9 Kasım 2013 Cumartesi

HZ.NUH VE TÜRKLER


                  HZ.NUH VE TÜRKLER


Hz. Nuh’un Semavi kutsal kitaplara göre 3 tane oğlu vardır, bunlar: Sam, Ham( Kenan ), Yafes.

Tekvin’e göre üç temel ırk Nuh’un bu üç oğlundan meydana geldi.

Nuh’un ilk torunları

  • Yafes’in oğulları:Turk, Gomer, Magog, Madai, Javan, Tubal, Meshech ve Tiras.

  • Ham’ın oğulları: Cush, Mizraim, Put, ve Canaan.

  • Sam’in oğulları: Elam, Asshur, Arpachshad, Lud ve Aram.

Altta yazılı olan bilgilerde Yafes’in oğullarının tümünün soyunu Türk olarak değerlendirildiği bilgisi göze çarpmaktadır.

- “ve gemiden çıkan Nuh’un oğulları Sam, Ham ve Yafes idiler. ve bütün yeryüzüne yayılanlar bunlardan oldu… _Kenan’ın atası Ham, (bir gün) babasının çıplaklığını gördü, kardeşlerine söyledi… (utanan) Sam ile Yafes babalarının çıplaklığını örttüler…”

- “ve Nuh dedi: ‘Kenan lanetli olsun!.. kardeşlerine kullar kulu olacaktır! Sam’ın Allah’ı Rab, mübarek olsun, ve Kenan ona kul olsun! Allah, Yafes’e genişlik versin!.. Sam’ın çadırlarında otursun!.. ve Kenan ona kul olsun!..’”
burda söylendiği gibi Sam’ın oğulları yani Araplar zamanı geldiğinde Yafes’ in oğulları yani Türklere sığınmışlardır.
bilindiği gibi Ham, eski Kenan diyarı olan şimdiki Filistin (İsrail) halkının atası idi. Bu bölge sayda şehrinden Gazza’ya kadar uzanıyordu. Yahudiler bu gruba sahip çıkarlar… ancak Tevrat’tan anladığımıza göre, bu kabileler lanetlenmiş ve diğerlerine kulluk etmeye mahkum edilmişlerdir. Kenan, Seba, Babil, Akad halkı ve kral Nemrud bu oğuldan olmadır. Tarihi gelişmeler bu laneti gerçek yapmıştır.
3. oğul Yafes ise, bizim, bütün Türk boylarının atasıdır. Görüldüğü gibi, hadislerden ve Kur’an dan çok önce Tevrat’ta da en büyük iltifata mazhar olmuş millet Türklerdir. Hz. Nuh’un, en sevgili oğlu Yafes için ettiği dua, çok derin mânâlıdır ve olduğu gibi gerçekleşmiştir.
Türkler gerçekten de 900 yıllarından itibaren Araplar’ın çadırlarında, ülkelerinde oturmaya başlamışlardır. Yine aynı tarihlerden başlıyarak Hıtay’ı, Hindistan’ı, Kuzey Afrika’yı ve Avrupa’yı hakimiyetlerine almışlardır.
Yafes’e dönersek; Gomer, Magog. Madai, Tiras, Yavan, Tubal(Tuval), Meşeç adlı oğulları…. Gomar (Sümer), Magog (Gog-magog gibi), Madai (Medler) aşina gelmektedir…

Gomar’ın Togarmi, Rıfat (Dicle ve Fırat) ve Aşkenazoğulları…. Aşkenaz, Hazar soyundan olan Doğu Avrupa Musevîleri’ne verilen addır ve Yavan’ın oğlu Tarşiş bize ismen çok aşina geliyor. Bu kelimeler Türkçe özellikler taşımaktadır.

Togarmi’nin (Hz. Nuh’un Yafes’ten torunu) on oğlu vardır ki, bunlar Uygur, Tiros, Avar, Hun, Barsil, Zarna (Tarniyaklı), Kozar (Hazar), Sanar, Bulgar ve Sâbir’dir.

İşte biz de bunu diyoruz!  Bütün Kafkasya, Türkistan (Orta Asya), Sibirya, Balkanlar veAanadolu halklarının atası bir!.. Hz. Nuh’un oğlu Yafes’ten geldikleri için Yafetik olarak adlandırılırlar. Yafes’in en az üç oğlundan (Gomar, Magog, Madai) geldikleri için Sümer, Gog, Magog, Gur, Guz, Oğuz, Macar olarak adlandırılırlar ve Togarmi’nin on oğlundan çoğalarak pek çok soy ve boya ayrılmışlar, yüzlerce oymak ve aşiret halinde dünyaya yayılmışlardır.
Hz. İbrahim ve Türkler

Tevrat’ta Hz. İbrahim, Sam’ın soyundan ve Terah’ın oğlu olarak gösterilmektedir. İslam’a göre Hz. İbrahim’in babası Azer’dir. Yani Hazar Türkü’dür. Buna göre Yafes’in soyundan olması gerekir. Zaten Arap tarihçiler de “gerçek Arapların Ad, Semud, Amalike gibi kabileler olduğunu; Hz. İbrahim’in oğlu İsmail soyunun sonradan Araplaşmış olduğunu ifade ederler. Yine Tevrat’ta Allah’ın Hz. İbrahim’e bir hitabı var ki, Hz. Nuh’un duasına cevap gibidir:

- “seni büyük millet edeceğim! ve seni mubarek kılacağım! seni mubarek kılanları, mubarek kılacağım! ve sana lanet edene, lanet edeceğim!  yeryüzünün bütün kabileleri, sende mubarek olacaktır!..”
(tekvin, 12. bab)
Rivayete göre, Hz. İbrahim’in Kantura adında bir eşi daha vardı. bu mubarek kadın da Türk boylarının anası, atası idi… Peygamberimiz Türkler’den Kantura oğulları diye söz ederdi. Hatta bu sebepten 9. asırda Müslüman olup Halife etrafına toplanmaya başlıyan Türkler, soyları sorulduğunda, “babamız İbrahim, amcamız İsmail” derlerdi. Yahudiler Hz. İbrahim’in bu ifadesinin kendilerini kastettiği zehabına kapılarak büyük İsrail, hatta dünya hakimiyeti hayali peşinde koşarlar!
Halbuki Kur’an’daki Yahudiler’i suçlayan ve lanetleyen ifadeler, böyle bir kutsama varsa bile ortadan kalktığını göstermektedir. Yahudiler Kitab-ı Mukaddes’in Zebur’dan (Mezmurlar) sonraki bölümlerde bile kınanır. Bu yüzden pek çok kere kıyıma ve sürgüne uğramışlar, ancak hiç bir zaman bundan ders almamışlardır. Halen de Filistinlilere, Lübnan’da, Irak’ta Araplara zulmedip durmaktadırlar.
- “ey iman edenler!..içinizden kim dininden dönerse, (bilsin ki) Allah bir kavim getirir ki, onları sever. Onlar da o’nu severler. Onlar müminlere karşı mütevazı, kafirlere karşı zorlu olurlar. Allah yolunda Cihad ederler, kendilerini yerenlerin çekiştirmesinden yılmazlar. Bu (özellik) Allah’ın bir inayetidir ki, onu dilediğine verir.” (maide suresi, 54. ayet)

Çok şükür ki, Tanrı bu lütfü Türklere vermiştir. Gerçekten de Türkler inananlara karşı son derece mütevazı, onlara saldıran inançsızlara karşı son derece amansız olmuşlardır. Haçlı seferlerine karşı koyanlar Araplar değil, Türklerdi, Arap Fatımiler Selçukluları arkadan vurmuşlar, haçlıların işini kolaylaştırmışlardı. Haçlılar bu suretle Kudüs’ü ele geçirip Müslümanları katletmişlerdi. (1098)

820 sene sonra 1. dünya savaşında Araplar yine Türk’leri arkadan vurmuşlar, ve Lavrence’in peşine takılarak ülkelerini batılılara adeta peşkeş çekmişlerdir. (l918)

Bu ihanet sonucunda İngiliz orduları mukaddes topraklara; Kudüs, Mekke, Medine’ye hükmedecek şekilde Arabistan’da söz sahibi oldular. Daha sonra İngiliz, Fransız ve Amerikalılar Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Libya, Cezayir, Tunus’u ve bu ülkelerin sahip olduğu zenginlikleri aralarında bölüştüler. Hatta Rus ihtilalini bahane ederek Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan’a el attılar. Eğer Türkiye Batı’ya karşı Atatürk liderliğinde direnip galip gelmeseydi; bütün bu bölgede topraklar, zenginliklerin yanı sıra İslam da elden gidebilirdi.

700 yıllık Endülüs’te bir tek Müslüman bırakmayan batılı Hıristiyanlar zaten bu amaçlarından hiç bir zaman vazgeçmemişlerdir.

Öte yandan Peygamberimizin de Türkler ile ilgili pek çok hadisi vardır. bir tanesi şudur:

- “Sizler (Araplar) deriden çarık giyen bir kavimle (Türkler) çarpışmadıkça, kıyamet kopmayacaktır.”

Buradaki kıyamet sözü, ahiretteki kıyamet değildir. Her şeyin kökünden değişmesidir.

Gerçekten de 750 yılında Araplar Talas savaşında Türkler ile çarpışmışlar, onları yenmişler, ama bu savaştan sonra kitle halinde Müslüman olan Türk ırkından halklar, İslam devlet’inin hakim unsuru haline gelmişlerdir. Arab’a dayalı her şey, kökünden değişmiştir.

Bir diğer hadis şöyle:

- “Türkler size dokunmadıkça, siz de onlara dokunmayınız. Zira Kantura oğulları, Allah’ın (ilk önce) ümmetime (Araplar’a) verdiği saltanatı, (onların elinden) çekip alacaklardır.” (21)

Bu hadis Peygamberimizden 1500 yıl önce inmiş olan Tevrat’ta yer alan ve 2500 yıl önceki Hz. İbrahim’e Allah’ın vaadi olan:

- “Seni büyük millet edeceğim. Seni mübarek kılanları mübarek kılacağım. Sana lanet edene lanet edeceğim!”

İfadesinin tam teyididir.

Araplar bu nasihate uymamışlar, Türk’lerin üstüne yürümüşler, onları yenmişler, ancak sonunda saltanatı Türk’lere devretmek durumunda kalmışlardır.

Ama en dikkat çekici hadis, aşağıdakidir.

Hz. Muhammed’e sorarlar:

- “Mevali nedir ya Resulullah?..”

- “Onlar sizin azadlılarınızdır. Yani Faris yönünden gelecek olan bir kavimdir ki, şöyle diyecekler: ”ey Araplar, siz fazla taassuba kaçtınız.”

- “siz bunlara gereği gibi hak tanımazsınız, sizinle hiç kimse birlik kurmayacaktır!”

Bu hadisteki Mevali, Arap olmayandır. Faris, İran dır. Faris yönü, Horasan dır. Gelen kavim ise, Türklerdir.

Şu halde Türkler, Nuh tufan’ından beri var olan, ilk devleti kuran, dünyanın en eski dilini kullanan ve hem Tevrat’ta, hem de Kur’an da övülmüş, dünyanın dört bir yanına yayılmış bir Millettir.
Hz. Muhammet(s.a.v) hadislerinde Türkler

“Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre; bir defasında Hz. Peygamber’in huzurunda El-Acem; yabancı kavimler konuşuldu, onların durumları dile getirildi. Hz. Peygamber bu münasebetle buyurmuşlardır ki; onlarla veya onlardan bazıları ile birlikte olmam benim için, sizlerle veya sizlerden bazıları ile birlikte bulunmamdan daha güvencelidir”. (et-tirmizi, sünen-i tirmizi)
Ebu Hüreyre’den rivayet edilen bir başka hadiste Hz. Peygamber iki parmağını birbirine sürterek aynen şöyle buyurmuştur; “kıyamet kopmadan önce sizler çarık giyen bir kavim (Türkler)le mutlaka çarpışacaksınız”
Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber buyurmuştur ki; “sizler küçük çekik gözlü, kırmızı benizli, yassı burunlu, yüzleri sanki örs üstünde dövülmüş ve üzeri derilerle kılıflı kalkanlar gibi sağlam bir kavim olan Türklerle çarpışmadıkça, kıyamet kopmayacaktır. yine sizler, kıldan örülmüş çarıklar giyen bir kavimle (Türklerle) çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır” (El-buharî, Sahihu’l-buhari, Mekke, 1376. vı.s.35.)
Görüldüğü gibi bu hadiste iki kez çarpışmadan söz ediliyor. Şahsi fikrimce ilk çarpışma büyük değişikliği, ikincisi ise gerçek kıyameti kastetmektedir.
Huzeyfe b. El-Yemanî’den bildirildiğine göre, Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır; “yakın gelecekte Kantura oğulları Irak ahalisini Iraktan çıkaracaklardır. Sanki ben bunu gözlerimle görür gibiyim. Onlar kısık gözlü, yassı burunlu, değirmi yüzlü insanlardır”(Asım, a.Ebu’l-Kemal, Kamus okyanusya tercümesi, İstanbul, 1305, ıı.s.646)
Hz. Peygamber’in amcası ve Hz. Ali’nin babası olan Ebu Talip bir şiirinde şöyle der; “düşman bizim gücümüze boyun eğip kahroluyor. halbuki onlar bizim Türk ve Aftalitler’in kapılarına sığınmamızı isterler. Allah’ın evi (Kâbe’ye) and olsun ki; sizler yalan söylüyorsunuz. İşleri karma karışık etmeden ne Mekke’yi terk, ne de buralardan Türk yurtlarına göçüp gitmeyeceğiz. Allah’ın evi (Kâbe’ye) and olsun ki; sizler yalan söylüyorsunuz. Biz Muhammed’e, göğsümüzü siper edecek; onun etrafında çarpışacak, o’nu (sonuna kadar) koruyacağız….” (İbni Hişam, Es-Sire, Mısır 1955, ı., s.275)
Görülüyor ki Araplar bu sözlerden çok sonra gün gelip Türklerin kapısına sığınmışlar, ve bir de onları(bizi) arkadan vurmuşlardır.
Halife Hz. Ömer şöyle demiştir; “Türkler ne yaman bir düşmandır. Onların (düşmanlarına) verecekleri (ganimet) çok az, alacakları ise pek çoktur” (El-Câhız, Fezâilü’l- Etrak, ı. s.58). Yine Hz. Ömer bir keresinde Hz. Peygamber’in bu konudaki hadisinden hareketle şöyle demiştir; “yüzleri deriden kalkan gibi yuvarlak ve geniş, gözleri sanki nazar boncuğu gibi olan kavimlerden çekininiz. onlar size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz”(Nuaym b. Hammad, El-Fiten, s.1226)

İbn Abdi Rabbih’in dediğine göre Kerbelada Yezid’in adamları tarafından muhasara altına alınınca Hz. Hüseyin Yezid’in temsilcisi Ömer b. Saad’a şöyle demiştir; “ey Ömer! benim için şu üç şıktan birini seç; ya beni bırakırsın geldiğim gibi geri dönerim veya Yezid’e emniyetle gitmemi sağlarsın, elimi onun elinin üstüne koyarım yahut da Türk yurtlarına çekip gitmeme müsaade edersin. Orada kalır ve ölünceye kadar Cihad ederim” (Et-Taberi, v.s.393)

26 Ekim 2013 Cumartesi

YÖRÜK TÜRKLER MANAVLAR

                                                             MANAVLAR



Manavlar, yazılı eski kaynakların cemaatler bölümünde “Manavlar”, “Manavlı”(Manavlu), “Manavlar Parakendesi” biçiminde ve Yörükân Taifesi’ne bağlı bir topluluk olarak gösterilmektedir.[1] Ayrıca farklı kaynaklarda Manav; “Batı Anadolu’ya dışarıdan gelen (göçmen/muhacir) ve göçebelikten yerleşmiş (Yörük) nüfus dışında eskiden yerleşmiş köylere”[2]/köylülere verilen ad veya “Yerli Halk”, “Yerleşik Türk/Türkmen Topluluğu[3] ya da “Yerli olan, muhacir olmayan[4] ve yahut “hareketli nüfusa karşın yerini değiştirmeyen, devamlı olarak orada oturan[5] topluluk üyeleri olarak tanımlanmaktadır. Yani Manav; bir yere sonradan gelenleri, yerleşik olanlardan ayırt etmek için kullanılan[6] ve “Türkçe dışında dil bilmeyen”[7] topluluk anlamında kullanılan bir kavramdır
Bazı kaynaklarda Manavlar için; “taze yemiş satan esnaf, küçümseyici anlamda Anadolu Türkü”[8] veya “Balkan göçmenlerince, Osmanlı Dönemi’nde İstanbul saraylarının sebze, meyve, et, süt ve yoğurt gibi ihtiyaçlarını karşılayan yerleşik yöre insanı”[9] ya da “Rumlar tarafından, Rumca yüzyıl anlamına gelen ve yörede yüzyıldan fazla yerleşik olarak yaşayan Türkçe konuşan topluluk”[10] olarak da tanımlanmaktadır.      
Manav sözcüğünün; Türkistan’daki Kazak-Kırgız ve Sibirya’daki Yakut (Saha) Türkleri’nde kullanılan, koruyucu soylu kişi ve boy beyi anlamına gelen “Manapve “Managdan geldiği sanılmaktadır. Eski Türkçe’de “v” sesinin olmamasından dolayı, “Manap sözcüğündeki “p” ve “Managsözcüğündeki “g” sesinin yumuşayarak “Manav sözcüğünün ortaya çıktığı düşünülmektedir. (Örneğin; berim=verim, takuk=tavuk, kagun=kavun vb gibi.) “Manapın; Çağatay Türkçesi’nde “asilzâde, asâlet, beyzadelik”, Kırgız Türkçesi’nde “feodal kabilelik üst tabakasının mümessili” veya “Kırgız Lideri”, Kazak Türkçesi’nde “ağa, bey” ile “Managın; Yakut (Saha) Türkçesi’nde “koruyucu, güdücü, bakıcı” anlamlarını taşıması ve de Türkistan’ın kuzey bozkırlarında yaşayan Kırgız ve Kazakların boy ve oymak başlarına “Manap” demeleri ile 1860’larda Kırgızlar’dan  Bugu (Geyik) kabilesi ve Sari Bağış boylarının başlarında Manapların yer alması olguları da, “Manavlar=Yerli Türk/Türkmen”  görüşünü desteklemektedir.[11]
Batı Anadolu ve Sakarya’da Yaşayan Manavlar
Sakarya yöresine insanlar/alt kültür grupları değişik yerleşim alanlarından geldiği için, gelenekler ve göreneklerde de farklılıklar gözlenmektedir. Yerli olarak tabir edilen ve diğer yerleşim alanlarından yöreye gelenler tarafından, bir Yörük/Türkmen topluluğu olarak kabul edilen ve de emik (kendini tanımlama) açıdan da kendilerini Türkmen kabul eden Manavlar, yöre nüfusunun çoğunluğunu oluşturmaktadır.[12] Sakarya’nın kuzeyinde yer alan Kaynarca, Karasu ve Kocaali ilçeleri ile, güneyinde yer alan Geyve, Pamukova ve Taraklı ilçeleri ve de il merkezi ile yakın çevresinde yer alan “Dernek Kırı”nda[13] yani Adapazarı ve kısmen Söğütlü, Ferizli, Akyazı ve Hendek ilçelerinin bir bölümü’nde yaşamakta olan yerli, yerleşik ve Türkçe dışında bir dil bilmeyen topluluk üyelerine “Yerli Türk” anlamında “Manav” denilmektedir.[14]
Manav” veya “Yerli Türk” diye adlandırılan topluluk üyelerinin coğrafi dağılımları, Sakarya yöresi ile sınırlı değildir. Isparta-Keçiborlu, Balıkesir-Susurluk, Çanakkale-Biga, Bilecik-Bozüyük, Kocaeli-Kandıra, Konya-Ilgın[15] ve Kütahya’da[16] da Manavlar yaşamaktadır. Manav diye adlandırılan bu yerli yerleşik Yörük/Türkmen gruplar, Batı Anadolu’nun Alaşehir, Salihli ve Bursa; Güneydoğu Anadolu’nun Çermik ve Çüngüş; Batı Karadeniz Bölgesi’nin Kastamonu çevresinde de yaşamaktadırlar.[17]
Son derece çekingen, uysal, mülâyim ve başkası tarafından söylenenlere fazla karşı çıkmayarak yani tartışmayarak geleneksel yaşamlarını sürdüren Manavlar kendi ifadeleri ile; “yedi kez düşünmeden adım atmayan”[18], “sersem”/(yavaş davranan)[19] bir yapıya sahiptirler. Bu uyumlu ve uysal yapıları, başkalarına “sen bilirsin” ya da “siz bilirsiniz” ifadesinin sık kullanılmasında da kendini göstermektedir.[20] 
Manavların günümüzde geleneksel yapılarını iyi korudukları, en önemli yerleşim alanı Taraklı İlçesi ve köyleridir. Kitle iletişim ve ulaşım araçlarının nispeten daha geç ulaştığı bu bölüm, diğer yerleşim alanlarına göre geleneğini daha fazla muhafaza etmiştir.[21] Aşırı geleneksel anlayışa delil olarak yörede anlatılan söylencede: Akşemseddin’in, Fatih Sultan Mehmed’in yanından ayrıldıktan sonra,  yerleşmek için yer ararken yanında bulunanlar O’na Taraklı’yı önerdiğinde, O’nun da, “Taraklı’nın Kıblesi Kapalı” diyerek bu öneriyi geri çevirdiği anlatılmaktadır. Akşemseddin’in, Taraklı halkını çekingen ve geleneksel bulunduğuna yönelik olarak anlatılan söylence, yöre halkı tarafından günümüzde de dile getirilmektedir.[22]
Batı Anadolu’ya ve Taraklı yöresine, Manavların (Yerli Türklerin) ilk yerleşimin 1291 tarihinden hemen sonra yapıldığı sanılmaktadır.[23] Ayrıca Yıldırım Bayezıd döneminde İstanbul’un alınması amacıyla yapılan kuşatma kaldırılırken, yapılan anlaşma gereği Sirkeci’de bir Türk mahallesi kurulması şartına uygun olarak Göynük ve Taraklı’dan 760 hane Manav İstanbul’a yerleştirilmiştir.[24] Yani İstanbul’a yerleştirilen ilk yerli Türklerin, bu yöreden giden “Manavlar” olduğu kaynaklarca da doğrulanmaktadır.

PATRIYOTLAR (MÜSLÜMAN RUMLAR)



                             MÜSLÜMAN RUMLAR PATRIYOTLAR




24 Temmuz 1924 târihli Lozan Antlaşması´nın bir maddesi, Türkiye-Yunanistan arasındaki nüfus değişimini düzenliyordu. Buna göre, Türkiye´deki Ortodoks Hıristiyan Rumlar Yunanistan´a, Yunanistan´daki Türklerin yanında diğer İslâm nüfus da Türkiye´ye göçürüleceklerdi. Nitekim de, anılan göç bu Antlaşma çerçevesinde gerçekleşmiştir. Türkiye´den Yunanistan´a göçen Rumların arasında Türk Ortodoks Hıristiyan Gagavuzlarla, gene Türk Ortodoks Hıristiyan Karamanlılar da bulunmuşlardır. Yunanistan´dan Türkiye´ye yönelen göçün içindeyse, Türklerin yanında Bulgarca konuşan Pomaklar, Romence konuşan Ulahlar, Rumca (Yunanca) konuşan Patriyotlar ve herhâlde kendi dilleriyle konuşan Arnavutlarla Çingeneler de bulunmuşlardır. Bu unsurların, ana dilleri yanında komşu dilleri de bilip konuşmuş olabilecekleri mümkün ve muhtemel ise de, bu husus konumuzun özüne dokunmayacaktır.

Türkiye´nin ve dar anlamda Trakya´nın etnik grupları içinden biri de Patriyotlardır. Trakya´da Çatalca´yla Silivri ve Anadolu´da Ankara, Aydın, Bursa, Eskişehir, İzmir, Manisa ve Niğde´nin merkez ve çevresinde yaşayan Patriyotların ataları Yunanistan´daki Makedonya bölgesi ve Girit´ten göçmüş Rum olup, Osmanlı devrinde Ora´larda İslâm´a girmişlerdir.

Yaşlı-başlı Patriyot göçmenler Türkçe yanında hâlâ da anadilleri Rumcayı (Yunancayı) konuşmaktadırlar. Yakın zamanda öğrenmiş bulunmaktayız ki, gençler içinden de bu dili bilip konuşanlar hiç de az sayıda değildirler! Çünkü, Patriyotlar Türkiye´ye geldikleri sırada henüz Türkçe bilmiyorlardı. Grekçe, Rumca veyâ Yunanca dediğimiz ise onların ana dilleriydi. Daha sonra elbette Türkçe öğrenmiş olmalarına rağmen, eski dillerini kendi aralarında da olsa konuşmalarının gerekçesi tahmin edilebilmektedir. Hâl böyleyken, bâzı Patriyotlar, durduk yere ve neden gerektiyse, kendilerine Türk ırkından kökler aramaktadırlar!

Oysa, Atatürk kısa ve veciz bir cümleyle bunu esastan çözmüş bulunmaktadır: Ne mutlu, Türküm diyene! demiştir. Bu demektir ki, senin kökenin her ne olursa olsun, bu ülkede yaşıyor ve Türklüğü de benimsiyorsan, ne mutlu! Çünkü, Atatürk mensubu olduğu Türk ırkını ne kadar seviyorsa da, diğer etnik unsurları da bağrına basan bir anlayıştaydı. Onlar yeter ki, Türklüğü benimseyip Türkiye´yi sevsinlerdi. Yâni O, bir milliyetçi ve fakat ırkçı değildi.
Kaldı ki, Ülkemizde meselâ Arnavut aslından olmakla Adanalı olmak veyâ Abaza olmakla Ankaralı olmak, Anayasa şemsiyesi altında, hukuk ve siyâset temelinde eşittirler. Meğer ki, vatanın menfaati karşısında suç işlememiş olsun! Yeter ki, vatana ihânet etmemiş olsun!

Patriyotların, Anadolu´da ne kadar tanınmakta olduklarını bilmiyoruz. Trakya´ya gelince, yaşadıkları muhitten uzaklaştıkça daha az tanınmaktadırlar. Şu var ki, onları tanıyan herkes, haklarında yeteri kadar da bir bilgiye sâhiptirler. Durumlarının diğer gruplar karşısında nispeten orijinal olması, bu tanınmışlığı bir bakıma kolay kılmaktadır.

Patriyotların geçmişinde Tepedelenli Ali Paşa´nın büyük rolü olduğu söylenir. Nitekim târih kayıtlarına da bakılırsa bu husus pekâlâ da mümkün görünmektedir. Şöyle ki: Anılan Ali Paşa 1744´te Arnavutluk-Tepedelen´de doğmuş olup, 1822´de de Osmanlı ordusunca Yanya´da öldürülmüştür. Kendisi, görevde olduğu Yanya´yla bunun çevresinde âdetâ devlet içinde devlet gibi hüküm sürmüştür. İcraatının önemli biri, Yanya dolayındaki Suli denen kasabanın Suliot "Sulyot" adındaki Rum sâkinlerini yok etmesidir. Burada yok edilmekten kasıt, elebaşlarının öldürülüp diğerlerinin İslâm´a sokulmaları anlamına gelse gerektir. Yoksa, bütün bir toplumunun çoluk-çocuk denmeden katledilmiş olmaları aslâ söz konusu olmamalıdır! Olay, Batı dünyâsında tam bir katliam olarak görülerek, bunun yağlı boya tabloları bile yapılmıştır. Hâl böyleyken, bunları ressamın, konunun câzibesine kapılarak hayâl gücünü çalıştırmasına bağlamalıyız.

Ancak... Ali Paşa husûsunda şöyle bir kopukluk hemen dikkati çekmektedir: Patriyotların Türkiye´ye göçtükleri Grabene, Kozani, Nasliç, Serez başka yerlerdir, Suli gene başkadır. Gerçi, bunların hepsi de, Kuzey-batı Yunanistan ve Makedonya´da birbirlerine yakın, hattâ bitişiktirler. Bizim bilgi birikimimiz bu noktayı izah için yeterli olmamaktadır. Bunun için çok daha derin araştırma gerekecektir.

Patriyotlara ilişkin olarak şu hikâye de anlatılıyor: Osmanlılar Balkan savaşında yenilip geri çekilirlerken, Grabene şehri Yüzbaşı Bekir Fikri komutası altında iki yıl daha direnmişmiş! İşte bu yüzden, bunlara vatansever anlamında "Patriyot" denmişmiş! Kendilerinin anlattıkları ve gene kendilerinin dinledikleri bu hikâyenin, Patriyotlardaki yersiz ve gereksiz "Türk ırkı" kaygılarından doğduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, vatansever anlamıyla bilinen Patriyot sözü aslında Yunancadır. Fransızcayla İngilizceye buradan geçmiştir. Vatansever anlamının yanında bir de vatandaş ve hemşehrî demektir. Bizim Patriyotlarımız herkesten daha çok vatansever olabilir, bu Ülke´yi de herkesten daha çok sevebilirler. Buna da bir îtirâzımız olamaz. Ancak onların Makedonya´daki Patriyot adlarının anlamı, sâdece vatandaş ve hemşehrîdir! Kendilerine, Ora´da vatansever denmesi için hiçbir sebep yoktur! Bunu diyecek kimse de yoktur! Böyle bir olay eğer gerçekten yaşanmış olsaydı, olayın kahramanları Türkler idiyseler, vatansever diyecekler de Türkler olacaklardı. Hem de bunu Türkçe söyleyeceklerdi ve de vatansever değil, o günkü dil ile vatanperver diyeceklerdi! Oysa kelime Yunancadır! Kaldı ki, hiçbir târih kaydında, böyle Bekir Sıtkı diye bir hikâye anlatılmamaktadır. Ora´da, Türklerle Grekler (Yunanlılar) arasında 1897´de yaşanmış ünlü bir Dömeke Savaşı vardır ki, bunu da zâten Türkler kazanmışlardır! O zaman Grekleri elimizden alan ancak Avrupalılar olmuşlardır!

Ayrıca, Grabeneli Patriyotların hikâyeleri var sayalım ki gerçek olsun. Öyleyse, Kozani, Nasliç ve Serez´den göçen Patriyotlar nasıl vatansever olmuşlardır? Neden, onlara da aynen Grabeneliler gibi Patriyot denmiştir!? Burada, bir de Giritli Patriyotlar hatırlanmalıdırlar! Onların da mı birer Bekir Fikri´leri olmuştur! İşte bunlar, durduk yerde bir takım arayışlara girmiş Patriyotları zorda bırakacak cevapsız sorulardır! Türk ırkı peşine düşen o bir takım Patriyotlar, şu husûsu hatırlarından hiç çıkarmamalıdırlar: Osmanlılar Rumeli´ni fethettikten sonra, Bura´yı Türkleştirmek için ve bir plan çerçevesinde Anadolu, Sûriye ve Kırım´dan Türk nüfus göçürmüşlerdir. Yâni, bu o gün için bilinçli ve tutarlı bir politikadır. Pekiyi, "biz ırken de Türküz" diyen Patriyotların Türkçe konuşmamalarına ne demelidir? Rumeli´ni Türkleştirecekleri yerde, Ora´da kendi kimlikleri ve dillerini mi kaybetmişlerdir!? Kendisine asimilasyon gibi belli bir görev biçilen ve üstelik hâkim bir Türk unsur, kültürünü kaybedip alt statüdeki astların dilini konuşmuştur, öyle mi!? Olacak şey midir bu!?

Öyle anlaşılıyor ki, Yunan Makedonya´sında ve hattâ Girit’te, Ora´nın İslâm´a girmiş yerlilerini anlatabilmek için, hemşehrî vatandaş veyâ yerli anlamında Patriyot denmiştir. Kendileri İslâma girmiş olmak sebebiyle Türkiye´ye göçerlerken; Türk, Arnavut, Pomak, Ulah, Çingene olarak bir adın sâhibi olmadıklarından, hâliyle Patriyot diye anılmışlardır. Çünkü, onları anlatacak etnik isim artık budur.

Bu konunun bir yanı da şurasıdır: Patriyotların bizzat kendileri, Makedonya´nın Grabene, Kozani, Nasliç ve Serez bölgelerinden geldiklerini ifâde etmektedirler. Oysa, bu târihlerde, yâni Patriyotların Türkiye´ye göçünden hemen önce yoğun yaşadıkları Grabene´de Türk nüfus sıfırdır! Eldeki târih belgelerine göre, Bura ve Bura´nın geniş çevresi halkı, tamamıyla Grek ve Ulah nüfusundan ibârettir. Nasliç keza tamâmen Greklerle meskûn iken, Serez Bulgar ve Greklerin yanındaki bir avuç Türk nüfusu barındırmaktadır! Hattâ, bunun yanında Yanya gibi yerler dahi Grekler, Arnavutlar ve Ulahlarla meskûndurlar. Lozan Antlaşmasının ırk ve millet değil, din esâsına dayalı olduğu hususu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bu demektir ki, Yunanistan göçmenleri arasında Türklerin yanında, İslâm´ı seçmekle Türkleşenler de bulunmaktadırlar. Yunanistan göçmenlerinin bir kısmı, Anadolu´dan göçen Yörük ve diğer bir kısmı da Kırım´dan göçen Tatar Türkleridirler. Kökenleri tam bilinemeyen Konyarlar ise, Türk aslından olmalarına rağmen, Makedonya´ya nereden geldikleri belirsizdir. Konya´dan olabilecekleri gibi, Tatarlardan önce Kırım dolayından da göçmüş olabileceklerdir. Diğer yandan, Makedonya´da yaşadıkları yerde bir şekilde İslam´a giren bir çok cemaatler da bulunmuşlardır. İşte... Lozan Antlaşmasında anılan Türkler dışındaki Müslümanlar bunlardır. Her mübâdil göçmen, "Atalarım Konya´dan göçmüş, ırkım da Türktür." diyecek olursa, Lozan Antlaşmasında anılan Türk olmayan İslâm unsurlar kimlerdir!?. diye bir soru karşımıza çıkacaktır!

Ayrıca, hemen bütün Balkan göçmenleri "benim aslım Konya´dan göçmüş Türktür" demektedirler. Bu Konya takıntısı da yanlıştır. Rumeli´ye göçlerin merkezi sâdece bir Konya olmayıp, neredeyse bin yerdir! Bunu, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri bilgilerine dayanarak ifâde etmekteyiz. İşte bu kadar geniş bir alandan Rumeli´ye göçülmüştür. Anadolu ve Suriye´den Yörükler göçerlerken, Kırım dolayından da Tatarlar gelmişler ve Rumeli´nde birlikte harman olmuşlardır.

Şimdi, Makedonya etnik İslâm gruplarının İngilizce kaynaklardan sağladığımız nüfuslarını verelim: Yaklaşık ve yuvarlak rakamlarla; 500 bin Türk, 150 bin Pomak, 110 bin Arnavut, 15 bin Roma (acaba Çingeneler mi?), 14 bin Grek yâni Yunanlı (yâni Patriyot) ve 3 bin Ulah yâni Romen. Öyle sanıyoruz ki, bu 3 bin Ulah da Türkiye´de Patriyot sayılmaktadırlar. Bütün bu unsurlar, Osmanlı Balkanlarda küçülüp geriledikçe Türkiye´ye göçe başlamışlardır. Öncelikle, Balkan Harbi sırasında Türkiye´ye 100 bin dolayında Türk göçmüş. Bunun, Mübâdele dönemine kadar zaman-zaman sürdüğü anlaşılmaktadır. Mübâdele sırasında da, Türk ve diğerleriyle birlikte 375,976. İslâm nüfus daha göçerek Yunan Makedonya´sı bu açıdan boşaltılmıştır.

Türk asıllı göçmenlerin özellikle de yetişkin erkekleri, geldikleri yerlerin dillerini elbetteki biliyor, bunu da konuşabiliyorlardı. Ne var ki, Türkiye´ye döndükten sonra geride kalan dili aslâ konuşmamışlardır. Patriyotlarsa ana dillerini Bura´da da konuşmakta devam etmişlerdir. Çünkü, başlarda Türkçe´yi öğrenene kadar bu onlar için kaçınılmaz olmuştur. Patriyotların yeni nesli bir yana, yaşlı-başlı kimliklerin hâlâ da Yunanca konuştukları bilinmektedir! Bu kadar geniş bir anlatımdan sonra, elimizdeki Türkçe, Fransızca ve İngilizce belgelere geçersek... Türkçe olanı Osmanlı Arşivleri belgesidir. Patriyotların, Makedonya´da en yoğun yaşadıkları yer olan Grabene´deki bir İslâm cemaatine işâret etmektedir. Osmanlının ilk devrinde, bu yerde Duralı (Duralu) diyerek Niğde´yle bağlantılı bir cemaat görülmektedir ve bütün bilgi de bundan ibârettir. Ancak, daha sonra buradaki bir İslâm unsurundan hiç söz edilmemektedir. Bu da, anılan cemaatin başka bir yere göçtüğünü düşündürmektedir. Mâlûmdur ki, cemaatler çokçası dînî amacı olmak üzere birleşmiş toplumlardır. Değişik etnik kimliklerden de oluşabilirler. Fransızca belgelerimiz ise, Makedonya´nın bütün etnik gruplarının hayat sahalarını gösteren iki haritadırlar. Bunların biri 1911 târihliyken, öteki daha eski bir târihi işâret etmektedir. Eski haritada Grabene, Yanya ve geniş çevresi aralarına Ulahların da sokulduğu Grekler yâni Yunanlılarla meskûndur. Nasliç´te tamâmen Makedonlar yaşamaktadırlar. Serez ise, diğerlerinden farklı olarak hayli geniş bir Türk nüfusla doludur. 1911 haritasına gelince, durum sâdece Serez´de değişmektedir. Buradaki Türk nüfusu büyük ölçüde azalmış görünmektedir. Patriyotların göçtükleri Grabene´yle Nasliç´teyse Türk diye bir unsur yoktur!

Bir metin olan İngiliz belgesindeki durum ise oldukça sevimsizdir. Burada yazılanlar, yukarıda verdiğimiz Ali Paşa olayını doğrular mâhiyettedirler. Yâni katliam gibi! Buna göre, Grabene ve onun yanıbaşındaki Kozani´de Grekler zorla ve kitleler hâlinde İslâm´a sokulmuşlardır. O kadar ki, metinde ancak dağa kaçanların kurtulduğuna ilişkin ifâdeler okunmaktadır!

TRAKYANIN YERLILERI GACALLAR


                              GACALLAR


Osmanlılar Rumeli'ne geçip burada yayılmaya başladıklarında, karşılaştıkları toplumlar arasında Hıristiyan bâzı Türkler de bulunmuşlardır. Bunlar tıpkı Anadolu'nun Hıristiyan Türkleri Karamanlılar gibi, kuzeyden gelen Uz (Guz, Oğuz) , Kuman ve Peçenekler'den arta kalan Türkler'dirler. Artmayanlar ise, bulundukları yerlerdeki Avrupa halk ve uluslarına karışıp, onların içinde eriyerek ortadan kalkmışlardır! Artık, herhâlde kendileri bile Türk asıllarını bilmemektedirler.
Önceleri peygamberli dinlerden hiçbirine mensup olmayan şâmanist bu Türkler, geldikleri buralarda, kendilerini, daha gelişmiş bir inanç kurumu olan Hıristiyanlık içinde bulmuşlardır. Türklerin ilkel ve yalın inançları, kam veyâ şâman denilen büyücü bir takım kişiler eliyle uygulama alanı bulurken, Hıristiyanlık o gün bile üç kıtada yayılıp-örgütlenmiş bir inanç kurumudur. Bu din üstelik bu Türklerin bir süredir tebaası oldukları Bizans ve Bulgarya'nın devlet inancıdır. Bölge imparatorları bile, otoritelerini büyük ölçüde Hıristiyanlık üstüne oturtmuşlardır. İşte bu şartlar altındaki göçmen Türkler, bir süreç sonucunda kaçınılmaz olarak Hıristiyan inancını benimseyeceklerdir. Yunanca (Rumca) konuşan Bizans'ın, Turkopulos veyâ Turkopol, yâni Türkoğlu dediği Türkleri, Rumeli'nde ayrıca üç isim altında görmekteyiz. Bunlardan biri, varlıklarını bugün bile sürdürebilen ve Hıristiyanlıklarını hâlâ da koruyan Gagavuzlardır. İkincisiyse, yazımıza başlık yaptığımız ana konu Gacallar, üçüncüsü Çitaklar ve belki dördüncüsü Konyarlardır. (Bâzı yazarlara göre Çıtaklar ve Gacallar aynı toplulukturlar.)
Gacallar üzerine inceleme yapan bir Bulgar bilgini, bunların, Bulgar devletini kuran Bulgar Türklerinden ve Slavlaşmayıp özlerini koruyanlar olduklarını, kezâ Gagavuzların özlerini korumuş Bulgar Türkü olduklarını düşünmektedir. Tuna Bulgar devletinin Deliorman bölgesinde kurulduğu, başkentin Şumnu yakınındaki Pliska Aboba olduğu dikkate alınırsa, bizim bilemeyeceğimiz başka hususlar da eklenmekle bu husus pekalâ da kabûl edilir bir tez olabilecektir.
Burada hemen belirtelim ki, Orta-Anadolu'da yaşamış Türkçe konuşan Türk Karamanlılar'la bugün hâlâ yoğun olarak Moldova'da (Moldavya) , azınlık olarak da Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan'da yaşamakta olan Türkçe konuşan Türk Gagavuzlar, Hıristiyan olmakla birlikte Türkçe konuşmaya devam ettikleri için sonuçta Türk kalabilmişlerdir. Gacal, Konyar ve Çitaklar ise, Osmanlılarla karşılaştıklarında Türkçe konuşan Hıristiyanlar oldukları hâlde, fazla gecikmeden kaynaştıkları Yörükler'in İslâm dinine geçerek tam ve millî bir entegrasyon sağlamışlardır.
Karamanoğulları'yla birlikte, Orta-Anadolu'da Karaman denilen bölgede yaşadıkları için, kendilerine Karamanlı denilmiş Hıristiyan Türkler, Cumhuriyet'ten sonra Lozan Antlaşması uyarınca toptan Yunanistan'a göçürülmüşlerdir. Oraya Türkçe konuşarak giden atalarının ardından, şimdiki torun Karamanlıların da evlerinde olsun Türkçe konuşabilmekte oldukları bilinmektedir. Ama,Türk asıllarını bilseler bile Yunan'a karşı bunu sakladıkları bir gerçektir. Edirne'de rastladığımız böyle bir kadına, ki biz onu gördüğümüz sırada birkaç adım önünden giden eşine Türkçe seslenmiştir, kendisinin Türklüğünü sormuştuk. Yunanlı ve fakat muhakkak Türk asıllı olan bu kadın, 'hayır ben Hıristiyanım! ' demişti! Biz ona milliyetini sormuştuk; o ise, sorumuzun cevabı olmadığını bile-bile dînî inancını söylemişti! Belliydi ki, Edirne'ye birlikte geldiği diğer Yunanlılar tarafından tanınmak istemiyordu.
Şimdi gene Gacallara dönelim. Osmanlılar Rumeli'ne geçerek bugünkü Bulgarya'da yayılıp-tutunmaya başladıkları sırada, bu Ülke'nin kuzey-doğusundaki şimdi Deliorman denilen bölgede, Türkçe konuşan bir toplumla karşılaşmışlardır. Bu toplum, şâmanist geldiği Bulgarya'da Hıristiyanlaşmış Gacal Türkleridir. Balkanlarda, Bizans ve Bulgarlar'ın yerini Osmanlılar alınca, hâliyle din egemenliği de İslâm’a geçmiştir. Esâsen Türk olan Gacallar'ın, gene Türk olan Osmanlı'nın dinine girmesi, bu yüzden çok çabuk ve kolay olacaktır. Osmanlı'nın Rumeli'ne geçirdiği Türkmen-Yörükler'le Gacallar'ın, hattâ Rumeli'nin Türkleştirilmesine katkı için bundan daha sonra Kırım'dan getirilen, henüz Kırım'dayken İslâma girmiş Tatarlar'ın birlikte ve problemsiz yaşamalarında, İslâm ve Türklük eşit rol oynamışlardır. Ortak hayatın ilk yıllarından îtibâren birbirlerine karışırlarken, Gacallar diğerlerine göre yerli olduklarından bu özelliklerini adlarıyla birlikte sonuna kadar korumuşlardır. Aralarında evlilik bağları dahî kurulmuş olsa, Gacalların yerli oluşları hep vurgulanmış, Gacal ve yerli sözleri özde birleşmiş, eş değer ve anlam kazanmışlardır.
Deliorman Türkleri böylece mutlu ve refah içinde birkaç yüz yıl yaşadıktan sonra, 1877 yılına gelinmiştir. Halk ağzında, Hicrî tarihe göre [93 Harbi] denilen Türk-Rus savaşı bu yıl patlamış, arkasından da Türkiye yönüne büyük ve perîşan bir göçü getirmiştir. Göç Anadolu içlerine kadar uzamıştır fakat, önemli bir nüfus Trakya'da kalıp buraya yerleşmişlerdir. Trakya'nın, artık yerli ve göçmen olarak ayrılan iki toplumu vardır. Bu ayrılık düşmanlık doğurmadan kendiliğinden oluşmuştur. Göçmenler, aralarında bizzat Deliorman Gacalları da olmalarına rağmen, yerli halka, tabiatıyla yerli anlamında Gacal demeyi uygun görmüşlerdir. Böylece, yerli (eski) halk sanal Gacal olmuş, diğerlerine ise, asıl Gacallarla birlikte ve sâdece muhâcir (göçmen) denmiştir. Bu durum, yâni Trakya'daki asıl ve sanal Gacal varlığı bugün hâlâ daha geçerliğini sürdürmektedir.
Buna canlı bir örnek gerekirse, Havsa'nın Necâtiye köyünde gerçek Gacallar yaşamaktadırlar. Bunlar kendilerini bilip-tanıdıkları gibi, durumlarını açıkça da ifâde etmektedirler. Trakya'nın başka yerlerinde de toplu ve dağınık olarak asıl Gacallara rastlamak mümkündür. Bunun yanında Yunanistan'ın Dedeağaç, Drama, Kayalar, Serez gibi birimlerinde de gene Gacallar yaşamaktadırlar

SLAV TÜRKLER POMAKLAR

                                                    SLAV TÜRKLER POMAKLAR




Pomaklar en genel tanımıyla ‘pomakça’ konuşan, slav kökenli Balkanların beş ülkesine(Bulgaristan-Yunanistan-Türkiye-Makedonya-Arnavutluk) yayılmış müslüman bir azınlıktır.
Balkan tarihinin karışıklığınında mirası olarak Pomaklar’ın kesin ve uzlaşılan bir köken tespiti her ne kadar yapılamamışsa da (slav kökenli olmaları konusunda bir fikir birliği mevcuttur), tarih kitapları arasında geçen ve gözden kaçırılan bir gerçeklik vardır. Bu da yıllardır söylenen (Türk resmi söylemi) Pomaklar’ın Peçenek-Uz-Kuman Türklerinin devamı olduğunu boşa çıkarmaktadır .Bu da daha Balkanlara Türk göçü (10.asırdaki) yaşanmadan önceki büyük Slav göçüdür. Bu göçler esnasında balkanlara Bulgar kavimleriyle birlikte ve akraba olan bir başka kavim Ekslavonlar yerleşmiştir ve yerleştikleri bölge yıllar sonra Pomaklar adıyla çıkan gurubun anavatanı sayılan Rodoplar bölgesidir. Ekslavonlar incelendiğinde günümüzdeki Pomaklarla dil,kültür,fiziksel özellik bakımından tıpatıp aynıdırlar. Ekslavonların adının hiç geçmemesinin sebebi balkanlara geldikleri gibi Bizansa karşı savaş yürütmüş olmalarından kaynaklanıyor.Daha sonraki süreçlerde dinsel olarakta ortodosk hıristiyanlardan uzak bir inanış içerisine (bogomolizm) girmiş olmalarından kaynaklı kendi soydaşlarınca bile düşman ve yok edilmesi gereken bir kavim olarak görülmüştür.Bunların sonucunda da tarih kitaplarına hiç geçirilmemiş adeta yok sayılarak yok edilmek istenmistir.Taki Osmanlının bölgeye gelmesine kadar bu süreç böyle geçmiştir. Bu süreç içerisinde Bulgarlaşma sürecine girilmiştir. Fakat eksik kalmaktadır ve bu süreç krize girdiğinde Osmanlının balkanlara gelmesiyle daha da derinleşerek kırılma noktası oluşmuş oldu.
Ana kütle olarak Ekslavon kavmi olmak üzere bir Pomak grubu ortaya çıkmaya başladı. Böylesi süreçler kartopu gibidir. Küçük bir çekirdek yuvarlandıkça büyür gayrı memnunları da yanına çeker., Gayrı memnuniyet eskiden gelebileceği gibi bazıları için çok sonraları da ortaya çıkar. Osmanlı döneminde islamlaşmanın avantajları Bulgarlık açısından yeni bir gayrımemnuniyet zeminidir. Hazırda zaten yeni ismiyle bir Pomak(Ekslavon kavmi) oluşumu vardır ve bu yeni gayrı memnuniyetsiz kesimi de içerisine çekerek büyür.Özellikle Lofça yöresi Pomakları buna en gözel örnektir kanımca. Çünkü yaşayışları ve dilleri farklı, hayvancı olmaktan çok tarımcıdırlar. Kuzey Bulgaristandaki köyleri dere yataklarındaki verimli arazilerde çok önceden beri tarım yapıyorlardı. Bundan dolayı hayvancı Rodop halkından farklıdırlar.İşte bu kartopu gibi yuvarlanış, büyüme ve balkanlardaki bütün gayrı memnuniyetsizlerin bir Pomak kütlesi etrafında birleşmesi günümüzde yapılan köken tartışmalarını da çıkmaza sokmaktadır.Nedeni ise her kesimin(Bulgar-Türk ve Yunan) pomakların içine baktığında kendine dayanak çıkartacak malzemeler bulabilmesidir. Bir de buna devletler arası politik entrikalarının da girmesiyle daha da karmaşık hal almıştır. Bir Bulgar yazarı rahatlıkla Pomaklar içinde eriyen müslüman Bulgarlardan yola çıkarak tüm Pomak kütlesine Bulgar damgası vurmaktan rahatsızlık duymaz. Yine Yunanlılar, Pomakların içinde erimiş olma ihtimali yüksek olan eski trakların varlığından yola çıkarak Yunan kökenli sayabilmektedir ve Türk tarihçileri ilk önce bulgarlaşan fakat Osmanlının gelmesiyle bundan sıyrılıp Pomak kütlesine katılan Peçenek-Kuman-Uz kütlesine dayanarak PomakTürkleri diyebilmektedir. Bu kısa girişten sonra günümüzde neler dendiğine bir göz atmak gerekiyor ,ama yukarıdaki yaptığım kısa açıklama doğrultusunda yorumlayarak...
Şimdi Pomaklar kimdir sorusuna çeşitli kaynakların verdiği cevaplara bir göz atmak gerekirse:
1-İngiliz Balkan azınlıklar uzmanı Hugh Poulton:Bulgar Müslümanlarının dini bir azınlık olduğunu,ana dil olarak Bulgarcayı konuşan, fakat islami geleneklere bağlı Slavik Bulgarlar olduklarını yazmaktadır.
2-F.Kanitz;’’Pomak’’sözcüğünün Slavca ‘’pomoçi’’(yardım etmek)fiilinin ‘’pomagaçi’’(yardımcı) biçiminden geldiğini ve Pomaklar’ın Osmanlı akıncı beylerine yerel savaşlarda ve fütühatlarında devamlı olarak ‘’yardımcı’’lık yaptıkları için bu adı aldıklarını ileri sürüyor. Pomagaçi, Balkan lehçesinde ‘’pomağa’’,daha sonra ‘’Pomak’’ şeklini almıştır.
3-Ischirkoff ve F. Bayraktareviç: Pomaklar’ın yoğun yaşadığı Rodoplar’da halkın,kendisini Achiryani veya Agaryani diye adlandırdıklarını yazıyor.(Türkiyede de Trakya bölgesinde Agren Pomak ları adıyla anılan bir pomak kesimi mevcut). Bu sözcüklerin Bulgarca’da hiçbir anlamı yok. Ama Milattan üç-dört yüzyıl önce eski Yunanistan’da yaşayan bir etnik grup;’’Grek Agriyani’’ olabilir. Pomakça’daki sözcüklerin yalnızca yüzde 5’i Yunanca’yı içeriyor.
4-Bulgar edebiyatında önemli bir yeri olan Veda Slavena adlı aserlerdeki öykülerin birçoğu, Rodoplar havzasında geçiyor ve Pomaklar’ın eski Trak kavimlerinden geldikleri,inançları,gelenekleri anlatılıyor. Trakya’ya adını veren Traklar, MÖ 2000-3000 yıllarında bu bölgede kabileler halinde yaşıyorlardı.
5-Genel Türk resmi tarhihçileri ve milliyetçi görüşler pomaklar’ın XI . ve XII . yüzyılda Ukrayna ve Romanya üzerinden Balkanlara inen Kuman ve Peçenek Türkleri’nin soyundan günümüze uzanan bir geçmişi olduğu savunulur. Günümüzdede yazılarında ‘’Pomak Türkleri’’ adlandırması kullanılır.
Görüleceği üzere çok karmaşık bir hal alan Pomaklar’ın köken tartışmaları uzun sürecek bir konudur.Burda asıl dikkat edilmesi gereken tek bir konu vardır aslında Pomaklar’ın binlerce yıl önceki kökenlerini araştırılırken günümüzde Pomak’lık ve de Pomakça dili bu tartışmalar çerçevesinde kaybolmakta ve hatta bilinçli olarak kaybedilmeye çalışılmaktadır. Elbetteki bu türlü çabalar sonuç almayacağı gün gibi ortadadır, günümüzde Pomaklar diye bir grup vede Pomakça diye konuşan birileri var mı buna bakmak bunu esas almak gerekir. Dil ve yaşadığı coğrafya bakıldığında vede fiziksel özelliklerden tutun da gelenek göreneklerin çoğunluğu slavik özellikler taşıdığı görülecektir.
Bu çerçevede şu tür yaklaşımlarda mevcuttur: ‘’Pomaklar slav asıllıdır" iddiasını kabul etmeden önce çok daha fazla bilgiye ve kanıta ihtiyacımız var ‘’deyimi tamamen ters.
İşin gerçeği şu(Türkiye de) bazı Pan-Türkist milliyetçi yazarların iddiaları bir yana; bölgedeki ülkelerin tamamı ve Türkiyedeki akademik kaynaklar başta olmak üzere dünyanın bütün ileri gelen akademik kaynakları Pomakların Slav asıllı müslümanlaşmış bir grup olduğunu peşinen kabul ettiği halde,süreç tam tersine ilerliyor. Pomakların slav asıllı,balkanlı bir topluluk olduğuna ilişkin deliller süratle ortadan kayboluyor,kaybediliyor.

27 Ağustos 2013 Salı

Anadolu'da İlk Türkler

        ANADOLU DA İLK TÜRKLER (ARAŞTIRMALAR)

Anadolu, jeopolitik konumu yönünden , tarihin her safhasında çok güçlü medeniyetlere sahip olmuş ve kültür varlığını her zaman hissettirmiş, dünya tarihinin anahtar bölgesidir.


Bugün, Anadolu’nun sırlarla örtülü kültür mirası, hayret edilecek bir zenginlikte ve el değmemişliktedir.


Birbirinden zengin uygarlık izlerinin bulunduğu Anadolu’nun her köşesi, gizlerle doludur.


Doğu Anadolu’nun da, Anadolu tarihinde önemli bir yeri vardır. Hemen hemen 20 nci yüzyılın ortalarına kadar Doğu Anadolu’daki tarih öncesi yerleşim bölgeleri  hakkında hiçbir bilgiye sahip değildik.


Geçtiğimiz yıllarda Doğu Anadolu’da keşfedilen sayısız kaya kabartmaları büyük heyecan yarattı. Bunlar,  bu bölgenin tarih öncesi  gelişimini birden bambaşka bir bakış açısıyla görmemizi sağladı.


Doğu Anadolu’da kaya kabartmaları esas olarak dört bölgede rastlanmıştır : Malatya- Adıyaman çevresi, Kars, Van ve yöresi, Hakkari Dağları...


Türk Tarih Kurumu üyesi Dr. Oktay Belli, İÖ. 15 000 – 7 000 arasına ait Van yöresi kaya  kabartmalarını gün ışığına çıkartmıştır. Hakkâri dağlarındaki Yedisalkım yöresinde, nehir yataklarının üstünde rastlanan mağaralarda tarih öncesine ait tanrı resimleri bulunmuştur.


Bu sanat eserlerini yaratan insanlar hakkında bugün kesin bilgilere sahibiz. Çünkü benzer kabartmalara Doğu Azerbaycan’da, Kohistan’da, Altay bölgesinde ve Sibirya’da rastlanmıştır. Bu kabartmaların ortaya çıkış sıklığı, bunların kesinlikle ilk Türkler dönemine ait olduğunu kanıtlamaktadır. Bu resimleri  yapan insanlar, en eski Türk göçebe ya da yarı göçebe aşiret topluluklarına bağlıydılar.


Gevaruk Ovası’nda(Hakkâri) ve Tirşin Yaylası’nda bulunan stilize kabartmalar için de aynı şey söylenebilir.


Gevaruh ve Tir-i-şin kabartmaları, Erzurum’daki Cunni Mağarası ve Ayzani’de ( Çavdarhisar – Kütahya ) bulunan Zeus Tapınağı’nın taşlarıyla büyük benzerlikler göstermesi açısından son derece önemlidir ; o yörenin eski Türk aşiretlerine ait olduğu anlaşılmaktadır.


Bütün bu buluntular, tarih öncesi  dönemde Doğu Anadolu ile Azerbaycan ve Sibirya bozkırlarının, ayrıca Türk boylarının anayurdu Altay yöresinin sanatsal ve kültürel  merkezleri arasında yakın bir ilişkinin varolduğunu göstermektedir. Tarih öncesi dönemden günümüze, Orta Asya’dan Anadolu’ya bütün gezginci, yarı göçebe ilk Türk ve Türk boyları arasında canlı bir ilişki süregelmiştir.


Buluntular, genel anlamda: kaya üstü ve mağara resimleri,yazı elemanlarını içeren kaya resimleri ( petroglifler), yazıya geçişi gösteren kaya resimleri ve nihayet yazıtlar  şeklindedir.


Bunlardan :
Van- Hakkari, Tir-i-şin Yaylası’ndaki buluntular İÖ. 15 000,
Gevaruh Vadisi’ndeki buluntular İÖ. 10- 8 000,
Hırkanis Suyu, Mazur Vadisi buluntuları İÖ. 8 000’e tarihlenmektedir.



Ünlü tarihçi  Kâzım Mirşan, Anadolu’nun tamamındaki bilinen buluntuların hemen hemen tamamını okumuş ve kayda almıştır.


ANADOLU KAYA RESİMLERİ VE YAZITLARI


Bazı batılı ülkeler,  Türkler’i  Anadolu’dan  kovmak, ya da en aşağı Anadolu’da Türkler’i etkisiz hale getirmek ve her şeyin üstünde Doğu Anadolu’da çıkarlarına en uygun yapay devletler oluşturmak için büyük  çaba içindedir.


Oysa, aksi tüm iddialara rağmen Anadolu, tarih boyunca bir Türk vatanıydı.


Anadolu’nun her yerinde, özellikle Doğu Anadolu’da bulunan kaya üstü ve mağara resimleri, yazı elemanlarını içeren kaya resimleri ( petroglifler), yazıya geçişi gösteren kaya resimleri ve nihayet yazıtlar  bu fikri doğrulamaktadır.


Araştırmacı- Tarihçi  Kâzım Mirşan’ın, okuyup kayda aldığı bazı buluntular şunlardır:


ÇİLGİRİ YAZITI:
Doğu Anadolu’da, Ön- Türk dil ve düşüncesi hakkında geniş bilgi veren, ilk Ön- Türk yazıtıdır. İlk ve en eski olması nedeniyle bütün Anadolu uygarlık tarihinin en eski yazıtı dememiz mümkündür.



45 santimetre çapında, mermer bir silindirdir. Ortasındaki haç ve kenarındaki çok sonraları kazınmış olan Ermenice yazı nedeniyle Ermeni Mezar Taşı sanılmıştır. Kâzım Mirşan, Ermenice yazıların sonradan kazınmış olduğunu belirlemiş, Ön- Türkler’e ait  damga ve yazıları çözmüştür.


İçeriği tam olarak anlaşılamadan, sadece üzerindeki yazılar sebebiyle Van Müzesi’nin bahçesinde açık havada tutulurken, önemi kavrandıktan sonra, kapalı alana alınmıştır.


TİR-İ-ŞİN YAZITI:Tir-i-şin Yaylası’nın 8 km. kuzey doğusundaki Tahtı Melik Zirvesi’nde ele geçen petroglif (yazı elemanı içeren  kaya resmi) , İÖ. 6 000’lere tarihlenmektedir.


Mirşan’ın açıklamasına göre, petroglifin içeriği, (Mukaddesata erişen, ölen kişinin GÖKTE ASILI KALMASI...), yani tekrar doğmak üzere cennette yer alması, demektir. Bu da, İÖ. 6 000’lerde, Ön- Türkler’in tek tanrı inancına sahip olduklarının ifadesidir.


BAŞET PETROGLİFİ:
3720 metre yükseklikteki Başet Dağı’nda bulunmuştur. İÖ. 4 000’lere tarihlenmektedir. Bu petroglifle, damgaların, satır, dizi halinde sıralandığı, düşüncenin düzen kavramına vardığı seçici olduğu bir döneme girilmiştir.



Kâzım Mirşan, petroglifin içeriğini şöyle açıklamaktadır : ( Kutsal majestelerinin günahsız ruhlarının toplandığı yere uçuşu)


Burada, ruhların toplandığı yer, ileriki yıllarda, cennet kavramına dönüşmüştür.


CUNNİ MAĞARASI YAZITLARI:Erzurum -Karayazı İlçesi Salyamaç Köyü yakınlarındadır.
Mağara duvarlarına işlenmiş olan yazılar, Ön- Türkler’in Doğu Anadolu yaylasından Anadolu içlerine doğru ilerlemiş olduklarını göstermektedir. Bu mağara yazıtlarını Prof. Dr. Hâmit Zübeyir Koşay bulmuş, yazıtların tamamını Kâzım Mirşan okumuştur.



Mirşan’a göre, İÖ. 3 000’lere tarihlenen Cunni Mağarası, bir ATEŞ EVİ’dir.
Yazıtlardan  Cunni Mağarası’nda Kral ISUB-ÖG’ün gömülü olduğu anlaşılmaktadır. Tabii, gömülü olan kralın külleridir.
Yine Mirşan’a göre, buradaki bazı yazıtlar, hiyerogliften önce  hiç sözü edilmeyen Mısır yazısına aittir. Ve bu yazı, Orta Asya’dan Mısır’a gitmiş olan Ön- Türkler’e ait  damgalardan oluşmaktadır.



TRABZON YAZITLARI:
Kâzım Mirşan, Trabzon’daki bir mağarada bulduğu Ön- Türkler’e ait bir yazıdan, kentin eski adının OY-ONUL olduğunu, bu ismin (Başarı inancı) anlamına geldiğini  ileri sürmektedir.



Mirşan, aynı yerde bulunan  ikinci bir yazıyı da UW-ON ONULUS UQUS olarak okumuştur. Ona göre bu yazının anlamı da, ( Tanrıyla özdeşleşme) demektir. 


TAŞLARDAKİ  TARİH Türk tarihi ile ilgili ulusal basında çıkan üç haber...


Esasen  konu bilinmeyen bir şey değil ama, yine de (Kâzım Mirşan’ın söylediklerini  hatırlayarak) okumakta yarar var. 


19 Haziran 2001, Milliyet :
“ Malazgirt Efsanesi Yıkılıyor



Tarih kitapları, Türkler’in Anadolu’ya 1071’de Malazgirt savaşıyla girdiğini yazar. Yeni kurulan Meclis Ahlat Komisyonu Başkanı’na göre ise Türkler, İÖ. 650’lede Ahlat’ta dünyanın en büyük kentlerinden birini kurmuş.


Komisyon başkanı MHP Bitlis Milletvekili İbrahim Halil Oral’ın, “ Ahlat da nereden çıktı?” sorusuna yanıtı ise Türkler’in Anadolu’ya giriş efsanesini yıkacak cinsten...


“ Ahlat’ın geçmişi İÖ. 650 yıllarına kadar dayanıyor. Türkler’in Anadolu’ya girişini Malazgirt olarak biliyoruz. Ama bundan yüzyıllar önce Anadolu’ya ilk gelen Türkler, Ahlat’a yerleşmiş ve dünyanın ilk büyük kentlerinden birini kurmuş.


30 000 metrekare alanda, 5 metre yüksekliğindeki mezar taşlarında, Kayı dahil Türk boylarına ait tarihi kayıtlar var.”


7 Eylül 2002, Akşam :
“ Ana Vatanımız Anadolu Çıktı  



Hakkari’de bulunan 3200 yıllık mezar taşları ana vatanımızın  Anadolu olduğunu gösterdi.


Hakkari’de yapılan bir kazıda bulunan mezar taşları, Türkler’in ana vatanının “ Orta Asya değil, Anadolu olduğunu” ortaya çıkardı.


Prof. Dr. Veli Sevin önderliğinde yapılan kazıda, İÖ. 1200 yıllarına ait BALBAL adı verilen Türkler’in kullandığı mezar taşları bulundu.


Böylece, Türkler’in Orta Asya’dan dünyaya yayılışı inancı  da büyük darbe yedi. Tarih kitaplarında Türkler’in Anadolu’ya geliş tarihi olarak 1071 yılında yapılan Malazgirt Savaşı gösteriliyordu.


Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Türkler’in İÖ. 1200’lü yıllarda bu bölgede yaşadıklarını kanıtlayan mezar taşlarını Prof. Dr. Veli Sevin’in önderliğindeki kazıda bulunduğu bilgisini verdi.


Prof. Dr. Halaçoğlu, şunları söyledi :
“...Balballar, üzerinde Türk motifleri bulunan , Orta Asya Türk dünyasında sıkça rastlanan Göktürk öncesine ait mezar taşlarıdır.
Anadolu’da ilk defa bu tür bir figüre rastlandı.
Arkadaşlarımız Orta Asya’ya giderek Hakkari’de çıkan balbalların oradakilerle karşılaştırmasını yaptılar.  Bunlar tamamen Türk figürlü mezar taşları...
Buluntular, Türkler’in İÖ. 1200’lerde Hakkari’de yaşadıklarını  kanıtlıyor, bunun ikinci bir izah yolu yoktur. “



10 Ekim 2002, Hürriyet :
“ Arkeolojik Kazılar



18 Mart  Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin araştırması çok önemli bir gerçeği ortaya çıkardı.; Türkler, Anadolu’ya İÖ. 2 000 yılında geldiler.


Hakkari’de yapılan arkeolojik kazılarda bu konu ispatlandı. Bulunan 13 kabartma ve aile mezarı, yirmi milyon satışlı National Geographic dergisinin Ekim sayısına da konu oldu.


Başta Ermeniler olmak üzere bazı etnik kimliklerin tekelinde olduğu iddia edilen  Güneydoğu’nun öz Türk anayurtlarından biri olduğu böylece ispatlandı.
Türkler’in Anadolu’ya 1071’de değil de, 3200 yıl önce geldiğinin belgelenmesi, dünya gündemine de oturdu.”


Sultan Alparslandan bir kaç asır önce geldi denilen Türklerin, Anadoluya çok uzun yıllar önce geldiği ortaya çıktı..
                                                                 
Türklerin Anadolu’daki 3 bin 200 yıl önceki izleri bulundu
Kuzey Doğu Anadolu’da insan at ve köpeğin yanyana gömüldüğü binlerce yıllık bir mezarın ortaya çıkarılması Orta Asya ile Anadolu’nun bağlarının bilinenden de daha eski geçmişe dayandığını gösterdi. Doç. Alpaslan Ceylan, bulunan mezarın Anadolu tarihi açısından çok önemli olduğunu söyledi.
3200 yıllık bağ!..Kuzey Doğu Anadolu’da insan at ve köpeğin yanyana gömüldüğü 3200 yıllık bir mezarın bulunması Orta Asya ile Anadolu bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığını gösterdi
Anadolu’da ilk kez, insan, at ve köpeğin yan yana gömüldüğü bir mezar ortaya çıkarıldı. Kuzey Doğu Anadolu’da bulunan mezarın Anadolu ile Orta Asya’nın bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığının en önemli bulgularından biri olduğuna dikkat çekildi. Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Alpaslan Ceylan, “Türk Dünyası Yüzey Araştırmaları Projesi” kapsamında sürdürülen çalışmalar kapsamında Kuzey Doğu Anadolu’da ortaya çıkarılan insan, at ve köpeğin yer aldığı mezarın ilk belirlemelere göre MÖ 2-1 binli yıllara ait olduğunu anlattı. Mezarın kesin tarihini belirlemek için çalışmaların sürdüğünü kaydeden Doç. Dr. Ceylan, proje ekibinde yer alan antropologların da konuyla ilgili çalışmalarını sürdürdüklerini belirterek, “Bu mezar Anadolu tarihi açısından çok önemli” diye konuştu.Kurgan geleneğiİnsan, at ve köpeğin aynı mezarda yer almasının Orta Asya geleneği olduğunu kaydeden Ceylan, bu tür mezarların Orta Asya ve Kırım bölgesinde çok sayıda bulunduğunu ifade etti.
Ceylan, “Anadolu’da bu tip bir mezar ilk defa ortaya çıkarıldı. Kaçak kazı yapanlar tarafından talan edilmeye çalışılan tarihi mezarlıklar arasında tespit ettiğimiz mezar, Orta Asya ile Anadolu’nun bağlarının binlerce yıl öncesine dayandığını gösteriyor. Bu mezar Türk kurgan geleneğini ile örtüşmekte” dedi.


Araştırmacı yazar Tarcan, Türklerin Anadolu’daki varlığının aslında 15 bin yıla dayandığını ve Türklerin Anadolu’ya giriş tarihi olarak bilinen “1071” yılının Avrupalıların dayatması olduğunu söyledi. Programda İzmir Barosu Başkanı Avukat Nevzat Erdemir de önemli açıklamalar yaptı. Haluk Tarcan’ın yaptığı açıklamalar ve gösterdiği belgelere göre Dünya tarihi Türklerle başlıyor ve Türk kültürü tüm dünya kültürlerinin temelini oluşturuyor. Buna göre; yazıyı Sümerlerden, hukuku Romalılardan binlerce yıl önce kullanıyorduk.

‘Kürt’ Öztürkçedir
Haluk Tarcan Amerikalıların Van’ın Muratlı Kasabası’nda yaptıkları gen araştırmasını gündeme getirdi. “Amerikalılar Van’da insanlardan DNA örneği alıp bir araştırma yaptı. Amaçları Etrüsklerin Türk olmadığını dolayısıyla da Kürtlerin de Türk olmadığını ispatlamaktı. Sonuçta yüzde 97 uyum bulundu ve bu şekilde Kürtlerin de Türk kökeninden geldiği ortaya çıktı. Ayrıca, Kürt ’yönetim müsaadesi’ anlamına gelen Öztürkçe bir sözcüktür” dedi. “Batı bile Türklerin büyük bir tarihi geçmişe sahip olduğunu biliyor” diye konuşan Tarcan, Orta Asya insanı M.Ö. 80 binlerde insanüstü bir varlığın olduğunu kabul etmiştir. Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Varlık yokluk meseleleri üzerine düşünmeye başlamışlar. Bu şekilde felsefenin temellerini atmışlardır. Bizim süper entelektüellerimiz buna nasıl karşı çıkacak? diye sordu.

İlk tarihçi Bilge Atung
Tarcan’ın açıklamalarına göre, dünyanın ilk tarihçisi Bilge Atung Ukuk adlı bir Öntürk kumandanıdır. Tarcan, “Heredot’tan 87 yıl önceki M.Ö. 572-535 yılları arasında yaşamış olan ordu kumandanı ilk tarihçidir. Bizim ön atamızdır” dedi. Programda Alevilerin Öntürk kültürünü günümüze taşıyıp taşımadığı sorusu da soruldu. Tarcan, Alevi mezarlarında bulunan Öntürkçe damgaların bu tezi güçlendirdiğini ifade etti. Mısır hiyerogliflerinin doğru okunduğunu düşünmüyorum diyen Tarcan hiyerogliflerin okunan kısmında Öntürklerin varlığının görüldüğünü belirtti. Tarcan, arkeolojik eserlerin değerlendirilmesinde gördüğü yanlış uygulamayı da örnekleriyle anlattı.

1071 tarihi Batı’nın icadı
Haluk Tarcan, Anadolu’ya M.Ö. 13 bin yılında geldiğimizin bölgede bulunan mağara yazılarıyla ortaya çıktığını söyledi. Tarcan “atalarımız 13 bin yılında geldiğine göre demek ki buzullar nedeniyle göç ettiler. 1071 tarihi Batı tarafından Anadolu’daki Türk varlığını yok etmek için icat edilmiştir. En son geliş tarihimizi ilk geliş gibi göstermişlerdir” dedi. “Anadolu’ya göçebe değil göçmen olarak geldik. Geldiğimizde yazıya ve bir kültüre zaten sahiptik” diyen Araştırmacı-Yazar Tarcan, Türklerin Anadolu’ya ve oradan da Avrupa’ya yaydığı kültürünü şu şekilde anlattı: “Sümerler yazıyı 5 bin yılında buldu biz 12 binlerde yazı elemanı içeren figürlere sahiptik. İlk okul ve üniversite bu nedenle Öntürklerde görüldü. Anadolu’ya ışık getirdik. Türkler, Batıya demokrasiyi, seçimi götürdüler.

Pontus çarpıtması
Tarcan, Pontus Rumlarının Trabzon’a M.Ö 700-800 yıllarında yerleştiğini ancak Türklerin M.Ö. 2000 de orada olduğunu söyledi. Araştırmacı Tarcan, bu bölgede yapılan araştırmalarda bu gerçek bilinmeden değerlendirme yapıldığı için bulunan eserlerin Türk kültürüne göre değil Hıristiyan kültürüne göre yorumlandığını ifade etti. Haluk Tarcan, “İstanbul, Konstantin’in değil Türklerin şehridir; Pekin ve Moskova’yı da Türkler kurdu” dedi.

4 Ağustos 2013 Pazar

Balkanlarda Türklerin ilk göçleri ve gelişimi

                        Balkanlarda Türkler ve kronolojisi

Balkanlarda Osmanlı mirasını aramak anlamsız bir şeydir. Çünkü bizzat Balkanlar Osmanlı mirasıdır. “Bu bölgeye bu ismi veren Türkler değil, Avrupalı coğrafyacılardır. Osmanlıya göre bu bölgenin umumi ismi Rumeli’dir. Balkan bölgesi, etnik linguistik bakımından dünyanın en karmaşık bölgelerinin başında gelmektedir. Tarihin hemen her döneminde yoğun çatışmalara neden olmuş bu bölge, bugün de yaşanmış, yaşanmakta olan ve gelecekte yaşanacak çatışmalarla, dünya kamuoyunun tüm dikkatlerini üzerine toplamıştır. “Başka bir anlatımla, tarihi ve edebi imgelerde Balkanlar ürkütücü, ama pek tanımlanmamış bir bölge gibi gözüküyor. Balkanlar dünyanın dört büyük medeniyetinin örtüştüğü, dinamik, bazen patlayıcı, çok katmanlı yerel bir uygarlık yarattığı bir sınır bölgesidir. Eski Yunan ve Roma, Bizans, Osmanlı Türkiye’si ve Katolik Avrupa kültürleri burada buluştu, çatıştı, bazen kaynaştı; burası hiçbir kültürün tek başına egemen olamadığı bir topraktır.” “Balkanlar ve Türklük” birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Çünkü Balkan coğrafyasına ilk yerleşenler, Türklerdir. Diğer bir anlatımla, Avrupa’ya ve Balkanlara gelen ilk Türkler, Hunlardır. “Hunlar” V. asrın ilk yılarından itibaren Balkanlara girdiler. Hun Hakanı, Atilla, Balkanların büyük kısmını ele geçirdi ve taht şehri, bugünkü Macaristan’da idi. VI. asırda Avar Türkleri de Balkanların kuzeyini hâkimiyetlerine aldılar. Atilla’nın bir suikast neticesinde ölmesi ve oğullarının başarısız olması neticesinde imparatorluk yıkıldı. Hunlar, 1000 yıllık “Gök Tanrı” dinini bırakarak “Katolik” oldular. Yavaş yavaş Türkçeyi unutarak bir Fin dili olan Macarcayı konuşmaya başladılar.
Hun Türklerinden sonra, Avrupa’ya gelen ikinci Türk kavmi “Avarlar” olmuştur. Avarlar, Balkanlarda M.S. 558–835 yılları arasında devlet hayatı sürdüler. Hatta 626 yılında Bizans’ı muhasara ettiler alamadılar, bu tarihten ancak 837 yıl sonra Fatih Sultan Mehmet (1453) fethedecektir. 796 yılından itibaren Hıristiyanlığı kabul eden Avarlar, bilahare Avrupa ve Bizans’ında etkisi ile Slavlaşarak tarih sahnesinden çekildiler.
VII. asırda başka bir Türk kavmi, “Bulgarlar”, Tuna güneyine inerek yurt tuttular. Balkanlardaki Bizans hâkimiyetini geniş ölçüde hırpaladılar. Sonunda Slavlaştılar… Sonra, Balkanlara, Karadeniz’in Kuzeyinden, “Peçenekler, Oğuzlar, Kumanlar, Kıpçaklar” geldi… Bu Türk kavimleri, yarımadayı yıldırım gibi istila ettiler. Pek çok kültür unsuru bırakarak eriyip gittiler. Balkanlardaki sayısız ailenin Türk asıllı olduğu, soyadlarından bugün de anlaşılır… Türkçe binlerce coğrafya ismi, bugünde de Balkanlar’a hâkimdir… Balkan milletleri musikilerini, Türk musikisinden almışlardır… Balkan dilleri, Türkçe kelimelerle doludur. Balkan kavimlerinin kıllık kıyafetinde, yiyip içmelerinde, zevk ve adetlerinde Türk tesirleri hala silinememiştir. Daha geniş bir anlatımla, Rumeliler, çeşitli Türk kavimleri Kuzey Karadeniz steplerinden gelip daha VI. yüzyıl’dan başlayarak Balkan yarım adasına yerleşmişlerdir. Fakat Bizans’ın dini baskısı ve daha önce yerleşik hayata geçmiş olan Slavlarla karışmaları sonucu ortadan kaybolmuşlardır. VII. y.y.’da gelenler askeri egemen sınıf olarak Kuzey-Doğu Balkanlar da güçlü devletler kurmuşlardır. Bunların arasında Türk boyu olan Kutrigurların kurmuş olduğu Bulgar hanlığı önemlidir. Bulgar hanları, IX-XI. y.y.’da (1018’e kadar) Balkanlarda Bizans İmparatorluğunun yerini almışlardır.
Kaynaklar daha IX. yüzyıl sonlarında, Theophilactus zamanında 14 bin kişilik bir Türk topluluğunun “Vardar ve Struma” arasında yerleştirildiğini yazar. Eski “Hun-Bulgar” geleneğini devam ettiren ve çoğunlukta XI. yüzyılda toplanan kuzeyden gelen Türk akınları, Dobruca-Deliorman üzerinden nihayet en fazla Trakya’yı etkiliyordu; ama “Peçenek, Oğuz ve Kıpçak” birlikleri kimi zaman daha küçük ölçekte Makedonya’ya kadar da ulaşıyordu. Mesela, Oğuzlar, Kumanlardan kaçarak Balkanlara girdiklerinde yaptıkları saldırılardan Makedonya da nasibini almıştır. Benzer bir şekilde, güçlerinin büyük bir bölümü Kuman-Bizans ittifakı tarafından 1091 yılında yok edilen Peçenekler, son bir kez ayağa kalktıklarında Balkanlara ulaşabildikleri tüm Bizans arazisini yağmalamışlar, Trakya ve Makedonya’yı da çiğnemişlerdir. Ancak, Peçenekler 1122 yılında tattıkları acı yenilginin ardından artık Bizans için sorun olmaktan çıkmışlardır. Peçeneklere yenilip Bizans’a sığınan Oğuzların bir kısmının Yukarı Vardar vadisine yerleştirildiği biliniyor. Oğuzlardan kurulu 15 bin kişilik bir birlik, Bizans ordusu saflarından 1071’de Malazgirt’e gitmiş, aileleri Makedonya’da olduğu halde, buradaki büyük savaşta soydaşları olan Selçukluların tarafına geçmişlerdir. Bunlar daha önce Hıristiyanlığı kabul etmekle birlikte, bu kişilerin Osmanlı zamanında Müslüman oldukları anlaşılıyor; çünkü onların yerleştiği Vardar ovası, Balkanlarda Türklüğün en fazla tutunduğu yerlerden biridir. İyi bilenen bir diğer iskân ise, Moğollardan kaçan Kumanların bir kısmının Ioannes Vatatzas (1222–1254) zamanında Makedonya’nın kuzeyine yerleştirilmesidir. Üsküp’ün kuzeyinde bulunan Makedonya’nın en önemli kentlerinden Kumanovo’nun ismi bunlardan gelmektedir. Daha sonra Kuman Türkleri, 1389 I. Kosova Meydan Muharebesinde Osmanlı Türklerine her yönden öncülük, artçılık ve keşif kollarında en faal yardımcılık görevlerini seve seve ifa ettiklerinden dolayı yardımcı anlamına gelen poma/pomag “pomag” ve ya Pomak sıfatı verilmiştir. Rodop’lardaki bazı Kuman Türklerine Pomak (yardımcı), Pirin ve Vardar Makedonya’dakilere ise Torbeş ve Goran (Dağlı), Filibe, Stanimaka çevresindekilere de Şop (yardımcı) isimler verildi. Makedonya’ya kuzeyden gelen Türklerin yerleşimi daha sonra da sürmüş, daha I. Murad zamanından itibaren buraya Tatarlar gelip yerleşmişlerdir. Buradan iki sonuç çıkartmak mümkündür: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğundan önce Balkanlara gelen Türklerin, Hıristiyan olduktan sonra yerli halka karışıp ortadan kalktıkları hakkındaki yaygın ve basit savlar, sağlam temele oturmamaktadır. Bunlar büyük ölçüde varlıklarını korumuş, kısa bir süre sonra gelen Osmanlılar sayesinde de yeniden ve güçlü bir şekilde öz milli kimliklerine dönmüşlerdir.
Diğer sonuç ise, Balkanlardaki Türk varlığını sırf Anadolu’dan giden ”Yörük göçü” ile açıklamak mümkün değildir. Geçtiğimiz yüzyılda Bulgaristan ve Makedonya nüfusunun yarısına yakın Türk’tü. Anadolu’daki Türk oranı da çok farklı değildi. Balkanlar, ancak kuzeyden gelenler sayesinde Anadolu’ya yakın bir Türklük oranına kavuşmuşlardır.
İşte, Osmanlıların Rumeli dediği Balkanlar, uzun yıllar Müslüman Türklerin hâkimiyeti altında kalmıştır. Osmanlı Devleti, Rumeli’de ilk fütuhata başladığı andan itibaren ele geçirdiği şehir ve köylerde “sistemli bir iskân politikası” takip etmiştir. Bu hâkimiyet yıllarında, Türk ailelerinin hepsi, istinasız Anadolu’dan rastgele değil, seçilerek Balkanlara getirilmiştir. Müslüman Türk aileleri, fethedilen yerlere yerleştirildikten sonra, devletin alakası kalmamış. Sultan I. Murad müteakiben Yıldırım Beyazıt döneminde de Rumeli’nin Türkleşmesi amacıyla daha büyük ölçüde Türkmen ve Yörük unsurunun nakledildiği bilinmektedir. Bu nakil sırasında, devlet tarafından kendilerine zengin topraklar verilerek, bütün akrabalarıyla göçecek olanlara yurtluk, toprak, tımar gibi imtiyazlar tanınmak suretiyle muhaceret teşvik edilmiştir. “Hunlar, Kumanlar, Oğuzlar, Avarlar, Peçenekler ve Bulgarlar” Balkanlara Osmanlıdan önce göç etmiş Türk kavimleridir. 1360’lardan sonra ise, Osmanlı yönetimindeki Türkler bu bölgeye yerleşmeye başlamışlardır. Derebeyleri tarafından sömürülen ve zulmedilen köylü ve şehirli halk nefes alabilmek ve insanca yaşayabilmek için Osmanlının gelmesini dört gözle beklemiştir. “Balkan’lardaki Osmanlı fetihleri’nin” niye bu kadar kolay olduğunu açıklamak güç değildir. Osmanlı istilası, bir yağın bağımsız kral,  despot ve ufak beyin kendi yerel çekişmelerinin çözümü için dış yardım aramakta tereddüt göstermediği, politik bir parçalanma dönemine denk düşüyordu. Balkanlarda hüküm süren bu çözülüş içinde yalnız Osmanlılar tutarlı bir politika izliyorlardı. Bunun uygulanabilmesi için gerekli askeri güç ve merkezi yetki de yalnız onlarda vardı. Avrupa’nın ilk daimi ordusu yeniçeriler, Osmanlılara büyük bir üstünlük sağlıyordu ve doğrudan doğruya sulatanın buyruğu altında idi.
İlk dönem boyunca, Osmanlıların karşısına önemli bir devlet, ne Balkanlar’da ne de Anadolu’dan çıkmıştır. Bu dönemde Balkanlarda hükümetin adına vergi toplayan tahsildarlar, halka eziyet ediyor ve haksız davranıyordu. Attika ve Mora’da dayanılmaz hale gelen Katolik Latinlerin zulmü sonucu, buraların halkı ve idarecileri birçok kez Osmanlıları yardıma çağırmışlardır. Mora despotu I. Teodora bile Latinlere karşı Osmanlılardan yardım istemişti. Daha sonraki tarihlerde Mora ve Attika bu çağrılar sonucu fethedilmiş ve Rum halkı Türkleri kurtarıcı olarak karşılamıştır. Aynı şekilde Arnavutlarda yerli beylerin ve Venediklilerin zulmüne karşı Türklerin ülkelerine gelmelerine, kurtuluşları gözüyle bakmışlardır. I. Murat’ın 1383 tarihinde Kara Timurtaş Paşayı Arnavutluk seferine göndermesi Arnavut beylerinin Osmanlılara yaklaşmalarından kaynaklanmaktadır. Daha sonraki yıllarda bilindiği gibi Arnavutlar büyük kütleler halinde Müslümanlığı kabul ederek, Balkanlarda Türklerden sonra gelen ikinci en büyük Müslüman kitleyi oluşturmuşlardır. O tarihlerde Bosna ve Kuzey Makedonya’da yaşayan Bogomiller’de (Ortaçağda ortaya çıkan yeni bir Hristiyan mezhebidir) kısa zamanda Türk idaresini kabul etmekle kalmamışlar, toptan İslam dinine girerek bugünkü Bosna ve Kuzey Makedonya’da (Goralılar) yaşayan Müslümanları meydana getirmişlerdir.
“Rumeli Fatihi” denen ve mezarı Gelibolu’da bulunan Osmanoğlu “Orhan Gazi’nin” büyük oğlu ve Birinci Murad’ın ağabeyi Veliahd-Şehzade Gazi Süleyman Paşa, 1353’te Gelibolu yarımadasına fetih maksadı ile geçerek Avrupa’ya ayakbastı. Balkanların gerçek fatihi, “Gazi Süleyman Paşa’nın” ölümü üzerine veliahd ve az sonra babası Orhan Gazi’nin ölümü ile Padişah olan (1362) “Birinci Sultan Murad Handır” ki, Süleyman Paşa’nın kardeşidir. Temmuz 1362’de tahta geçer geçmez, Edirne’yi, Filibe ve Zağrayı almış, Meriç vadisine hâkim olmuştur. 1389’da birinci Kosova muharebesinde şehit düştüğünde, Osmanlı yönetimi, Tuna’ya, Tuna deltasına, Adriyatik denizine, Afrika yarımadasına dayanmış bulunuyordu. Oğlu Yıldırım Beyazid (1389–1402), Balkanlardaki Türk hâkimiyetini kesinleştirdi. Bundan sonra, Hıristiyan Avrupa, Osmanlıya karşı savunabilme amacıyla birleşik Haçlı kuvvetlerini oluşturdu. İki buçuk asır (1400–1683) Avrupa, Osmanlıya karşı savunma harbi yaptı. 1683 Viyana kuşatmasına kadar… Sultan Murat Hüdavengidar zamanında başlamak üzere, bütün Türk Devleti padişahlık döneminde, Rumeli’yi Balkanlar’ı ve Avrupa’yı Türkleştirmek için soyunda ve sopunda hiçbir karışım olmayan Türk ailelerinden oluşan özel güçleri buralara göndermişlerdir.  Bu göçlerin büyük çoğunluğu Oğuz Türkleri, “Müslüman Oğuzların Yörük Türkmen boylarından” gönderilen aileler teşkil ermektedir. Müslüman Oğuzların, Tanrıdağı ve Karagöz Yörüklerinden olup, Konya ve Aydın yöresine yerleşmiş bulunan isimler, teker teker yazılı bulunmaktadır. Buradaki, 950 tarih ve 82 numaralı l yazıcı defteri ile 1051 tarih ve 469 numaralı il yazıcı defterinde Anadolu’dan Rumeli’ye geçen Türk boy ve ailelerinin isimleri açıkça yazılı bulunmaktadır. Bunların Müslüman Oğuz Türk’ü Yörük Türkmen boylarından oluşan ailelerinin kimler olduğunu kayıtlarda belirtilmektedir. Aynı zamanda unutulmaması ve dikkate alınması gereken şey de, bu kayıtlarda, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün atalarının da, Anadolu’dan Konya ve Aydın yöresinden geldiği yazılmaktadır.
Sonuç olarak, tüm bu yazdıklarımıza bir genelleme ya da değerlendirme yapmamız gerekirse, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz:  “Bizler öz ve öz Anadolu’nun fakir coğrafyasından, Konya bölgesinden, Balkanlar’ın verimli topraklarına göç eden ya da göç ettirilen ailelerin, Türkmenlerin/Yörüklerin torunlarıyız!” Mesela, Yrd. Doç. Dr. Erhan Afyoncu bir televizyon programında “Balkan Türkleri, Anadolu’dan gelmiş Türklerdir” diyerek, buradan da sadece “Konya Karaman” bölgesi ya da bugünkü Karaman toprakları anlaşılmaması gerektiğinin altını çizmiştir. Çünkü Konya o dönemde sancak/eyalet olduğundan dolayı, büyük bir coğrafi alanı, Kayseri, Niğde ve Antalya’yı bile kapsıyordu. Balkanlara bugünkü Batı Anadolu’dan ve Marmara’dan çok Türk göç etmiştir.  Diğer yandan, “Türkmen ve Yörük” aynı anlama geliyor ve “Türk” demektir. Batı’da yerleşen ya da göç edenlere “Yörük” denmiş, Asya’da kalanlara ise “Türkmen” söylenmiştir. Göç iki şekilde olmuştur. Birincisi, göç etmek isteyenleri seçerek, sadece iyi aileleri toplu bir şekilde o verimli topraklara göç etmelerini sağlamak için onlara toprak vermişlerdir. İkincisi ise, sorun çıkaran ya da çıkarabilecek aileleri ufak gruplara bölerek farklı farklı yerlere yerleştirmişlerdir. Balkanlara o dönemlerde ne kadar göç gerçekleştiğini öğrenebilmek için, ancak 1431 yılına ait en eski Vergi defterini inceleyip anlayabiliriz. Bunun daha öncesi ise imkânsız! Zira ilk 1431 yılı Vergi defterinde bile sadece vergi veren şahısın ismini bulabiliriz, tüm sülalenin değil! Batı’daki gibi değildir. Kilise tüm yeni doğan çocukların ismini kayıda alır. Osmanlı arşivinde bir sülalede sadece vergi alınan kişinin ismi kayıt altına alınmıştır. Tanzimat’tan (1839) sonra bile sadece erkeğin, vergi verenin ve askere gidenin ismi vardır. Eğer bizler bugün 1800 yıllarına kadar geriye gidebiliyorsak, kendimizi çok şanslı görmemiz gerekir. Çünkü insanlar üç nesil ötesine bile gidemiyorlar. (Türkiye’de ilk kez soyağacı nüfus idaresi 1944 yılında kuruldu.)
Aynı zamanda yer isimlerine de bakarak anlayabiliriz. Mesela 1455 yılı Vergi defteri Üsküp’e göç edenlerden söz ediyor ama defterde ne kadar göçün ve kimlerin göç ettiği konusunda bilgiler yoktur. Nereden, nereye ve ne kadar göçün gerçekleştiğini ispatlamak çok zordur, hatta imkânsızdır. Çünkü bu konuda bilgiler yoktur. Bizim en büyük kanıtımız Balkanlar’daki günümüzde bile varlığını sürdüren Türk isimli yerlerdir. Çünkü Anadolu’dan göç edenler, Balkanlara göç ettikleri yerlere, geldikleri yerlerin isimlerini (Kuman-ova ve Vardar gibi..) vermişlerdir.
Diğer yandan unutmamamız gereken şey de, “Osmanlı İmparatorluğunun bir Balkan İmparatorluğu olduğudur.” Evet, yanlış okumadınız, Osmanlı bir Balkan imparatorluğuydu. Çünkü Makedonya 1371 yılında feth edildi, oysa Trabzon ancak 1461 yılında feth edilecektir. 1387 yılında Selanik, 1389 yılında Kosova feth edildi, oysa Erzurum ancak 1518 yılında feth edilecektir. Demek ki Balkanlar’ın feth edilmesi ve Türkleşmesi Anadolu’dan çok önceki tarihlerden olmuştur. Osmanlılar her zaman yüzünü Balkanlara doğru çevirdi. Osmanlı için Rumeli’nin ya da Balkanların hayati önemi vardı. Osmanlı Balkanlarda doğdu, büyüdü gelişti ve bir dünya İmparatorluğu haline geldi ve Balkanlarda da yıkıldı. Balkan milletlerinin Osmanlı idaresinin altından bir bir çıkması sonucunda Osmanlının sonuna doğru giden yolun sonuna gelindi ve koca 600 yıllık çınar imparatorluğu can çekişme haline gelerek tarihe karıştı… Bizler de öksüz çocuklar gibi kaldık, Osmanlının dağılmasıyla hem annemizi hem babamızı da birlikte kaybetmiş olduk ve her iki yerin (Makedonya ve Türkiye’nin) yabancısı olduk. Çünkü Osmanlıdan sonra yerli halk (Yunanlılar, Makedonlar, Sırplar, Bulgarlar ve Arnavutlar) boş durmamış, Rumeli Türklerinin dilini, dinini, kültürünü, değiştirmeye yönelik çaba göstermişlerdir ve şivemizi hatta lehçemizi bile değiştirmişlerdir. Bu yüzden, Balkanların yedi göbek Müslüman Türk ailelerini Anadolu kendinden saymaz olmuştur. Örnek olarak son günlerde yaşanan tartışmaları gösterebiliriz. Hatta bu tartışmayı, “Anadolu-Rumeli” ayrışmasına kadar götürdüler.
Oysa Rumeli denilince, kendiside bir Rumelili olan M. Kemal Atatürk: “Muhacirler kaybedilmiş toprakların aziz hatıralarıdır, onlar Evladı fatihandır” diyor. Bana göre, “Rumeli ve Anadolu” İstanbul boğazında yer alan iki “Hisar” gibidir, karşı karışa duran fakat birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Makedonya’da Türk olduğumuz için; Türkiye’de ise Türklüğümüz tartışıldığı için, hep bir şamar oğlanı olduk!  Allaha şükürler olsun ki, son yıllarda Türkiye’nin Balkan Türklerine yönelik ilgi ve alakası artmış durumdadır. Sadece, “Müslüman’ım, Milliyetçiyim, Türk Dünyası ve Türklerle yakından ilgilenirim” demekle bu işler olmuyor! Unutmayın, Türkiye’de bu sözleri söyleyenlerin bir kısmı, Makedonya’da Türklerin yaşadığını ancak Elveda Rumeli dizisi ile birlikte öğrenmiş oldular. Beni en çok üzen, kökeni Balkanlara dayanan hemşerilerimizin bize, daha doğrusu kendi kendilerine Tarihi gerçeklerden uzak sarf ettikleri sözlerdir, umarım  “Balkan Türklüğü” yazım ile “Balkan Türklüğüne” bir nebze de olsa katkıda bulunmuşumdur.
Mesela, Murat Bardakçı, soyağacı için “Vakit harcamayın, çıkartamazsınız” söyleyerek nedenlerini şu cümlelerle açıklıyor: “…Soyağacını çıkartmaya boş yere uğraşmayın, bulamazsınız!” Eğer zengin ve faaliyetini hâlâ devam ettiren vakıfların sahibi olan bir aileye mensup değilseniz, şansınız varsa sadece dört, haydi bilemediniz beş nesil öncesine kadar gider ama orada kalırsınız. Sebep, Osmanlı Türkiye’sinde bugünkü şekilde bir nüfus kayıt sisteminin bulunmamasıdır ve bu iş bütün doğu dünyasında böyledir. Nüfus sayımları bizde gerçi 16. asırdan itibaren yapılmıştı ama sayımdan maksat imparatorlukta kaç kişinin yaşadığının değil, askerlik yapıp vergi verebilecek olan nüfusun belirlenmesiydi. Sayımlar isim yerine adet temelinde olur, meselâ herhangi bir köyde sakinlerin isimleri kaydedilmez, aile reisinin adının ve erkek nüfusun adedinin yazılmasıyla yetinilir, kadınlar zaten sayılmazlardı.
Türkiye’de, kayıtları asırlar boyunca itina ile tutulmuş olan tek bir aile vardır: Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu olan Osmanoğlu ailesi… Yeni doğmuş bir çocuğun kilisede vaftiz edilmesi Hıristiyanlığın şartıdır. Kıt’a Avrupa’sında ve Amerika’da vaftizler mutlaka kayda geçirilir ve gayet iyi muhafaza edilen bu kayıtlar sayesinde isteyen hemen herkes soyağacını çıkartabilir. Batıda genealogy denilen soybilim araştırmalarının kaynağı bu kayıtlardır; bizde ise vaftiz yahut doğum kaydı gibisinden bir âdetin bulunmaması yüzünden soyağacı çıkartmak hemen hemen imkânsızdır. Büyük dedelerinizden biri vakti zamanında zengin bir vakıf kurduysa ve bu vakıf bugün hâlâ faaliyette ise, eski ödeme kayıtları vasıtasıyla soyağacınızı çıkarmanız az da olsa imkân dâhilindedir. Arşivlerde, yani Osmanlı Arşivi’nde aile kayıtları bulunmaz! Burada soysop yahut mal mülk belgeleri değil, devletin resmi yazışmaları muhafaza edilir. Osmanlı Arşivi’ne gidip aile kayıtlarını sormakla kasaptan ayakkabı satın almaya kalkmak arasında hiçbir fark yoktur. ..” Ben ise, Avni Engüllü’nün dediği gibi: “Genlerimizi araştıracak olursak (herkes gibi) ne çıkarız kim bilir? Kuşaklar öncesi, kimin ne olduğunu nereden bileceğiz? Sosyolojik yönden hiç kimsenin gerçek kimliği belli değildir. Ama Psikolojik olarak Türküm! Ayrıca (Sekiz-Dokuz kuşak geriye gidebilecek) Müslüman bir Türküm!” diyorum.