayir, şimdi kıtanın daha da içleri. Amaçları Çad gölüne kadar tüm Biladüs’sudan’ı, yani Büyük Sahra’nın güneyini ellerine geçirmekti.
Osmanlının Afrikadaki Sınırı
Nijer’in başkenti Niamey’de kaldığım otelde masanın üzerine bırakılan su şişesinin üzerinde yazan bir markadan ibaretti önce Agadez. Sahra çölünün ortasındaki vahalardan çıkarılan kaynak suları, bu isimle turistlere servis ediliyordu. Nerden bilebilirdim ki sonraki günlerde Agadez’in, beni çölün ortasından İstanbul’un derin mavi sularına götürecek, tarihin tozlu sayfalarını karıştırmama yol açacak gizemli bir kent olduğunu.
“Biz Osmanlıyız”
Ertesi gün Nijerli dostlarımızla sohbet ederken, Agadez’in cihan devleti Osmanlı’nın Afrika’da ulaştığı en uzak yer olduğunu öğreniyorum. Ama burayı bizim için asıl ilginç kılan, Osmanlı’nın buraya kadar gelmiş olması değil. Bu insanların hala Osmanlı’ya bağlı oluşu… “Biz Osmanlıyız!” diyor bu kentin insanları. Agadez in valisine hala “Sultan” diyorlar. Bu bölgenin adı hala Agadez Sultanlığı. Üstelik kendilerinin Türk soyundan geldiklerini söylüyorlar. Diğer Nijerli kabilelerden daha açık renkli bir tene sahip olmalarını da buna delil olarak gösteriyorlar. Gerçekten de Agadezliler, Nijer’in diğer şehirlerinde yaşayan insanlara pek benzemiyorlar.
Osmanlı Tarihi Okutuluyor
Afrika’nın ortasında da Osmanlı medeniyetinin izleriyle karşılaşmak gerçekten gurur verici. Osmanlı deyince hala Agadezlilerin gözlerinin içi gülüyor. Okullarında Osmanlı Tarihi, ders olarak okutuluyor. Nijer Cumhurbaşkanı, Türkiye’den gelen heyetlere, Nijer ile Türkiye arasındaki sıcak ilişkilerin Osmanlı dönemine kadar uzandığını büyük bir sitayişle anlatıyor.
Afrikanın Kültürel Mirası
image00221.jpg
Ünlü Agadez Camisi
Agadez, Mali’deki Timbuktu kenti ile birlikte sahranın en önemli iki kültürel mirasından biri. Nijer’in başkenti Niamey’e 1000 kilometre uzakta. Büyük sahranın kuzeye açılan kapısı Agadez’e, uzun bir yolculuktan sonra ulaşılıyor. Kent küçük bir havaalanına sahip. Son zamanlarda turistlerin ilgisini çekmeye başlamış. Körfez ülkelerinden gelen zenginler, Agadez çevresindeki çöllerde ceylan avlıyorlar. Bir kerpiç evler kenti Agadez. Çevresi Harmattan rüzgarının büyük tepecikler oluşturduğu altın sarısı çölle kaplı. Kum denizindeki yeşil adacıkları andıran vahalarda meyve sebze yetiştiriliyor. Harmattan rüzgarı esmeye başladı mı, tozdan göz gözü görmüyor. Buradaki yabancılar için çekilecek gibi değil. Ama çölün mavi adamları için, kavurucu sıcakları biraz olsun kıran bu rüzgar büyük nimet. Yüksek kerpiç duvarlarla çevrili bahçelerde dört kazık üzerine örtülen hasırlardan oluşan çardaklar var. Agadezliler kavurucu sıcaklarda günün büyük bölümünü buralarda geçiriyor.
700 Yıllık Kerpiçli Camii Kebir ve Yusuf Sarayı
Agadez’in mimari açıdan en önemli yapısı, 700 yıllık olduğu söylenen CamiiKebir, yani Büyük Cami. Son derece ilginç bir mimarisi var. Bir benzeri de Timbuktu’da. Afrika İslami mimarisinin en önemli  örneklerinden. Kalın kerpiç duvarlarla inşa edilmiş caminin içinde de saflar kerpiçle birbirinden ayrılmış. Kavurucu çöl sıcağı bu kalın duvarların ardında insanın içini ferahlatan bir serinliğe dönüşüyor. Ama caminin asıl karakteristik özelliğini, üst kısmına doğru incelen kare minaresi oluşturuyor. Hem içerden hem de dış kısmından yukarıya çıkılabilen minare, uzaktan bir piramidi andırıyor. Agadez’in bilinen en eski sultanının adı Yusuf. Bu yüzden şu anda sultan olarak hitap edilen valinin bulunduğu saraya da Yusuf’un Evi deniliyor. Ama saray dediysek, adı saray, yoksa o da kerpiçten.
Çölün Tuaregleri
Gelelim Agadez’in Osmanlı’yla olan ilişkisine. Aslında bölgenin İslam’la tanışması 7. yüzyılda başlıyor. Mağrip ülkelerinden gelen tüccarlar ve Arap yarım adasından buraya ulaşan elçiler, bölgede İslam’ın hızla yayılmasını sağlamış. Büyük Sahra’da yaşayan halklar arasında en yaygın olanları Tuaregler ve Tibular…
Osmanlı arşivlerinde ‘
Tevarık‘ olarak bahsedilen Tuaregler, Hagarlar ve Ezgarlar olarak iki topluluktan oluşuyor.
image00318.jpg
Çölün mavi adamları
Giysileri nedeniyle Çölün Mavi Adamları olarak bilinen Tuareglerden, çetin çöl şartlarına dayanıklı, ticarete yatkın, savaşçı bir kavim olarak bahsediyor tarih kaynakları. Yüzyıllar boyunca güneyden kuzeye uzanan kervan yollarının güvenliğini sağladılar. 19. yüzyılda ticaret kervanlarının önemini kaybetmesi ile ekonomik sıkıntı içine giren bölge, bir yandan da yıllarca sürecek iç çekişmeler yüzünden huzursuzlukla karşı karşıya kaldı. Bunun üzerine, Cihan devleti Osmanlı’ya başvurdu buradaki yöneticiler.

Osmanlıya Katıldılar
Takvimler 1875′i gösterirken, Trablus eyaletine bağlı, Fizan sancağındaki Osmanlı valisine başvurdular. Osmanlı’yı davet ettiler ülkelerine. Bu talep derhal İstanbul’a bildirildi. II. Abdülhamit’in emriyle Osmanlı topraklarına katıldı bölge. Fizan sancağına bağlı olarak, bugünkü Çad topraklarında Reşade, Nijer’in kuzeyinde ise Kavar ve Asben kazaları kuruldu. Buraların güvenliği için asker, imarı için yöneticiler gönderildi. Asben bölgesinde yer alan Agadez’in valisi ise, Osmanlı valisi oldu. Osmanlının sadece Kuzey Afrika’ya kadar uzandığını düşünenler, bölgenin tarihini daha yakından incelediklerinde büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını görecekler. Tıpkı bizim gibi…
Çünkü Osmanlı sadece Kuzey Afrika’ya değil, daha da güneye inerek Batı Afrika’nın iç kesimlerine kadar geniş bir coğrafyaya barış ve medeniyet götürdü. Üstelik bu gelişme, Osmanlının çöküş dönemi olarak gösterilen 19. yüzyılın ikinci yarısında meydana geldi.

Osmanlı Çekilince Fransız Sömürgesi Başladı
1875′ten sonra, bölgenin yer altı zenginliklerini ele geçirmeye çalışan Fransızlar ile Osmanlı arasında tam bir güç gösterisi yaşandı. Bazı küçük çatışmalar dışında bu bölge Osmanlı buradan ayrılana kadar huzur içinde yaşadı. Ancak Trablusgarp savaşıyla birlikte bölgede dengeler değişti. Osmanlı yavaş yavaş bu bölgeden çekilirken, boşluğu Fransa doldurdu. Tabi bu değişim o kadar da kolay olmadı. Çünkü Osmanlı’yı kendi iradeleriyle davet eden Tuaregler, işgalci Fransızlara karşı büyük bir direnç ortaya koydu. Ancak 1918 yılından itibaren Osmanlının bütünüyle Afrika’dan çekilmesi ile birlikte Fransa büyük emeline ulaşmış oldu.

Uranyum Madenlerini Fransızlar Kullanıyor
image00410.jpg
Nijer Cezayir-Libya sınırının hemen güneyinde kalan bir Afrika ülkesi
Fransa tüm Kuzey ve Batı Afrika ile birlikte Agadez ve çevresini de uzun süre işgali altında tuttu. Bölgenin yer altı kaynaklarını acımasızca sömürdü. Ülke bağımsızlığını kazanmış görünse de bu sömürü hala devam ediyor. Nijer’in ana dili Fransızca. Nereye giderseniz Fransız kültürü ile karşılaşıyorsunuz. Nijer şu anda dünyanın uranyum rezervinin önemli bir bölümüne sahip. En büyük uranyum madenleri ise Agadez’in 100 kilometre ilerisinde bulunuyor. Elbette bu madenleri yıllardır Fransa işletiyor. Tabi çıkarılmasında bölge insanı kullanılıyor. Agadez’den çıkan uranyum, Fransa’daki nükleer santralleri çalıştırıyor. Yine zengin altın madenleri de yabancılar tarafından işletiliyor.
Türkiyenin Temsilciliği Bile Yok
Bölgenin petrol rezervi açısından önemi ise yeni yeni keşfedilmeye başlanmış. Çinli bir petrol şirketi büyük sahrada petrol bulmuş. Nijer’in 10 yıl içerisinde çok önemli bir petrol ülkesi haline geleceği konuşuluyor. Ancak bu kaynaklar da Batılılar tarafından sömürülür mü bilinmez. Dileriz bu petrol dost ve kardeş Nijer halkına savaş ve acılar değil, huzur ve refah getirir. Türkiye’nin buralarda bir temsilciliğinin olmaması bizi üzüyor. Son yıllarda karşılıklı bazı heyetler gidip gelerek ilişkileri canlandırmaya çalışıyor.

Kaynak : Ahmet Kayır

Kuzey Avrupa da Türkler

                        KUZEY AVRUPA DA TÜRKLER

    Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan, İTÜ - Türk Dili Araştırmacısı

21. Yüzyılda Avrupa kapısında bekleyen Türkiye’nin Avrupalı olup olmadığı tartışılırken, gerçek olan şudur ki acaba Avrupalılar Türk soylu değil midir ?. Latin, Roma,Yunan, Girit gibi çekirdek Akdeniz uygarlıkları, Erken Türkler olan Sümerlerin Arap Sami soyunun saldırıp yok edilmesiyle Avrupa’ya göçen Türko’lar ile Etrüskler değil midir?.

Batı Avrupa uygarlığı diye övünülen Kuzey ile Batı Avrupa uygarlıklarının yaratıcıları, buzul çağında boş olan, sonraları buraları dolduran Erken Kuzey Türkleri değil midir?. Büyük Atatürk’ün “Güneş Dil Kuramında” savunduğu söylediği gibi tüm dillerin kökü Türkçe’den mi türemiştir ? Bu sorular bir sorgulama değil bir onaydır. Dil incelemeleri kimin nereden türediğini, kimin kimin yakını olduğunu, hangi uygarlığın nereden doğmuş olabileceğini göstermektedir.

Bir ülkenin ulusunun konuştuğu dilin yapısı, o ulus soyunun uygarlık birikimi ile, evrimiyle, geçirmiş olduğu olaylar, etkileşimleriyle doğrudan ilişkilidir. Dilin yapısı güçlü ise yeni sözcükler doğurma yeteneği, anlatım gücüde büyüktür. Bilimde, uygulamada, yazında ilerleyen ulusların dilindeki sözcük sayısı artar, bireylerin anlayış yetileri gelişir.

Dilin kökünün, kaynağının araştırılması kişiyi geçmişin derinliklerine götürür. Dil başkalaşmış uluslar arasındaki bağın anlaşılmasını sağlar. Dil ulusların kardeşliğini ortaya koyan, dolayısıyla barışı sağlayan en büyük yapışkandır. Dil; o ulusun başından geçenlerin bilinmesini sağlar. Kısacası dil, geçmişin birikimidir, ötkendir, antuyustur(tarihtir).

Dili bu güne taşıyanlardan biri; o dili konuşa gelen ulusun ağzında kuşaktan kuşağa taşıdığı söylemler, diğeri yazılı, sesli tutanaklardır. Dil çeşitli nedenlerle bölünen ulusların , göçlerle birbirinden uzaklara ayrılan budunlar(kavimler) ağzında çekirdek bozulmamak üzere yapı, biçim, söylem değiştirebilir.

Sanki bir ağacın bir dalı, diğerlerine göre nasıl çıvıp daha çok sürgün verip, yürüyüp dal budak salıp, daha çok çiçek açıp, daha çok yemiş verirse; bir kökten gelen dil de, onu konuşan budunun yaşama ortamı , uygarlık gelişmesine bağlı olarak çok büyük aşamalar yapabilir.

Bilimi , uygulamayı yazını geliştiren biz Anadolu Türklerinin, Oğuz Türkçe’sini Türkiye Cumhuriyetinde geliştirdikleri gibi. O ülke başka ulusların çizmeleri altında çiğnenmemişse, ülke uzun çağlar başka bir ülkenin boyunduruğu, özgensel(kültürel) etkisi altına girmemişse dili arı kalmış da olabilir. Başkurt, Tatar, Karaçay- Malkar(Kafkas), Kazak, Kırgız, Türkmen Türkçe’si gibi.

Dili bu güne taşıyan en büyük öğelerden biride yazılı, sesli belgelerdir. 20. Yüzyıldan önce ses saklanamadığından geçmişe ilişkin sesli belge yoktur. Ancak yazılı belgeler vardır. Erken çağlarda yazılı belgeler taş, kaya, kil yazıt(tablet), kemik üzerine sın(şekil) çizerek, tamganın (alfabenin) bulunmasından sonra yazarak oluşturulurken, kağıdın bulunuşu ile betiklere(kitaplara) dönüşmüş, 21. yüzyılda bilgisayarın bulunmasıyla ikili sayılar kullanarak yapay bellekler üzerinde saklanabilmiştir.

Türklere ilişkin betikler, en geriye yaklaşık 8 inci çağa(bundan 1300 yıl öncesine) dek inebilmektedir. Turandaki yazılı kayalar 6. yüzyıla, (bundan 1500 yıl öncesine), Sümer’deki kil tabletler bundan 5000 yıl öncesine, Kutyak’taki (Avrupada’ki) yazılı kayalar, sıntaşları ise bundan 6 500 yıl öncesine götürmektedir.

Güney Sümer Türkleri ile Kuzey Kutyak Türkleri arasında yaklaşık 1500 ile 2000 yıllık ayrılık vardır. Kuzey Türkleri yazıyı bundan 6 500 yıl önce Avrupaya götürürken, güney Türkleri Sümerler 5000 yıl önce Orta Doğuyu yazıyla tanıştırmışlardır. Demek ki Türklerin yazıyı buluşları belki 7 bin yıl bile geriye gitmektedir.

Turandaki Türklük ağacının kökü, buzul çağının bundan yaklaşık 9000 bin yıl önce sona ermesinden sonra yaklaşık 7000 yıl sonra Kuzey Avrupa’ya doğru sürgün verdiği, bundan 5000 yıl öncede Güneyde Mezopotamya, Anadolu, Akdeniz’de büyük bir sürgün verdiği yazılı, çizili kalıntılardan anlaşılmaktadır.
    Çağımızda, iki yaşayan yazılı kaya, sıntaşı, tablet okuyucularından biri özü yapı sayışmanı(inşaat mühendisi) olan Kazım Mirşan, diğeri 90 yaşını devirmiş kazı bilimci( arkeolog) Muazzez İlmiye Çığ’dır. Kazım Mirşan olağan üstü düş gücü, yaratıcılığı, engin bilgisiyle Avrupa ile Asya, Anadolu’daki yazılı kayaları okuyarak Türk dilinin izlerini bundan 7000 yıl öncesine dek indirmiştir.

Böylece Avrupa , Yunan, Latin, Etrüsk Girit ile Eski Anadolu Uygarlıklarını kuranların dil kökenlerinin, soy kökenlerinin Türkçe ile Türk olduğunu kanıtlamıştır. Benzer biçimde, Muazzez İlmiye Çığ’da Sümer yazıtlarını okuyarak Sümerlerin bundan 6 ile 7 bin yıl önce Akurgal’a(İki Su Arasına- Mezopotamyaya) göç eden Türkler, Girit Uygarlığını kuranların Karya’lılar, Roma Uygarlığını kuranların ise Etrüskler olduğunu göstermiştir.


Büyük Türk ile Türkçe araştırmacısı Kazım Mirşan Runik, Frik tamgasını (alfabeyi) okuyan ender Türklerdendir. Kazım Mirşan bu 21. yüzyılın en büyük Türklük Araştırmacılarından biridir. O, Erken Türklük ile Erken Türkçe araştırmacısıdır. Runik, Frik gibi eski Türk yazılarını okuyan, anlamlarını orçun (modern) Türkçeye çeviren en önemli çağdaş Türk araştırmacısıdır. Kazım Mirşan Türkçeyi durulaştırma peşinde değildir. Onun ereği; erken Türkçeyi çözme, Türk uygarlığının yayılma alanını belirleme ayrıca yazıtları okuyarak bulduğu eski sözcükleri tanıtmadır .


Runik; Almanca “gizemli” demektir. Runik tamgalar çubuk, çatal, kare, papyon, ok, yay, kuş kanadı, ay, çentikli dal gibi sınlardır (şekillerdir). Bu konuda, Uralların batısında İngiltere, Fransa, İspanya’ya dek yer alan Doğu-Batı Gutyag’da diğer bir deyişle Kutyak’da (Avrupa’da) bulunan yazılı taşları, sıntaşları (şekilli taşlar) okuyan Mirşan, İskandinavya’dan, Danimarka, Almanya, Fransa, Portekiz, İngiltere, İtalya’ya Türk izlerinin D.Ö. 4140 dek indiğini gözlemlemiştir.

Diğer bir deyişle bu günden en az 7 000 yıldır Türkler Avrupa’dadır. Mısır’daki çizgili yazıların yaşının bundan 5 bin yıl, Doğu Anadolu içlerinde bulunan benzer yazıların 7 bin yıllık olduğu göz önünde bulundurulursa, Mısır’a sın yazının (hieorolif) bile Anadolu’dan gittiği anlaşılır.

İskandinavya ile Baltık Denizi bundan 12 bin yıl önce buzlarla kaplıydı. Son 10 bin yılda buzullar erimeye başladı, 9 bin yıl önce Norveç ile Danimarka’da buzul kalmadı, 8 700 yıl önce Kuzey İsveç’te tek tük buzul dağı kalmıştı. Bu kesimde bulunan Türklerin sin taşları bugünden yaklaşık 6500 yıl öncedir.

Peki neden Türkler bu soğuk ülkelere gitmeyi yeğlediler bilim bunu arıyor. Bunun nedeni buralarının boş, doğasının güzel, Atlayın(Orta Asyanın) bozkırlaşması olabilir.