3 Ağustos 2014 Pazar

CENGİZHAN TÜRK MÜ ? MÜSLÜMAN MI?

 CENGİZ HAN TÜRK MÜ                                 YA DA MÜSLÜMAN MIYDI ?
Cengizhan'ın soy ağacı ve dini ile ilgili birçok görüş olmasıyla birlikte en kabul gören soy olarak kesin ve net Moğol olduğu ancak annesinin bir Türk kabilesinden olan Houlen Ece dir.Dini ise kesinlikle Müslüman,Yahudi veya Hristiyan değildir.
Sadece Gök tanrı inancına sahiptir ve girdiği mücadelelerde dahi ordusunda büyücüler ve şamanlar bulunuyordu.Bilinen en büyük zararı ise o dönemde neredeyse dünyanın yarısına hakim olup yayılmaya devam eden müzlümanlığını ilerlemesini yaptığı akınlar ve zapt ettiği topraklar ile engel olmuştur. Bu anlattıklarım ile ilgili iki senaryoyu aşağıda bulabilirsiniz.Cengiz Han Moğol mu yoksa Türk mü tartışmalarıyla ilgili....

 Cengiz Han'ın ırk kökeni hakkında yapılan incelemeler sonucu çeşitli görüşlere varılmıştır.Bu görüşlerin en geçerli olanına göre Cengiz Han, Türk'tür. Bunun kanıtları olarak şunlar gösterilebilir:

1. Cengiz Han, Moğolca ile birlikte Türkçe de konuşmakta idi.

2. Cengiz Han konuşmalarında kendini Türk olarak tanımlamıştır.

3. Cegiz Han'ın soyu Çinliler'ce ''Şa-To'' adı verilen Türkler'e dayanır ki bu Türkler, Kök-Türkler'in devamıdır.

4. Cengiz Han, (3. maddeye bağlı olarak) tıpkı Kök-Türk kaganları gibi kumral ve açık renk gözlüdür.

5. Efsaneler, Cengiz Han'ın soyunu (tıpkı Türkler'in Bozkurt Destanı'nda olduğu gibi) Bozkurt'a bağlar. Eğer Cengiz Han Moğol olsa idi efsaneler onun soyunu kurda değil köpeğe bağlardı; çünkü Moğol geleneğinde kurt değil köpek önemlidir ve Moğol kültüründe Cengiz Han'dan önce kurt önem taşımamaktadır.

6. Cengiz Han, bugünkü Afganistan'da kendisini ziyeret eden Kadı Vahideddin Fuşanci'ye ''Peygamberimiz Hz.Muhammed her şeyi önceden bilmiş diyorsunuz; acaba benim ortaya çıkışım için ne demiş ?'' diye somuş; kadı da ''Uturkû al-Turka mâ tarakûkum, yani Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız'' demiş olduğunu nakletmiş ve Cengiz Han da bunun çok bilgece bir söz olduğunu söyleyerek kendisinin Türk olduğunu belirtmiştir.

7. Bir Arap, Cengiz Han'ın oğlu Ögedey Kağan'a, babasını düşünde gördüğünü ve kendisine bir söz söylediğini naklettiğinde Ögedey Kağan ona ''Babam bunu sana hangi dille anlattı'' diye sormuş. O da Arapça anlattı deyince Ögedey, babasının Türkçe ve Moğolca'dan başka bir dil bilmediğini söylemiştir. Sonuç olarak Cengiz Han, Türk soyundan gelir. Fakat Türk ve Moğollar'ca ortak olarak hükümdar kabul edilmiş ve saygı duyulmuş bir kişidir.

CENGİZ HAN ve BOZKURT

''Moğollar'ın Gizli Tarihi'' adlı eski eser, Cengiz Han'ın soyu hakkında şunları söyler: ''Cengiz Han'ın kökeni, yücelerdeki göğün takdiri ile doğmuş ''Börteçine (Gökkurt, Bozkurt) idi.''
Bu açıkça, Türk Bozkurt Destanı'nın moğollaştırılmış halidir. Fakat burada önemli olan, Cengiz Han'ın tıpkı Eski Türk kaganları gibi, Bozkurt'a bağlanmak istenilmesidir. Türkler'de, önemli şahsiyetler ile Bozkurt arasında bir ilişki kurmak gelenektir. Ve bu gelenek Cengiz Han'la birlikte, Türkler'den Moğollar'a da sirayet etmiştir.

***********

Cengiz Han büyük bir Türk Başbuğudur.Türk'ün kutlu ülküsü TURAN'ı gerçekleştirmiştir.

Nihal ATSIZ ATA'dan alıntı yapıyorum.

"ÇENGİZ HAN" VE "AKSAK TEMİR BEK" HAKKINDA


Millî şuurun ve ilmî tarihçiliğin hâlâ gereğince gelişememesi, dinî taassubun hâlâ ruhlara hükmetmesi dolayısıyla tarihimizin bazı büyüklerine karşı saygısızlıkta bulunmak, yahut Türk ırkının şu veya bu bölümlerini birbirine düşman saymak gibi yanlışlıklar sık sık yapılmaktadır. Bunların arasında en yaygını Çengiz ve Temir düşmanlığıdır. Bu düşmanlığı yapanlar arasında Şarlman'la Şarlken'i birbirine karıştıran felsefeciler bulunduğu gibi tarihçi geçinenler de vardır.

Bu tarihçi geçinenlerden biri Türk soyunun güzelliği hakkında yazdığı bir gazete makalesinde yine dinî taassup sebebiyle Çengiz ve Temir'den "mahlûkat" diye bahsederek onların sarı "Moğol" ırkından olduğunu Türklerin ise beyaz ırkın mümessili olduğunu ileri sürdü.

Artık ilmî bir değeri kalmayan bu eskimiş sarı ırk, beyaz ırk tabirleri yanında muharririn Çengiz ve Moğollar hakkındaki son neşriyattan da habersiz olduğu, bu yazıları kırk yıl önceki ilmin kırıntılarıyla yazdığı anlaşılmaktadır.

Burada tafsilâta girişerek, bazı gençlerin sorularını cevaplandırmak üzere, şimdiye kadar varılan ilmî sonuçların özetini vereceğim:

1- Türklerle Moğollar iki kardeş millettir. Altay grubu denen akraba milletlerin en mühim iki tanesidir. Türkçe ve Moğolca eskiden tek dil olup ancak Hunlar çağında iki ayrı dil haline gelmiştir. "Hun - Türk münasebetleri" adlı tebliğ ile bunu iddia ve ispat eden Türk, Moğol ve Çin dilleri bilgini Von Gabain olmuştur. (İkinci Türk Tarih Kongresi, s. 895- 911, İstanbul, Kenan Matbaası).

2- Moğol kelimesini tarihe tanıtan Çengiz Han olmuştur. Kendisinden önce Moğollar'a (yani Moğolca konuşan boy ve uruklara) ne dendiği kesinlikle belli değildir. Sekizinci yüzyıla ait Orkun yazıtlarında görülen "Otuz Tatar" ve "Dokuz Tatar" adlı birliklerin Moğol olduğu ileri sürülmüşse de bu, bir faraziyeden ibaret kalmıştır: Çünkü bugün Moğolistan denilen eski Gök Türk ülkesinin ancak onuncu yüzyıldan başlayarak Moğollar'la dolduğu ortaya konduktan sonra Sekizinci Yüzyılın Otuz Tatar ve Dokuz Tatarlar'ın da Türk olduğu kendiliğinden belli olmuştur. Gök Türkler çağında adı geçen "budun"lardan Moğol olduğu kesinlikle bilinen ancak Kıtaylar'dır ki daha sonraki zamanlarda da tarihe Moğol olarak geçmişlerdir.

3- Fakat Çengiz'in "Moğol" topluluğu etnik değil, tıpkı "Osmanlı" tabiri gibi siyasî bir isimdir ve aralarında Türkçe konuşan veya Türk olan boylar ve uruklar da vardır.

4- Eserini On Birinci Yüzyılda yazan Kaşgarlı Mahmud, Tatarlar'ı, ayrı lehçeleri olan bir Türk kavmi olarak göstermiştir.

5- On Üçüncü Yüzyılda Büyük Çengiz İmparatorluğunu gezen Marko Polo, "Tatar" kelimesini Türkler'le Moğollar'ın ikisini birden kapsayan bir deyim olarak kullanmıştır.

6- Türkler'in kendileri de "Tatar"ı Türkler'in bir parçası ve belki de Doğu Türkçe'siyle konuşan Türkler olarak saymışlardır. Âşıkpaşaoğlu, tanınmış tarihinde Süleymanşah'la birlikte Anadolu'ya gelen Türkleri "elli bin miktarı göçer Türkmen ve Tatar evi" olarak kaydeder.

7- Osmanlı padişahlarından II. Murad zamanında, hicrî 843'te yazılıp tarafımdan yayınlanan bir tarihî takvimde Çengiz, Ögedey, Güyük, Mengü, Hülegü, Abaka, Keyhatu gibi Müslüman olmayan Çengizli kaanlar rahmetle anılmıştır. (Osmanlı Tarihine ait Tarihî Takvimler, s. 92-94, İstanbul 1961, Küçük aydın Basımevi). Yani On Beşinci Yüzyıl ortalarına kadar Türkiye'de aydınlar arasında bir Tatar düşmanlığı, Müslüman olmayan Türk'e düşmanlık diye bir şey yoktu. Bu müsamahakârlık Doğu Türkleri'ni veya Tatarlar'ı yabancı saymaktan, Çengiz Hanedanını millî bir hanedan saymaktan ileri geliyordu. Umumî bir müsamaha olsaydı aynı hoşgörürlük Bizanslılara, Ermeniler ve Gürcülere, Batılılara karşı da gösterilirdi.

8- Türkler'le Moğollar aynı kökten gelen iki kardeş millet olmakla beraber Çengiz Han, Moğol değil, Türk'tü. Çengiz'in Türklüğü tarihî geleneklerin dışında tarafsız çağdaş Çinlilerin tanıklığı ile de sabittir. Profesör Zeki Velidi Togan, 1941'de yayınladığı "Moğollar, Çengiz ve Türklük" adlı küçük eserinde, (s. 18) ve 1946'da yayınladığı "Umumî Türk Tarihine Giriş" adlı büyük ve değerli eserinde (s. 66) Çengiz Kaan'ı 1221'de ziyaret eden Çao-hong adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgiyi nakletmiştir. Bu elçi, Çengiz'in eski Şato Türklerinden indiğini gayet açık olarak belirtmiştir. Şatolar ise, bilindiği üzere eski Gök Türkler'den inen büyük bir uruktur. Çengiz'in tipi hakkındaki tarihî bilgiler de (uzun boy, kumral saç, beyaz ten, yeşil göz) eski Gök Türk kağanlarınınkine uymaktadır. Çengiz'in aile adı olan "Börçegin", "Börü Tegin'in Moğolca söylenişinden ibaret olduğu gibi "Çengiz" kelimesi de "Tengiz" yani "Deniz" kelimesinin Moğolca söylenişinden başka bir şey değildir. Türkçe'de "t" ile başlayan kelimelerin Moğolca'da "ç" ile başladığını Altay dilleri uzmanları söylemektedir.

Çengiz'in ailesi hiç şüphesiz eski Türk devlet geleneğine uygun olarak çok eski zamandan beri Moğollardan bir kısmı üzerinde (belki de Moğollaşmış Türkler üzerinde) beğlik eden bir Eçine Hanedanı kolu idi. Bu hanedanda Türk geleneklerinin devam etmekte olduğu Çengiz'in oğullarından Çağatay ve Ögedey'in adlarından gözükmektedir. "Çağa" ve "Öge" bilindiği üzere, Türkçe kelimelerdir.

9- Aksak Temir Bek'in bir Barlas gibi olması ve Barlasların Moğol uruğu sayılmasında Temir'in Türklüğüne engel değildir. Temir'in ailesi de Çengiz ailesinin bir kolu olup Barlas uruğu üzerinde beğlik etmiştir. Ruslar tarafından Temir'in mezarını açmak suretiyle yapılan incelemeler onun da uzun boylu ve beyaz tenli olduğunu ortaya koymuştur ki eski Arap ve Fars edebiyatlarındaki Türk tavsifine tamamen uygundur. Üstelik Temir'in anadili de Türkçe'dir.

10- Ne Çengiz ne Temir Bek, Aryanî tipinde değildi. Klâsik Türk tipi bazı sahtekârların iddia ettiği gibi Hind Avrupa tipi olmayıp Çinlilerle Aryanîler arasında orta bir tiptir. Mezarlardan çıkan kafatasları, eski heykeller, eski duvar resimleri ve tarihî tavsifler bunu gösterdiği gibi Arap ve Fars şiirlerinde de çekik gözlü Türk güzellerinin övülmesine dair birçok örnek vardır. Milâdî 1114'te, yani daha Çengiz'in ve Moğollar'ın ortaya çıkmasından ne kadar önce ölmüş olan Zemahşerî'nin bir Türk güzeli hakkında yazdığı şu şiirlere bakın:

"O ne kutlu bir gündü ki Yâfes kızlarından güzel ve cilveli bir kıza malik olmuştum. O güzel gözleri her ne kadar dar ise de sihir kârlık bakımından geniştir. Baktığı vakit gözlerinin karası görünürse de güldüğü zaman bu siyahlığın hepsi kaybolur."

* * *

"Türk"' neslinden bir güzel kız beni kendi isteğimle ölüme doğru götürmektedir. O kızın kendi fettan, gözleri de öldürücüdür. Zaten Türk'ün öldürücülüğü meşhur değil midir? Bu kızın kardeşinin kılıcı ne kadar kesici ve öldürücü ise de bu hususta onun gözü erkek kardeşinin kılıcından daha kesicidir. Kardeşi, aldığı esirleri azad ederse de bunun esirleri azad kabul etmez. Kardeşi bazı insanların kanını dökerse de bu herkesin kanını dökmektedir. Kardeşinin elinde kâfirler feryad etmektedir. Bu ise Müslümanları inletmektedir. Ben onun hicranı ile ağladıkça o benim karşımda güler ve güldüğü vakit büsbütün darlaşan gözleri kalbimi yaralar."

* * *

"Su'dâ (1) ya şöyle söyle: Bizim sana ihtiyacımız yoktur ve biz iri siyah gözlüleri istemeyiz. Dar gözler ve dar gözlüler bizim düşüncemizi ve hayalimizi doldurmuşlardır. Onlar baktıkları vakit yalnız gözlerinin siyahlıkları görünür. Fakat gülecek olurlarsa o siyahlık da görünmez olur. Türk yüzü-ki Tanrı onları kem gözden esirgesin-gökteki ay gibidir" (Atsız Mecmua, Sayı: 15, 15 Temmuz 1932, Sayfa: 66-67.)

11- Oğuzlar'ın da vaktiyle tam klâsik Türk tipinde olduklarının en büyük delili daha Selçuklu devleti kurulmadan önce ölmüş bulunan Mes'ûdî'nin kaydıdır. Mes'ûdî "Oğuzlar çekik gözlüdür. Fakat onlardan daha çekik gözlü olanlar da vardır." demektedir. Genellikle Oğuzlar'ın torunları olan bugünkü Türkiye Türkleri'nin arasında da bu tipin tam veyâ biraz değişik örnekleri çok sayıda göze çarpmaktadır.

12- Aksak Temir'in Türkiye Türkleri ile çarpışmasını bir millî dâvâ haline getirmeye çalışmak millî bir ihanetten başka bir şey değildir. Aksak Temir'in Yıldırım Bayazıda karşı savaşan ordusunda pek çok Doğu Anadolulu Türkmen vardı. Bu savaş gerçekte Osmanlı-Karaman, Osmanlı - Akkoyunlu, Osmanlı - Safevî vuruşmaları gibi bir iç savaştır. Osmanlı - Karaman ve Osmanlı - Safevî savaşlarında gösterilen sertlik Osmanlı - Çağatay savaşındakini bastıracak niteliktedir. Bu çarpışmalar Türk tarihinin oluşundaki bir kader sonucudur. Türk tarihi pek çok iç çârpışmalarla doludur. Nitekim Osmanlı tarihinde de prensler arasındaki kıyıcı savaşlar büyük bir bölüm teşkil eder.


13- Son zamanlarda Kül Tegin anıtının bulunduğu yerde keşfedilip Kül Tegin'e ait olduğu iddia edilen heykelin tipi arkaik Orta Asya tipidir. Herhalde Kül Tegin'in veya Gök Türkler'in de "Moğol" olduğu iddia edilemez.


14- Selçukluların İranlı saray şairlerinden "Dih Hudây Ebu'l-Ma-âlîyi'r Râzi" Selçuk sultanının sarayındaki Türk kölemenlerden bahsederken şöyle demektedir: "Hepsi Kırgız ve Çin kökünden olan servi boylular, hepsi Yağma ve Tatar tohumundan olan gül yüzlü güzeller. Aralarında gümüş çeneli Oğuz ve Kıpçak güzelleri, mis yüzlü ve ay gibi Kay ve Kimekler de var. Tanrım, bu Türk çocukları ne güzel şeyler ki onlara bakan insanın gözleri bahar gibi olur."

Buradaki Çin'den maksat uzakdoğu Türkleri ve belki de Moğollardır. Tatarlar'ın Yağmalarla birlikte gül yüzlü güzeller olarak gösterilmesi onların su katılmamış Türklüklerine en büyük delildir.

15- Bugün özellikle "Tatar" denilen Türkler Kazanlılarla Kırımlılardır. Kazanlılar eski Bulgar Türklerinin, Kırımlılar da Kıpçakların torunlarıdır. Yani bugün siyasî ve hatta coğrafi bir anlamı olan Tatar kelimesini bir Moğol uruğu, yahut Türk'ten başka bir şey diye düşünmek imkânsızdır.

Bu şartlar içinde Türk tarihinin iki büyük şahsiyeti olan Çengiz Han ile Temir Bek'i Türk'ten gayrı ve hele Türk düşmanı olarak görmek, göstermek ve düşünmek tarihi tahrif etmekten başka bir şey değildir. Özellikle Tatar kelimesini Moğol veya gayrıtürk bir millet anlamında kullanmak hiçbir şey bilmemek demektir.

Türkler, Türk tarihinin birinci sınıf insanlarından bazılarını tenkit etmek, beğenmemek, sevmemek hakkına maliktirler. Fakat hanedanlar arasındaki rekabetler dolayısıyla bunlardan birini tutarak onun hasmını millî düşman diye ilan edemezler. Irk davalarında coğrafyanın hiçbir değeri yoktur.

Türkler'den bazılarını millî düşman diye göstermek hem tarihi değiştirmek, hem de yarınki Türk birliğini baltalamak olur. Bu baltalama, tarihî düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürmektir.


(1) "Su'dâ", Zemahşerî'nin Arap sevgilisinin adıdır. Bu şiirleri o zaman Kelâm Tarihi profesörü, sonra Diyanet İşleri Başkanı olan Şerefeddin Yaltkaya tercüme etmişti.

Nihal ATSIZ
Ötüken, 23 Temmuz 1966, Sayı: 31 � 32


YEDİKITA DERGİSİNDEN ALINTI

Cengiz Han, Moğol İmparatorluğunun kurucusu ve ilk hükümdarıdır. 21 Ocak 1155 tarihinde, bugün Doğu Sibirya topraklarından geçen Onon Nehrinin sağ kıyısında yer alan Deli-ün Boldok’ta doğdu. Babası Moğolların reisi Yesügay Bahadır, annesi Houlen Ece’dir. Dolayısıyla Cengiz Han ırk olarak Moğol’dur. Cengiz Han hiçbir dine mensup değildi. Babası Yesügay oğluna, doğumundan önce mağlûp edip esir aldığı bir Tatar kabilesinin reisi olan Timuçin’in (demirci) adını koydu. Bu isimle de anılan Cengiz Han, devlet teşkilâtında da sadece Moğol gelenekleri uyguladı. Yalnız kendisi ve yakınları için çalışmıştır. İmparatorluğunda kurduğu teşkilât ilkel prensiplere dayandığı için ölümünden sonra ancak kırk yıl devam edebilmiştir. 1227 yılında ölmüştür.
Cengiz Han tarihin kaydettiği en büyük zâlimlerdendir. Onun bu zalimliği mensubu olduğu kavmiyle değil, kendi şahsiyeti ile alakalı bir husustur. Çünkü her kavmin içinden zâlimlerin çıkması ihtimali her zaman vardır.
O kendisine karsı çıkanları, teslim olmamakla direnenleri çocukları, kabileleri ve şehirleriyle birlikte ortadan kaldırırdı. Aynı asırda yaşamış olan meşhur ilim adamı ve tarihçi İbnü’l-Esîr, Hazret-i Adem (a.s.)’den o zamana
kadar insanlığın mâruz kaldığı en büyük felâketin Cengiz istilâsı olduğunu söyler ve: “Keşke annem beni doğurmasaydı da tüyler ürpertici zulüm ve katliamları görmeseydim!” der.
Cengiz Han’ın orduları istilâ ettikleri İslâm ülkelerinde taş üstünde taş bırakmadılar. Kadın ve çocuklar dahil herkesi vahşice öldürdüler. Cengiz’in Moğol askerleri, İslâm kültür ve medeniyetinin en önemli merkezlerini de tahrip ettiler. Camiler ahır olarak kullanıldı. Hârizmşahlar’ın ülkesi baştan başa viraneye çevrildi. 8. yüzyılın ilk çeyreğinde meydana gelen bu hadiselerden bir asır sonra bölgeyi gezen seyyahlar, Moğol istilâ ve tahribatının izlerine rastladıklarını söylerler. Moğolların İslâm kültür ve medeniyet eserlerini tahribe yönelik harekâtı. Cengiz Han’dan sonra Hülâgû ve diğer ahfadı tarafından da devam ettirilmiş, çok sayıda Müslüman katledilmiş, cami, medrese ve kütüphaneler yakılıp yıkılmıştır. Cengiz Han’ın bu tahribatını tarihçiler “nehirlerin günlerce kan ve mürekkep aktığını” beyan ederek tarif etmişlerdir. Tarihe bu vasıflarla geçmiş birisinin hangi ırka mensup olduğu çok da önemli değildir. Hele Mehdi olduğu iddiası da son derece anormal bir iddiadır.





18 Ocak 2014 Cumartesi

Eski Türkler tıp


ESKİ TÜRKLERDE TIP BİLİMİNİN GELİŞİMİ


Uygurlara âit en eski tıp metinleri Turfan seferleri esnasında elde edilmiştir. Berlin Turfan yazmaları kolleksiyonundaki bu tıp metinleri, ilk olarak Gabdur Raşid Rachmati (Ord. Prof. Dr. Reşid Rahmeti Arat ) tarafından müstakil olarak işlenmiş ve yayımlanmıştır.

G. R. Rachmati 1930 yılında, Berlin’de Zur Heilkunde der Uiguren (Uygurların sağlığa kavuşturma bilgileri üzerine) başlıklı ilk tıp metnini transkripsiyon, Almancaya tercüme, açıklamalar ve kelime dizini ile birlikte yayımladı. (Dr. G. R. Rachmati, Zur Heillcunde der Uiguren, SPAW, Phil: Hist. Klasse, 1930, XXIV, Berlin 1930, s. 451-473. -2 levha ile-).

Bu metin I. Turfan seferinde D a k y a n u s ‘da bulunup T I D 120 numara ile tavsif edilen ve bu güne kadar bilinen Uygur harfleriyle yazılmış tek tıp kitabıdır. (Bk ., Liste, Nr. I).

Sahifeleri üstten ipek bir bağ ile birbirine bağlanan bu kitap on çift yapraktan müteşekkildir. Sarı renkli yaprakların iki yüzü de yazılıdır. 11. yaprağın ikinci kısmı yoktur. Ayrıca metin sondan dört sahife eksik­tir. İlk ve son sahifeler de epeyi hasara uğramış durumdadır.

21 sahifedeki 201 satırlık metnin muhtevası incelendiğinde Türk halk tababetinin en eski örneği ile karşılaşılır. Metnin muhtevası konularına göre tasnif edildiğinde de şu hastalıklara ilaç tavsiye edildiği görülür: Baş ağrısı, baş kepeklenmesi, göz hastalıkları (puslu görme, soğuk veya sıcak yaşarma, göz kası felci, körlük, gece körlüğü vs.), kulak hastalığı, burun hastalıkları (burunda ur, burun kanaması, nezle), ağız hastalıkları (ağız kokusu, ağız kası felci), diş hastalıkları (diş ağrıları, diş çürümesi), boyun hastalıkları (boyun ağrıları ve urları), ses kaybı, nefes alma bozuklukları (nefes darlığı, nefes almada zorluk, nefes almada bozuk­luk vs.), kalp hastalıkları, göğüs hastalığı, yan ağrıları, vücut ağrıları, mesane hastalıkları, kulunç, ateş, ayak hastalıkları, deri hastalıkları (urlar, yara kabuğu, siğil, cüzzam vs.), çıkıklar (burkulmalar), koltuk altı kokuları, huzursuzluk, deli ve divanelik, sarhoşluk, kadın hastalıkları (çocuk düşürme, çocuk doğurma, göğüs iltihapları, göğüsün az çalışması, cinsî organların dış (yani görülebilen) hastalıkları), cinsî iktidarsızlık vs.


Annemarie von Gabain 1954 yılinda Türkçe Turfan Metinleri’nin VIII. cildini yayımladı. Brahmi harfleriyle yazılmış Uygurca metinleri ihtiva eden bu yayımda T II S 49 işâreti ile tavsif edilen ve hâlen Berlin, Staatsbibliothek, Nr. 187′de kayıtlı olan metin, “guatr” hastalığı ve be­lirtilerini anlatır. Metnin ilk 6 satırının tıpkıbasımı ve transkripsiyonu Alttürkische Grammatik/Eski Türkçenin Grameri’nde verilmiştir. (A. von Gabain, Alttürkische Grammatik, Dritte Auflage, Wiesbaden 1974, s. 36-37. Krş. A. von Gabain, Eski Türkçenin Grameri, Türk Dil Kurumu Yay ., Ankara 1988, s. 30-31).

Guatr ile ilgili diğer bir metin de Heilkunde 11, Nr. 3′de verilen T II 2 (Y 14)- Mz. 40′da kayıtlı Siddhasara tercümesidir.

Bu iki metinde “guatr”ın Türkçe karşılığı buk, bukuk (belki bokuk ?) şekillerinde geçer. (Bk ., Saadet Çağatay, “Divanü Lûgat’te “Bukuk” ” ,

Türk Dili, sayı 253, 1 Ekim 1962, s. 53-55).

Brahmi harfli ikinci metin T II Y 3 işâreti ile tavsif edilen ve hâlen aslı kayıp olan 19 satırlık metindir. Bu metnin aslı henüz teşhis edilememiştir. (Bk ., Liste, Nr. 37-38).

Brahmi harfleriyle yazılan Uygur metinlerinin kataloğunu hazırla­yan Dieter Maue Sanskrit-Uigurische Bilinguen aus dem Berliner Turfan Funden adlı henüz yayımlanmamış eserinde Brahmi harfleriyle yazılmış 5 tıp metni vermektedir. İlk üçü Yogaşataka, dördüncüsü Siddhasâra tercümesi olan metinleri yukarıda kendi bahislerinde zikretmiştik.

Beşinci metin T III 114 işâretiyle tavsif edilen ve hâlen Berlin, Staats­bibliothek, Mz. 190′da kayıtlı olan 4-5 satırlık bir metindir. Metnin aslı henüz tespit edilememiştir. (Dieter Maue, SUB …, s. 268-269. Resimler için bk., s. 275-276). (Bk ., Liste, Nr. 43).

Friedrich Wilhelm Karl Müller “Handschriften-Reste in Estrangelo­Schrift aus Turfan, Chinesisch-Türkistan, II. Teil”, (APAW, Jahr. 1904, s. 107 ) başlıklı makalesinde Nestori harfleri ile yazılmış beş yazma parçası bulduğunu bildirmektedir. Bu beş parçadan F. W. K. Müller’in M. 152 kısaltması ile gösterdiği yazma parçası, henüz yayımlanmamış 7 satırlık bir tıp metni olup, hâlen Berlin İlimler Akademisi’nde muhafaza edilmektedir. (Bkz ., liste, Nr. 44).

Henüz yayımlanmamış tıp metinleri de vardır. Bunlardan birisi padmacintümanidhâranisütra adı ile bilinen metindir. (Bk ., Liste, Nr. 45-46).

Bu sûtranın British Museum, Or. 8212 (158)’de kayıtlı olan Sogdça tercümesinin bir bölümü, Taishö, Tripitaka, No. 1082,

ilt 20, 199b/ 13-son’da kayıtlı Çincesi ile de karşılaştırılarak, 1926 yılında Fried­rich Wilhelm Karl Müller, 1963 yılında da D.N. Mackenzie tarafından yayımlandı. (F W. K. Müller, “II. Reste einer sogdischen Uberaetzung des Padmacintâmani-dhârani-sntra”, SPAW, Phil: Hist. Klasse 1926, L ., Berlin 1926, s. 2-8; D. N. Mackenzie, Acta Iranica, Encyclopedie per­manente des Etudes Iraniennes, Troisieme Sbrie-Vol. III. “The Budd­hist Sogdian Texts of the British Library”, Textes et Mşmoires, Leiden 1976, s. 10-17. Tıpkıbasım, s. 8-15).

Uygur harfli metnin iki varağı Berlin, Staatabibliothek’de Mz. 244 (T I 551) ve Mz. 212 (T I D 667 c-T M 261c)’de kayıtlıdır.

Her yüzde dokuzar satır olmak üzere 36 satırlık metnin 4 veya 5 varağı da Berlin İlimler Akademisi Turfan Kolleksiyonu’nda bulunmaktadır.

Çintamani darnc nom üzeki köz otın ka[tmak] başlığını taşıyan Uy­gurca metin, göz hastalıkları ile ilgili bir tıp metnidir. Mainz yaprakları Osman Fikri Sertkaya tarafından transkripsiyonlanarak işlenen metin henüz yayımlanmamıştır.

SONUÇLAR

1. Hâlen Uygur Türklerine âit kısmen eksik bir kitap ile 45 tane irili ufaklı yazma parçasının elimizde bulunması, tababetin Uygurlarda kuv­vetli bir geleneği olduğunu gösteriyor.

2. Uygur tababetinin çok kuvvetli bir halk hekimliğine dayanması hususu yanında Sanskrit, Tibet, Sogd, Çin vs. gibi dillerden çeviri yolu ile de Uygurların klâsik tıp metinlerine dayanan bilgilere sahip oldukları anlaşılıyor.

3. Berlin ve dünyanın diğer kütüphanelerindeki Uygur harfli metinlerin tam bir envanterinin yapılması ile bu 46 parça metnin miktarının artacağı muhakkaktır.

4. Bu metinlerdeki tıp geleneği ile Anadolu’daki tıp geleneği henüz mukayese edilmemiştir. Bir örnek olarak mikrobiyolojiden önce humo­ral patalojiye dayanan ve kökü antik tababetten gelen, bin yıldan daha eski tıp sisteminin ana unsuru ahlât-ı erbaa’yı teşkil eden kan (haima), safra (chole), sevdâ (melanchole) ve balgam (pflegma)’ın Uygur metin­lerinde sarıg, sarıg suv (chole), lisp~lişp (pflegma), kan (haima) … vs. şeklinde geçtiği söylenebilir.

Kaynaklar:

* Prof. Dr ., İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Tüirk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi.
 …..
İslamiyetten önce Türklerde Tıp

 İbn-i Sina “El-Kanun fit-Tıbb” adlı kıtabının başında Tıp bilimini şöyle tarif etmektedir:  “Tıp, İnsan vücudunun sağlık ve hastalığıyla uğraşan ve sağlığın devamı için, hastalığın ise iyileşmesi için uygun metodlar kullanmayla ilgilenen bir bilim dalıdır.”(1) Bu bilim dalının önce çeşitli insan topluluklarında değişik şekilde ortaya çıktıkları ve ilk belirtilerinin tarihin karanlık çağlarına kadar dayandığı düşünülmektedir.
Bilindiği gibi, Türkler tarih boyunca gerçeğe ve fiili hayata doğru gitmiş ve bu yüzden hukuk ve hayat düşüncesinde insan sevgisini yaşamın temeli yapmış bir millettir. Türkler, insanların özgürlüğü, mutluluğu, cismani ve ruhu serbestliği, psikilojık özelliği ve vücud sağlığını korumayı aynı düşüncenin başlıca belirtileri olarak kabul etmiştir.


Türklerin her yerde insan sevgisine ve insan sağlığına son derece ilgi gösterdikleri açık olarak kanıtlanmış bir gerçektir. Türklerde Tıbbın önemi ve rolü iyi bir biçimde kavranılmış olduğu ata sözlerinde de geçer. Uygur Türklerinin ata sözlerinde “ten sağlık – eşsiz zenginlik”, “tenin sağlığı- padişahlık”, “el sağlığı – yurt zenginliği” denilir.

Tıpkı, aynı ata sözlerinde bildirildiği gibi, sağlık her şeyin üstünde duran en değerli zenginlik sayılan Türklerde, her hangı bir insanın belirli bir ölçüde Tıp bilimlerine sahip olması ve kendi sağlığını koruyabilmesi normal bir eylem durumuna gelmiştir. hatta bilim adamları da kendi mesleği dışında felsefe ve Tıp ile de uğraşmayı tercih etmiştir.

Türklerin meskun olduğu Orta Asya, bilhassa şimdi Sin –cang adı verilmiş olan Uygur bölgesi tarihte “bir Tıp Bölgesi” durumuna gelmiştir.(2)

Türk bilim adamlarından Süheyl Ünver haklı olarak söyle demiştir: “Uygur kültürünün yüksek sahasi Tıbba değer vermekle açık olarak ortaya çıkmaktadır”.(3) Bahsedildiği gibi Tıp, Türklerin büyük çapta çaba harcayan ve çok gelişme gösteren sahalarındandır. Türk vesikalarında, İran edebiyatında, Yunan ve Rum klasik eserlerinde Turk adının “güçlü” ve “güzel” anlamında gelmekle beraber, “sağlam” veya “sıhhatlı” anlamında da geldiği Türklerin Tıp sahasındaki düşüncelerini ve Tıp kültürünü kavramak bakımından büyük önemi haız bir belge olarak görülmektedir.
Türklerin Tıp tarihi hakkında, günümüzde Türklerin çeşitli kesimlerinde muhafaza edilmekte olan Tıbbı düsturler, Bin Buda mağara tapınaklarında işlenen resimler, eski kültür izlerinde ortaya çıkan kazı buluntuları, kurganlarda bulunmuş mumyalar ve Çin, Hind, Arap, İran ve Yunan kaynaklarında geçen kayıtlar ve Türklerin Bugüne kadar uygulamakta olan tedavi yontemleri önemli bir bilgi verebilecek mahiyettedir. Bu bilimsel malzemeler Türklerde Tıbbın dörd bin senelik bir tarihe sahip olduğunu acıkça belirtmektedir.
Bahsedilen sahada yapılmış araştırmalar, ilk olarak Türk bilim adamlarından R.R. Arat ile Alman bilim adamlarından F.K.Müller tarafından ele alınmıştır. R.R. Arat tarafından 1930’da APAV mecmuasının felsefe ve tarih bölümüne sunulan raporun 451-471- sayfalarında 198 satırlık İdikut reçeteleri yayınlandı. Bu tarihten sonra umumı Türk Tıp tarihi hakkında genel araştırmalar başlanmış ve Türkiye başta olmak üzere bir çok devletlerde çok önemli sonuçlar elde edilmiştir.


Hind kaynaklarında milattan önce Türk Tıp biliminin çok geliştikleri ve Yunan’a kadar olan memleketler arasında ün kazandıkları ve Yunan hükümdarının Türk Tıp bilimine çok merak duyduklarından söz açılır.

Türkler tarafından açılan ve korunan büyük kervan yolu veya İpek yolu ilişkilerinde Türklerin Doğu ve Batı arasında gene Tıbbı temaslar kurdukları ve ilaç ticaretini yaygın bir bir duruma getirip, aynı yola “Tıp ve ilaç yolu” denilebilecek bir mahiyet kazandırdıkları kendi kültür tarihinden bilinmektedir.

Çin’de milattan önce 5.yüzyıldan milattan sonra 18.yüzyıla kadar olan çeşitli dönemlerde yazılan değişik kaynaklarlarda Türk tıbbının gelişmelerinden söz açılmış ve Çin Tıp bilimiyle mukayese edilerek üstünlüğü itiraf edilmiştir ve tedavide uygulanan bir çok yöntemler dile getirilmiştir.
Gerçekten, Türklerde Tıp, Çin, Hind ve Yunan Tıp biliminden farklı bir sistem oluşturmuş. Bahsı geçen sistemin başında evren, doğa, bütün canlılar ve diğer şeylerin çekirdiği dört temel unsura dayandığı ileri sürülen Tıp teorisi yer almaktadır. Son zamanlarda yapılan araştırmalarda bu teorinin yabancılardan Türklere geçmiş bir kültür belgesi zanneden ideaların yanlış ve onun Türklerin hayat ve sağlık hakkındakı düşüncelerin ürünü olduğu belirtilmekle birlikte aynı teorinin milattan önce 6.yüzyıllarda yabancı kavimlerin Tıp bilimine etki yapabilecek derecede gelişme gösterdikleri bildirilmektedir. Nitekim, eski zamanın ve daha sonraları tüm zamanların en büyük hekimi olarak benimsenen Yunanlı Hipokrat uzun bir süre İşkit-Sakalar arasında Yaşamıştır. Hipokrat, onların etkileri altında kalarak, “hava, su, toprak” ve “Tıp akılları” adlı kitapları yazmıştır ve “Dörd fizs” düşüncesini şekillendirmiştir. Bu, Empıdokl’ın “Dörd fizs” düşüncesinin asıl kaynağıdır. Aynı dönemlerde İskit-Saka Türklerinden yetişmiş tabipler kendi halkı dışında yabancı kavimler arasında da tesirli olmuştur. Onlar ıhlamur yaprağına bakarak bir hastalığın gelecegi hakkında haber verirlerdi. Bir anlamda falcılık da denilebilecek bu yol ile hastanın durumunu belirlemeye ve buna göre iyileştirmeye çalısırlardı.Kendilerine göre geliştırdikleri Tıp yöntemleri halk arasında yaygınca kullanılırdı. Halk hekimliği İskit- Saka toplumunda epeyce yaygındı.(4) Bu tarihten sonra da sürekli olarak hakım yerini koruyabilen Türk Tıp teorisi İslamiyet döneminde de Farabi ve onu takıp eden İbn Sina aracılıgıyla Bizans’a ve bu yoldan Batı’ya kadar yayılmıştır.(5)


Çin Tıp tarihçisi Wang-Shiao-Sien’in bildirdiği gibi, bu teoriden söz açan Balasagunlu Yusuf ünlü Türkçe destanında Güzel şiiri dizelerle Türk Tıp adamlarının insanlığa yaptıgı aynı katkılarını sıcak bir dille övmüştür.(6)

Mükemmel bir Tıp teorisine dayanan Türkler, teşhis ve muayene yolları, drog yapma, tedavı usullerinde kendine özgü bir yöntemi ortaya atmıştır. Dört temel unsurdan kaynaklanan Türk Tıp yöntemlerinin genel belirtileri ise maddi tedaviye veya pozitif bir Tıp anlayışına ön planda yer vermek, ruhi ve cismani kuvveti iyileştirmek, tedavi yanında araştırma ve deneme yapmak, hastalıkları çeşitlere ayırmak, tek ve karışık maddelerden yapılmış ilaçlar kullanmak, çevre, temizlik ve pehrize önem vermek, anatomi ve ameliyat teknolojısini uygulamak, tedavide müzik rolünden yararlanmak ve Beres ve nevralji hastalıkları üzerinde yaptığı araştırmalarında başarı kazanmak gibi yönlerde görülmüştür.

Bu arada, Türkler, Tüpütler, Kitanlar, Moğollar, Tang gutlar, Curcitler, Koreliler, Hintliler, Araplar, İranlılar ve Avrupa milletlerinin Tıp biliminde yenileşmesine ve gelişmesine yararlı bir etken olmuştur.(7)

20-yüzyılın başlarında Almanya hafrıyat heyeti tarafından Turpan’da bulunmuş Uygur yazısıyla yazılmış Tıbbı vesikalar, Türklerde tıbbın 1000 yıl önce çok geliştiğini göstermektedir.
Süheyl Ünver’e göre, bu Tıbbı vesikalar diğer bir kaynaktan tercüme edilmek yoluyla değil, saf yerel bilgilere ve Uygur tabiblerinin deneme ve gözlemlerine dayanarak yazılmıştır. bir görüşe göre 108 çeşit, diğer bir görüşe göre 140 çeşit reçete adı verilmiş olan aynı vesikalarda hastalıkların 12 büyük sisteme ayrılarak tedavi edildiği ileri sürülmektedir(8)
Kazı buluntuları ve Çin kaynakları Türklerin ilaç hazırlama ve kullanma tekniklerinde de ileri gittikleri hakkında oldukça teferruatlı bilgiler vermektedir. yukarıda zikredildiği gibi, Türkler maddi tedavi yöntemine büyük çapta önem vermiştir. Türklerde ilaçlar başlıca madensel, bitkisel ve hayvansal maddelerden merhem, hap, toz ve sulu şekilde çeşitli olarak yapılmıştır. Bu arada, meyva şurupları ve mayalı ilaçlar da hazırlanmıştır. Bundan başka, Çeşitli yemeklerin de ilaç rolünü oynadığı bilinmektedir. Kaşgarlı’nın bildirdiğine göre, Samduy, Letü, Kavut, Yazuk et, Uva, Kagut, Sarmaçuk gibi yemekler tam olarak ilaç mahiyetinde yapılmıştır.(9)
Hind kaynaklarında Türklerin milattan önceleri 300 çeşitten fazla ilaç hazırladığı hakkında menkibevi bilgiler kaydedilmiştir.Diğer kaynaklarda Tarim vadisi’nde bulunan eczacılık kitabini Yunan Hükümdarının gönderdığı elçinin görmüş olduğu ve aynı hükümdarın bu kitabi ele geçirmek için Tarim civarında yaşayan Türklere saray yaptırmak ve onların hükümdarı ile kendi prensesini evlendirmek istediği rivayet edilmiştir. Bu menkibeler tam olarak bir güvenilir mahiyette değil ise de, Türklerde eczacılığın milattan önceleri de çok geliştiği ve komşu milletler üzerinde derin bir etki biraktığını yansıtmaktadır. Bu bakımdan, Çinlilerin eczacılık tarihine göz atılırsa Türklerin aynı sahade ne kadar ileri gittikleri anlaşılır.Çinliler ilaç hazırlama sanatında Türklere borçlu kalmıştır. milattan önce 5.yüzyılda yazıldığı tespit edilen “Sarı imparatorun hariciye hastalıklar tedavisi kitabi” nde Çinlilerin zehirli ilaçları Batı ellerde Yaşayan Türklerden aldıkları dile getirilmiştir. Çin’de Süi, Tang, Song, Yuan, Ming dönemlerinde yazılan Tıpla ilgili kitaplarda Çinlilerin Türklerden getirdiği 120 çeşitten fazla ilacın adı kaydedilmiştir. Tang dönemi ise Çinlilerin Türklerden büyük çapta ilaç getirmiş olduğu bir devirdir.(10) Nitekim, Tang dönemi Çin kaynakları arasında Ching-Chien tarafından yazılan “Türklerde ilaçlı bitkiler” adlı kitap özel olarak Türk ilaçlarıni tanıtan bir eser sayılırdı. Ama, aynı kitap Tang döneminden sonra kaybolmuş olduğundan, burada bu hususta hiç bir şey söylenmez.(11)


Bahsedilen ilaçlar arasında Çinliler Göktürk ak merhemi adlı bir ilacı ayrıca dile getirmiştir. Buna göre, ak renkli ve tadı acı olan aynı ilaç, yaralanan kimselere kan durdurmak ve kesilmiş etleri yapıştırmak için kullanılmıştır. Bu arada, beli güçlendirmek ve kaburga kemiklerini pekiştirmek için de kullanılmıştır.(12)

Moğol Yuan döneminde Hanbalık’ta sarayda muhafaza edilen ve 36 ciltten müteşekkil olan “Uygur reçeteleri” adlı kitabin aynı çağ Türk eczacilik sahasında büyük rolü olmuştur. ancak, bu eserin günümüze sadece dörd cildi ulaşabılmıştır.(13)

İslamiyetten sonra Türklerin eczacılık bakımından gösterdiği gelişmeleri İbn Sina “El-Kanun fit-Tıbb” adlı kitabinin her bir bölüğünde ve Biruni ise “Kitabus Saydele” adlı kitabında anlatmıştır.(14) Kaşgarlı ile Balasagunlu Yusuf de dil ve siyaset alanında çalışmakla beraber, İlaçlar hakkında bilgi vermeyi unutmamıştır. Kaşgarlı’nın bildirdiğine göre, 11.yüzyıl Türkçesinde ilaca “ot” adı verilmiştir. Bundan dolayı, hekime “otaçı” denirdi. Bundan manada, “em” sözcüğü de ilaç anlamına gelmişti. bundan alınarak ilaç yapan adama “emçi” denirdi. Aynı yüzyıllarda hekime “atasagun” adı da verilmiştir. Divan’da 38 çeşit ilacın adı ve rolü dile getirilmiştir. Yusuf ise eserinde beş çeşit hazır ilacın adını vermiştir. onlar cuvarış, macun-merhem, tiryak, matrıdus ve müshildir. Bunun yanı sıra, misk, leylak, şelise, terenbin, çiğdem, şeptalı çekirdeği, gül suyu, pekmez, kimiz, yılan zehiri,v.b. otuz iki çeşit ilaç adı vardır.(15)


Turfan’da bulunmuş Tıbbı vesikalar eski Türklerde eczacılığın gelişmesini göstermek bakımından büyük önemi haız bir buluntudur.
Buna dayanan R.R.Arat, Uygurların eczacılık teknilojisinde pek ileri gittiklerinden söz açmaktadır. Türk Tıp tarihi üzerinde daha iyi bir araştırma yapmış olan diğer bir Türk bilgini Süheyl Ünver Uygurlarda görülen ilaç şekilleri, eczacılık yöntemleri, Tıp aletleri, ilacların miktarı ve kullanma usullerinin modern Tıp biliminden farksız gibi bir merhaleye kavuştuklarını ve Uygurların Tıp alanında muasır kavimlerin önüne geçtiklerini bildirmiştir.(16)

Tıpkı, Iskit- Saka Türklerinde görüldüğü gibi, bazı belgelerden Uygurlarda da gelişmiş bir halk tıbbının olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Uygurlar günümüze kadar gelebilen Tıbbı folklor bilgileri bırakmışlardır. Bugün bile Anadolu Türklüğünde yaşayan bir çok tıbbı ve farmakolojik bilgilerin kaynağı Uygurlardır.(17)
Şunu ayrıca belirtmek icap ederki, Doğu ve Batı arasında İktisad ve Ticaret bağı kurmuş olan İpek yolu, civarında bulunan kavimlerin Tıp teknolojisi ve eczacılık bakımından alış-veriş yapmaları için elverişli bir ortam yaratmıştır. İpek yolunda giden kervan ekipleri arasında özel tabibler de bulunmuştır. Çinlilerin kurduğu Hen, Tang, Song devletlerinin başkent ve diğer mühim şehirlerinde, Kitan, Tüpüt ve Tangut devletlerinin başkentlerinde Türk ilaçları satılmıştır. Moğol Yuan sarayında Uygurlardan yetişmiş Ayşe tarafından Ching-Shi Yao Yuan adıyla bir Tıp ve eczacılık merkezi kurulmuş ve bu merkez 1273’de Guang-Hui-Si(saray hastahanesi) ismini alarak ve daha da genişletilerek Uygur ilaçları imal edilmiştir.(18) 1293’de Yuan başkenti Durun(Kökhut) ile Taydu(Hanbalık)’da Guang-Hui-Siya bağlı birer Uygur eczacılık mahkemesi kurulmuştur. Bu süretle, Uygurların eczacılık işleri daha ileri seviyeye getirilmiştir.(19)
9-13- yüzyıllarda Türk Tıp teknolojisi mağara duvar resimlerinde de yansımıştır. Turfan Bezeklik’te ve Bay Kizil’da bulunan Bin Buda mağara tapınaklarındaki sanat eserlerinde tabib Budsatva ve tabib Rahiplerin resim ve heykelleri işlenmiştir. Dung-Huang Mogo Bin Buda mağaraları arasında bulunan 296.numuralı bir tapınağın duvarlarına işlenmiş resimler içinde bir kervan ekibi tasvir edilmiş. aynı resimde Türkçe giyinmiş, iri gözlü ve düz burunlu bir tabibin hastalığa yakalanan bir Tüccar üzerinde teşhis ve tedavi yaptıkları belirtilmiştir.(20) Aynı dönemde Tıp kanunları ve kamu sağlığı nizamları yapılmış. hükümdar habis mahiyetteki ve bulaşık hastalıkların sakinler arasında yayılmasıni önlemek için sıhhatlık formu yaptırmış. üzerinde adı, yaşı, yurdu ve mesleği kayıtlı olan form, sahibinin hasta veya sağlığıni belirtirdi. bir kimse hastalığa yakalanırsa, aynı form üzerine hasta adam diye bir not verilirdi. Turfan vesikalarına göre, cüzam hastalığı gibi bulaşık ve tedavisi olmayan hastalıklara karşı kanun ve yasalar da çıkarılmış ve aynı hastalıklara tabı tutulan kimselerin keyfince diğer kimselerle temasa geçmeleri yasaklanmıştır. sezilirse bir koyun ve para cereme çekmeye buyrulmuştur. Bu süretle bulaşık hastalıklar önlenmiş veya zararı hafifleştirilmiştir.(21)


Karahanlılarda Yürürlükte olan Tıp kanunları Hotenlı Alaiddin Muhammed adlı ünlü tabibin “al- Fikhu-Tıbbıye”(“Tıp Kanunları”anlamında gelir) adlı kıtabında açıkça belirtilmiştir.(22) demek, 9-13 Yüzyıllarda Türklerde Tıp, ilk defa yüksek merhalesine kavuşmuş ve ayrı bir fen olarak bilimsel mahiyet kazanmıştır. klinık açıdan hastalıklar sistemlere ayrılmış ve kurumsallaşmış. Bu arada, Kocu, Beşbalik, Almalik, Kaşgar, Hanbalik, Durun, Horasan ve Kuzey Hindistanda Türk Tıp okulları, Hastaneler ve eczaneler kurulmuştur.

Türklerin Tıp araştırmalarına oldukça önem verdiği bilinmektedir. Türkler milattan önceki 5.yüzyılda ilaçlar üzerinde denemeler yapıp zehirli ve tesirli ilaçları imal etmiştir.
(23) Milattan sonra 5.yüzyılda dağlarda bulunan sürme gibi bir çeşit mineral tedavide kullanılmıştır.

Çin kaynaklarına göre, aynı şeyden yapılmış ilaçla dökülmüş diş ve saçlar yeniden bitmiş.(24) Milattan sonra 6.,-7.yüzyıllarda Türk tabibleri Beres(deriye ak leke düşmek) hastalığının tedavisini bulmuştur. Milattan sonra 8.yüzyılda müziki rolünden yararlanarak kalb ve sınır hastalıkları tedavisinde başarı kazanmıştır.(25)

İdikut Uygur devletinde çabuk yaşlanmamak ve uzun yaşama kavuşmak için Tabibler İdikut yaşam bagışlayıcı şurubu adlı bir merhem ilaç yapmış. bundan faydalanan ünlü Çinli Tabib Sun –Si-Mao Büyük nüshalı uzun yaşam sağlamak merhemi ve Küçük nüshalı uzun yaşam sağlama merhemi adlı ilacları yapmıştır.(26)

Tıp araştırmaları İslamiyetten sonra daha hızlı bir adımla devam etmiştir. Karahanlılarda 11.Yüzyıl tabiblerinden Kaşgarlı Muhammed İbn Raşiddin Ali’nın Tıp araştırmalarına çok ilgi gösterdiği ve bir çok reçeteleri keşfettiği bilinmektedir.(27) Türkler böyle araştırmaları sürdürmekle nazarı, tedavi ve eczacılık bakımından yüksek düzeye ulaşan Tıp teknolojisini yaratmıştır.
Anatomi üzerinde yapılmış araştırmalar da Türk Tıp tarihinin diğer bir özelliğidir. Türklerde adı bilinen ilk tabibin İskit-Saka döneminde yaşayan Anarharsis olduğu gibi, ilk anatomist de milattan sonra 8.yüzyılda yaşayan Şirahandir. Diğer bir adı Canbaşlaktır. Tüpüt Hükümdarı Chi-Zong-Dizen’in tavsiyesi üzerine kendi memleketine giden Şirahan, Lasa’da Tıp öğretimi ve tedaviyle uğraşmıştır. Tarafından yazılan “Diri vücud Ölçüleri” ve “ceset resim nüshaları” adlı kitapların elimizde bulunmamasına rağmen, aynı kitapların Tıp alanında, bilhassa anatomi ve hariciye hastalıkları dalında büyük bir değere sahip olduğu adından anlaşılır.(28) Bu yüzden, anatominin 16.yüzyıla kadar olan ilk devir tarihinden söz açılırken, Şirahan’in adı ihmal edilmez ve Galinus, Razi ve İbn sina gibi büyük bilginlerle beraber dile getirilmesi gerekli gözükmektedir. Kaşgarlı’nın büyük Türkçe sözlüğünde, yanı Divan’da 70 ten fazla anatomi terimleri göze çarpmaktadır.
Ameliyat da Türk Tıp Teknolojisinin büyük gelişmelerindendir. Çin yıllıklarında kendi vücuduna hancer saplayan Suvu’nun Bir Hun cerrahının yaptığı ameliyatla kurtarıldığından söz açılmaktadır.(29) Tang dönemi Çin kaynaklarında Uygurların Beyin ve Göz ameliyatiyle uğraştıklarından söz açılır. Moğol Yuan devletinde moğollar ve Çinlilerin Uygur cerrahlarına beyin ve göz ameliyatı yaptırdığı da yine Çin kaynaklarında geçer.(30)


İlk Türk-İslam devleti Karahanlılarda Kaşgarlı İmamüddin’ın usta cerrah olduğu ve savaşlarda yaralanan askerlerin hep onun elinde ameliyatlı olduğu zikredilir.(31)

Şin -cang’da ve Altay dağlarındaki eski kurganlarda bulunmuş mumyalar ve kuru cesetler de Türklerde ameliyat tarihinin üç bin ve dörd bin yıllara kadar dayandığını belirtmektedir. Pazarık’ta bulunmuş mumyalanan ölülerin derisi “T” şeklinde açılmış ve sonra da dikilmiş. Bu hadisenin neyi ifade ettiğini bilmiyoruz.(32) Türklerin İslamiyetten önce ölüler yanında at, köpek, keçi gibi hayvanları da mumyaladığı bilinmektedir. Mumya geleneği İslamiyetten sonra da devam etmiştir. Selçuklular zamanında mumya yapıldığı bilinmektedir.(33)

1980’li yıllarında Şin- cang’da Kumul, Piçan, Turfan, Hutun-sumul ve Moğol-kure havalisinde bulunmuş kurganlarda beyin, gögüs, pelvis, karın ameliyatı yaptıran ve açılmış yerleri ip, kıl(at kılı) ve saç gibi şeylerle dikişli olan 20 den fazla kuru ceset ortaya çıkarılmış. tarihi iki veya üç bin yıldan fazla bir zamana dayanan aynı cesetler, şimdi Şin -cang müzesinde muhafaza edilmektedir.(34)
Araştırmalara göre, Türk kültürünün son derece gelişme gösteren sahalarından olan Tıp, milattan önce 5.yüzyıldan itibaren Doğu ve Batı’da bulunan çeşitli kavimlerin aynı kültürünü etki altına almaya başlamıştır.

Aztekler - Mayalar ve Türkler

                   AZTEKLER - MAYALAR VE TÜRKLER

Çapultepek (chapultepec)

555917_173160842874136_1374006703_n
Meksika’da yer alan ve bulunduğu yerdeki parka da adını vermiş olan Çapultepek (Chapultepec) imi. Bu bediz, şu an Meksika da bir müzede yer alan ve bu bölgede bulunan bir çizimin kayaya oyulmuş imi. Çapultepek bize çok tanıdık gelen bir ad. Aztek dilinden gelen ve bölgeye verilen bu ad, imde de betimlendiği üzere “Çekirge Tepesi” anlamındadır. Başta Maya dili olmak üzere, Aztek ve daha bir çok yerli dilinde “Tepek”, Türkçe “Tepe” anlamına geliyor. Bu hem ses hemde anlam olarak benzerlik denk gelebilecek bir durum değildir. Kaldı ki yerli dilinde Çekirge anlamına gelen Çapul da Türkçe bir sözcüktür ve “akın, saldırı, yağma” vb. anlamlara gelmektedir. Bu durum bize çekirgelerin toplu olarak yaptığı akınları ve yağmaları akla getirmektedir. Bu benzerlik, yerli dilinde Çekirgeye bir eylem olarak Çapul anlamı ve adı yüklemiş de olabilir. Görüldüğü üzere bunlar, hem ses hemde anlam olarak dilimizde ortak kullandığımız ve “sonradan bulma” değil; “doğanın en temel yapıları olan” dağ (tepe) ve hayvan (çekirge) adı olarak kullanılmış sözcüklerdir.. Bu kadim adların öylesine denk gelemeyeceği ve çok uzun zaman öncesinden beri ortak bir yapıda ve yaşamda kullanıldığı açıkça bellidir. Ayrıca bu sözcükler Türk’ün yaşadığı her yerde birleşik yada ayrı ayrı; bölge adı, dağ adı, yerleşim adı ve soyad olarak da kullanılmaktadır. – Kürşad BAYTOK
1380805_173161452874075_593226754_n

Kün’den Tengri’ye

1236537_167008713489349_1867733826_n
Meksika’da kaya üzeri bediz. Bu bediz oldukça değerli. Çünkü Türk kaya üzeri bedizlerinde gördüğümüz iki ayrı betimlemeyi burada iç içe görüyoruz. Bunlar Türk “Tengri” (Tanrı) ve “Kün” (Güneş – Gün) yapılarıdır. Tengri betimlemesinin ve bubetimleme içinde yer alan düşünce yapısının çok eski dönemlerde Kün (Güneş Ana – dişil yapı) betimlemesi ve düşünce yapısından ortaya çıkmış olabileceğini yazıyorduk. Bu yapı çok benzer bir şekilde uzak akrabalarımız olan Amerika yerlilerinde de yer alıyor. İşte bu görsel tam da bunun sürecini bize yansıtıyor ve belgeliyor. Kendi kadim topraklarımızda ayrı ayrı gördüğümüz bu kendi içinden doğmuş iki kutlu yapının birleşimini ve sürecini uzak akrabalarımızdan daha açık şekilde öğreniyoruz. Maya dilindeki hem “gün” hemde “güneş” anlamına gelen “Kin” sözcüğünün; ses ve ayrıntılı anlam olarak “kün” ile bir olması bir denklik midir? – Kürşad BAYTOK

Aynı Tengri’nin çocukları


Asya’da uygarlık yaratan Türkler ile Amerika kıtasında yaşayan eski uygarlıklar Maya- Aztek- Olmek uygarlıkları arasında sembollerle başlayan benzerlik, bir sürü konuda şaşırtıcı noktalara ulaştı.
Asya’da Hitit Güneşi olarak bilinen semboldeki TENGRİ (yani evrenin her yerindeki tanrı) ile Maya ve Aztek tanrısı Quetzalcoatl ‘ın sembolü arasındaki benzerlik karşılaştırmaya değer. Hele bu tanrının adını “kutsal katlı” olarak okuduğumuzu düşünürsek anlamsal ve sembolik benzerlik iyice artar. (Kutsal katlı, Tengri ile aynı anlamdadır)
Maya ve Aztek tanrı isimlerinde Türkçe ile başka hoş benzerlikler de mevcuttur.
Chac: Yani “Çak” Mayaların yıldırım ve şimşek tanrısıdır. Çak şeklinde okunan bu sözcük halen bile dilimizde “Şimşek çaktı” şeklinde varlığını sürdürmektedir.
Kinich Ahau: Maya güneş tanrısıdır. Kinich veya Küniş, Türkçe “Güneş” kelimesi ile neredeyse birebir aynıdır. Eski Türk inancında “Künhan” Güneş-Han adı kutsal güneşe verilen isimlerden biridir. Ahau ile Han sözlerinin yakınlığı ise dikkat çekicidir.
Xiuhtecuhtli: ateş ve zaman tanrısıdır, çifte göreve sahiptir ve çifte kutlu olarak okunabilir.
Tezcatlipoca: Tez = hızlı, Katlı = Kat eden (hareket eden) ve B den P ye dönüşümle Bora sözü “poca” şeklini almış olabilir. Tezkatlıbora rüzgâr tanrısıdır.
Xochiquetzal: Güzellik ve çiçek tanrıçası idi. Burada “quetzal” sözünün kutsal olduğunu Xochi’nin çok olduğunu kabul edersek bu durumda “Çokkutsal” adı ortaya çıkmış olur.
Aşağıda sıralanan Kızılderili dilinde kullanılan kelimeler ile Türkçe arasındaki benzerlikler gerçekten dikkat çekici!
Yat-kı: yatılan ev
Tamazkal: Hamam, temiz kalmak
Yanunda: yanında
T- sün: uzun
Misssigi: Mısır
Tepek: tepe
Hu: selam
Türe: töre
Tete: dede
Atış-ka: ateş
Aş- köz: yemek
Yu: su
Yu-mak: yıkamak
Köç: göç
Tekun: tekin
Atağ: ata
Yaşıl: yeşil
Çakira: çakır
Kün: Gün
Atapaskan: Kızılderili kabilesinin adı
Ata-Hualpa: Son Maya kralının adı
Kalakmul, Uaxactun, Kopan: Maya şehirlerinin isimleri
Kızılderili kelimeleri ile Türkçenin karşılaştırıldığı bu birkaç örnek dışında Fransız dilbilimci Dumesnil, Kızılderililerin kullandığı 320 kelimenin Türkçe ile aynı olduğunu tespit etmiştir. Tarihçi Ord.Prof. Denis Sinor’ un araştırmalarına göre, töre, kültür, inanış, din, semboller, dil ve gelenekler arasında çok ciddi benzerlikler mevcut. Bazı bilim adamı ve tarihçilere göre genetik incelemelerde de ciddi kanıtlar tespit edilmiştir. (Gen araştırmaları etiklik açısından genellikle gizli yapıldığı için kaynaklarımız sınırlı ne yazık ki.)
Tarihteki araştırmalara göre Kızılderili gelenekleri ile Türk gelenekleri arasında aşağıda listelenen benzerlikler tespit edilmiştir.
Tork isimli, hilal şeklinde kolyeyi tıpkı Torkom’lar gibi Bozok kabileleri olan sarışın Kızılderili kabilelerinden Navajo’lar, Şanı’lar, Ocibya’lar kemikten yapılmış olarak boyunlarına takmaktadırlar. Bu “Tork”ları, Çokta Kızılderilileri hilalin ortasına yıldız koyarak göğsü kaplayan geniş bir Ay yıldız kolye olarak kullanırlar.
Mayalar kendi dillerine aynı bizim ifademizle Mayanca demektedirler. Maya’ların Orta Amerika’daki önemli yerleşim yerlerinden olan “Yuka-tan” isminin Türkistan’ın Yok-Tan bölgesinden gelme olduğu anlaşılmıştır. Bu bölge Sümer Türklerinin Mezopotamya’ya göçmeden evvelki yerleşim sahası idi…
Bir diğer Maya lehçesinde BİZ için OGH sözcüğü kullanılıyordu. Bu sözcük de Ön-Türkçe’dir. Çünkü, Asya kökenli Türk boylarına On-OK , Boz-Ok, Üç-Ok dendiğini biliyoruz. Buradaki OK sözcüğü BİZ demek olup topluluk ve boy anlamını aktardığı gibi, yönetici kişinin de kendine OKH olarak hitap ettiğini görüyoruz. Kızılderili yöneticiler beyazlarla karşılaştıklarında sağ ellerini kaldırıp OGH veya UGH derlerdi. Yani “Yönetici olan ben (biz) seni (sizi) selamlıyorum”.
Tahiti adasına ayak basan Kaptan Cook Kızılderililerin başlarına taktıkları çiçekten başlığa Türk adı verdiklerini 1769 yılında tespit etmiştir.
Fiji adalarında Rotuma yerlilerinin dillerinin Altaik dil olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca Endonezya adalarının dillerinin de Altay dillerinden olduğu anlaşılmıştır.
Doktor kelimesi yerine Ah-men, kırık çıkıkçıya Kak-bak, şifacı hekime Ah-bak, çocuk doğurtan ebeye ilk-alan-zah derlerdi. Bütün Altaylılar gibi Kızılderililer birbirlerine amca, baba, teyze, hala, ağabey diye hitap ederler. Maya Kızılderililerinde 1878 yılında el öpme adeti tespit edilmiştir.
Mohavk Kızılderilileri uzun eşek oyunu da dahil 12 Anadolu oyununun 11 tanesini bilmektedirler. Güreş ise bütün Kızılderili kabilelerinde dua ile başlanılan en önemli ata sporu olarak tatbik edilmektedir.
Anadolu Türklerinin parmaklar arasına sicim gererek oynadıkları sicim oyunu Atapaskan ve Keçuva kabilelerinde de oynanmaktadır. Üstelik figürler ve isimler de aynıdır. Eğer Anadolu’da bir figüre yıldız deniliyorsa, Kızılderililerde de yıldız denmektedir.
İnka’lar kök sülalesine “Ay-ullu” yani ulu soy demekle beraber, kendi yöneticilerine Kur-Hakan demekteydiler.
İnka’lar çocuklarına bir kahramanlık gösterene kadar ad vermezlerdi. Ad verme işlemi merasimle yapılırdı bir kişi ölene kadar bir düzine ad ve nam sahibi olabilirdi. (Dede Korkut Hikayelerinden Boğaç Han’ın Hikayesini hatırlatıyor.)
İnkalar Kapaktokon Efsanesi ile birbirlerine büyük benzerlik gösteriyor. Manço Kahan’ın (Kapan’ın) atası Atay (Atav) bir felaketten tek başına kurtulur. Kayalarla kapalı bir mağaraya sığınır. Bir kurt “Er- Ak- Koca” nurlu bir tas verir. Atay bununla kayaları eritir ve kavminin başına geçer. Cihangir bir devlet kurar. Bunun yanında Kırgızların Yaratılış Efsanesi ile Türk asıllı Finlerin Kalavela Efsanesi kelime kelime Kızılderililerin efsanesiyle aynı. (Ergenekon Destanı)
Kına yakma bütün Kızılderili kabilelerinde, Anadolu ve Orta Asyalı Altaylılar gibi uygulanmaktadır. Beşik kertmesi töresi aynı şekilde yaygın bir töredir.
Loğusa kadın bütün Altaylılar gibi kutsal sayılırdı. Loğusanın kırkını yaparlardı. Ölülerini bütün Altaylılar gibi, silahları ve atı ile birlikte “Kur-gan”lara gömerler. Kan davası bir töre olarak uygulanırdı.
Mayalar ölüm yıl dönümünde Yıl aşı verirler, cenaze törenlerinde erkekler yüzlerine kara boyalar sürerlerdi.
Toltek Kızılderililerinin gebelik ve bereket tanrısı Tez Katlı Poka (Tez katlı boğa)dır. Kızılderililerde cennet ve sırat köprüsü kavramı vardır. Cennete Vakui (Akui-(Altından ırmaklar akan yer) derlerdi.
Siu Kızılderilileri’nin 1870 yılı sonlarında Papıti, Muhave, Kalamat, Şoson, Irok gibi kabilelerinde “Hu” çekerek Bektaşi semahlarına benzeyen ayinler yaptıkları tespit edilmiştir.
İnkalarda Kopuz benzeri bir saz kullanıldığı tespit edilmiştir. Aztek ve Mayalar Ç-şıra (şıra) isimli içki içerler. İnkalar ise bu içkiye Çira derlerdi.
Tüm bu Asya kökenli diller Türkçe ile ilgilidirler. Hepsi de ortak bir kök dilden türemiştir. Bu kök dile Ön-Türkçe de diyebiliriz. Fakat Rus dilciler bu kök dile Nostratik demeyi uygun bulmuşlardır.
Nostratik hakkında pek çok yayın vardır. Fakat ne yazık ki, bizim yerli dilcilerimiz Ön-Türkçe üzerine asla eğilmemekte bu konuda araştırma yapmadıkları gibi, yapanları da küçümseyip alay etmektedirler.
Türkçe ile ilgili dedim. Asla, bire bir eşit demek istemedim. Bu ilgiyi veya ilişkiyi bulup çıkarmak hem hoş bir uğraş olmakta, hem de dünya dilleri hakkında daha derin bir bilgi elde etmemizi sağlamaktadır. Örneğin, “Maya” sözü Türkçe “kök, asıl cevher” anlamına gelir. Bira mayası, ekmek mayası hepimizin bildiği sözlerdir. Şu halde Maya kültürü Ön-Türkçe “Kök kültür” anlamına gelmektedir.
Keza, “Aztek” adı da Az-tek şeklinde iki heceye ayrıldığında “Az fakat tek olan” yani kendine has olan bir kültür anlamını taşımaktadır. Az sözcüğü z-s dönüşümü göz önüne alındığında ASYA sözünde vardır. Asya sözü de “Az-öyü” demek olmaktadır. Öyü sözü “yerleşim bölgesi” demek olup bugün kullandığımız “köy” sözü “OK-öyü” (Ok’ların yerleşim bölgesi) olmaktadır.
OK adı Ön-Türklerin kendilerine ve kendi yöneticilerine verdikleri bir isimdi. Bu konu oldukça derin bir araştırma konusu olduğundan daha ileride söz edeceğim.
ATAPASKAN dil gurubunun adı da Ön-Türkçe olarak Ata-Başkan şeklinden başka bir şey olmadığı görüşündeyim. Dilciler bu tür benzetmeleri küçümserler ve hep “tesadüf” olarak göz ardı ederler. Oysa ki tesadüfler pek çok olunca artık tesadüf olmaktan çıkarlar. Son Maya kralının adı da Ata-Hualpa idi. Hualpa sözü Hu-Alp (Yüce) anlamını taşır. Kuzey Amerika’da yaşayan ve halen varlığını sürdüren bir diğer gurubun adı ANASAZI’dır. Bu dil gurubunu da Ön-Türkçe Ana-Sözü (anadil) şeklinde ayırdığımızda anlamı apaçık ortaya çıkmaktadır.
Maya kültürünün kendi şehirlerine verdikleri isimlere bir bakalım. Bunlardan bazıları: Tikal, Palenque, Kopan, Kalakmul, Uaxactun ve Altun-Ha şehirleri veya daha doğrusu yerleşim merkezleridir. Şimdi sırasıyla bu yerleşim adlarını inceleyelim:
Tikal: “Tekil” yani kendine has olan, tekil olan demek olmaktadır. Çünkü “Tik” kök sözcüğü Ön-Türkçe olup “tek” demektir. Tek sözünü Kızılderili dillerde TİK olarak buluyoruz. Yunanca işaret parmağına ‘Dahtilo’ denir ki bu da TİK =>TEK =>TAH =>DAH dönüşümü ile oluşmuştur. Daktilo dediğimiz alet “parmaklarla çalışan” demektir. Latince TE (sen) ‘ikinci tekil kişi’ demektir. Burada da işaret parmağı ile gösterilen ikinci şahıs anlamı vardır.
Palenque: P sesinin aslı B sesidir. Yani Palenk şeklinde okunan bu şehir adı “Barık” sözünden dönüşmüştür. Ayrıca R ile L dönüşümü de çok yaygın olduğu bilinmektedir. Barık, ise “Barınak”, yani “konumlu yer” demek olmaktadır. Asya kıtasının Türkler tarafında ilk kurulmuş yerleşim bölgesinin adı “Başbarık” , yani “Baş-yerleşim yeri” idi. Baş yerleşim ise bugünkü dilde “baş-şehir” olmaktadır.
Zamanla Başbarık, “Beşbarık” ve “Beşbalık” olmuştur. Oysa ki ne beş ile ne de balık ile hiçbir ilgisi yoktur.
Kopan: Bu şehir adı da halen bugün bile kullandığımız “kopan” (ayrılan, merkezden kopan) anlamını taşır. Anlaşılan bu şehir asıl Maya bölgesinden coğrafi olarak ayrı bulunduğu için Kopan adını almıştır.
Kalakmul: Bu adı da ikiye ayırıp Kalak-Mul şeklinde okumak gerekir. “Kalak” sözü “kalalım” anlamını taşır. Nasıl ki “alalım” sözü “alak” idiyse, “kalalım” da “kalak” idi. “Mul” ise M nin yine B ile olan ilişkisinden ve L ile R dönüşümünden Mul sözü “BUR” yani “burada kalalım” demek olduğunu sanıyorum. Ancak bu yaklaşımın doğruluğu araştırılmalıdır.
Uaxactun: Bu isim “uzaktın” ve daha doğru şekli de “uçaktın” olsa gerek. Çünkü X harfi genelde Ç sesi ile okunur. Uçaktın, derken uçmak kastedilmiyor. “Uçak” Uçta olan, uzakta olan kast ediliyor.
Altun-Ha: Bilindiği gibi altın sözü ile “Ha” (yüce, kutsal) sözünün birleşimi var bu isimde. Hakan, Hazret, Hakk sözlerinde hep bu Ha kökü bulunmaktadır. Ayrıca Maya dilinde Han “bir” demektir.
Ön-Türkçe’den türeyen dil guruplarından Proto-Maya dili sadece bir tanesidir. Diğer önemli guruplar: Eurasiatic olarak adlandırılmış olan büyük dil gurubuna Altay, Ural, Hind-Avrupa, Na-Dene ve Dravidian dil gurupları girer. Ayrıca Afroasiatic adı ile bilinen kuzey Afrika ve Mezopotamya dil gurupları arasında Sümer, Babil, Asur, Hitit, İskit, Hami ve Sami dilleri girer. Bunların da kökeni Ön-Türkçe’dir.
İlginç bir dil ilişkisi olarak Asya dilleri olan Çin-Tibet dilleri ile bazı Kafkas dillerinin, Bask ve Buruşaski dillerinin ve Kuzey Amerika dil gurubu olarak bilinen Na-Dene dillerinin yakın akraba oldukları gerçeğidir. Ayrıca Bask dili ile kuzey Afrika Berber ve Tuareg dilleri arasında ilişkiler gösterilmiştir.
Burada Maya dillerinden Bazı Maya sözcüklerini ve onların parantez içinde Türkçe karşılıklarını sunmak istiyorum. (Kaynak: Saim Ali Dilemre “Genel Dil Bilgisine Bakış, Birinci Kitap”)
Ahau (ağa, yönetici), Baat (balta), Ça (çam), Çetun (çetin), Çol (çolak), Kutz (kuş), İçil (içinde), İş (dişi), Kaşnak (kuşak), Kin (gün), Kiniş (güneş), Kişe (kişi), Koça (koca, büyük, yaşlı), Kul (kul), Naa (ana), Na (ev), Ol (olmak), Tamazkal (hamam), Tepek (tepe), Top (toplamak), Toz (toz), Tul (tolu, dolu), Tulan (dolgun), Tup (dip), Tzekel (çakıl), Ueez (uyuz), Uiş (işemek), Ul (Ulaşmak), Uy (oy), Yaş (taze,yaş), Yaşıl (yeşil).
Size hem anlam hem de telaffuz olarak çok yakın olan tam 31 sözcük sundum. Maya halkının binlerce yıl önce Asya kıtasından Amerika kıtasına göç ettikleri düşünülürse bu kadar sözcüğün halen ortak olması tesadüf ile açıklanamaz. Anlaşılan odur ki Proto-Maya dili Ön-Türkçe’dir. Sadece dil ilişkileri değil, aynı zamanda genetik araştırmalar bu ilişkiyi kanıtlamaktadırlar. Şu sitede:http://www.newscientist.com/article/dn11178?DCMP=NLC-nletter&nsref=dn11178
Asya’nın doğu bölgesinden Bering boğazını aşarak Amerika kıtasına yapılmış olan göçlerin genetik olarak saptandığı anlatılmaktadır.
Ayrıca “Aleut adaları” diye bilinen Asya ile Amerika arasındaki takım adaları Türkçe “Alauç” olup Ala-Uç şeklinde ayrıldığında “Beyaz UÇ” demektir. Zira, “al” sözü bugün kullanılan anlamıyla “kırmızı” demek olmayıp Ön-Türkçe “Beyaz” demektir. Zamanla karlı bölgelere ve beyaz tepelere “al” denmiş, daha sonraları “yükseklik” kavramı öne çıkarak bayrak rengi olarak değişikliğe uğramıştır. Nitekim Latince “alba” = yüksekte duran, demektir. Arnavutluğa “albania” ve arnavutlara “albanian” denmesi bu Ön-Türkçe kök sözcükten türer.
Bu örnek, sözcüklerin zaman içinde nasıl anlam kaymalarına tabi olabildiklerini ve ne derece tanınmaz hale dönüştüklerini çok güzel göstermektedir. Aynı durum özel isimlerde de olmuştur. Örneğin, Maya halklarından bir gurup “Kiche Maya” diye bilinir. Oysa ki “kiche” Türkçe “kişi” demektir ve “KicheMaya” doğrudan “Maya insanı” anlamını taşımaktadır.
Kişe Maya halkını yöneten ve onları İspanyol saldırısından koruyan son yönetici, yaklaşık MS 1500 yılında doğmuş “Tekun Uman” idi. 1524 yılında İspanyol saldırgan (konkiestador) Pedro de Alvaro tarafından 24 yaşında katledilmiştir. Tekun Uman adını şu şekilde açıklayabiliriz.
Tekun = Tekin demektir ve genelde genç Türk prenslerine verilen addır. Tek kök sözcüğü de ilk prens olduğuna işarettir.
Uman = Ön-Türkçe “Gelen misafir” demektir. (Kaynak: Divan-i Lügat-it Türk) Şu halde Tekun Uman “Gelen ilk misafir” olmaktadır. Burada doğan çocuğun bir mal olmadığı ve sadece bir misafir olduğu vurgulanmaktadır ki, Ön-Türklerin bilgeliğine güzel bir örnektir.
Ayrıca Yrd. Doç. Dr. İsmail DOĞAN!ın Mayalar ve Türklük kitabı bu bağlantıdan okunabilir (2800 kelimelik bir Mayaca Türkçe sözlük ile resim arşivi de kitapta bulunmaktadır) : http://yayinlar.yesevi.edu.tr/static/kitaplar/mayalar_e_book/e_book/index.html
- Ord. Prof. Reha Oğuz Türkkan

11 Ocak 2014 Cumartesi

Eski Türkler de Spor ve Spor Dalları

 

ESKİ TÜRKLER'DE SPOR DALLARI

 
 



Türklerin, Orta asya'dan dünyanın muhtelif yerlerine yurt edinmek amacıyla yayılmaları boyunca, sürekli savaşlar yapmaları onların kuvvetli olmalarını, yakın mücadelelerde başarılı olmalarını ve at üzerinde maharetli olmaları gerektirmekteydi. Rakiplerine üstünlük sağlaya­bilmek için kuvvetli, çevik olmak ve savaşçı olmak zorun­daydılar. Bu nedenle, birçok spor dalıyla uğraşmışlardır.

YIKIŞMA (GÜREŞ): Türkler, her türlü eğlence ve şölende, her vesile ile güreşmişlerdir. Yakın mücadelelerde üstünlük sağlamaları gerektiği için, barış zamanı günler boyunca süren güreşler yapmışlar, savaş hazırlığı amacıyla devamlı olarak muhtelif güreş çeşitlerini yapmışlardır.

Dede Korkut destanının muhtelif bölümlerinde, güreşin her türünden bahsedilmektedir. Güreşin, dünyaya yayılışının da Orta asya dan olduğundan bahsedilir. Ünlü tarih yazarı HAROLD LAMP, Cengiz Han adlı eserinde Türklerden "Bu ülkede ata binmeyene ve güreş tutmayana kız vermezlerdi" diye söz eder. Selçuklular döneminde, devlet tarafından tutturulan ŞEV-İ SİCİL defterlerinde de Konya'da güreşçiler mahallesinin olduğundan ve güreşçiler tekkesinin varlığından bahsedilir.

KILIÇ : Kılıcın tarihi, tunç devriyle başlar. Türlerde ise, ilk kez M.Ö. 6.Y.Y. da Gök-Türkler'de rastlanır. Suvari bir millet olan Türklerin hepsinin doğal olarak yanında taşıdığı bir silahtır.

Türkler bir saldırı ve savunma aracı olarak kullandıkları kılıcı, At-Avrat-Silah dizelerinden de anla­şıldığı gibi kutsal saymışlar ve yeminlerini dahi kılıç üzerine yapmışlardır. Kılıç gösterileri de, oyun ve şölenlerin vaz geçilemeyen yarışma ve gösteri türleriydi.

Kılıç, gösteri ve savaş kılıçları olarak ikiye ayrılır ve üç bölümden oluşur. Bunlar; Kabza, korkuluk ve namlu'dur. Çocuklar, çok küçük yaşlarda tahta kılıçlar ile talim yaparlar ve büyüdükçe ağırlaşan kılıçlar ile çalışarak, her fırsatta yeteneklerini ortaya koymak amacıyla yarış­ı­r­lardı.

OKÇULUK: Ok ve Yay tarih içerisindeki ilk mekanik silahlardır. Ergenekon ve Oğuz destanlarına göre atın eğitimi sonrası Dünya'ya yayılan Türklerle beraber, ok ve yay da Dünya'ya Türkler tarafından tanıtılmış ve yayılmıştır.

Türk'lerin ok ve yaya verdikleri önemin en güzel göstergesi, Oğuz Han'ın üç büyük oğlu olan Gün, Ay ve Yıldız' dan torunu olan sağ kola BOZOKLAR, Gök, Dağ ve Deniz'den gelen torunu olan sol kola ÜÇOKLAR adını ver­mesinden açıkça anlaşılmaktadır (Turan,1969,s.145).

Türklerin her şöleninde ve eğlencesinde yer alan ok atma ve yay germe yarışmalarını, duran ve hareketli hedef­lere, at üzerinde, dururken ve giderken yaptıkları görül­mek­tedir.

Türklerde ok ve yay yapımı çok önemli bir sanattır. Her ok atıcısının kol boyuna göre oklar, kuvvetine göre ise yayların gerilmesi yapılır ve atışlarında başarılı olmaları sağlanırdı. Hunlar döneminde okun boyu 82 cm, kalın­lığı ise, 9 mm. civarında görülmektedir.

Türklerde ok, aynı zamanda bir paylaşma aracı olarak ta kullanılmıştır. D.L.T. (Divanı Lügat-ı Türk)'te pay­laşılması gereken her hangi bir şey için oklar belirlenir ve herkes çektiği oka göre payına razı olduğundan bahsedilir.

ATÇILIK VE AT YARIŞLARI :Tarih içerisinde, atı ilk eğiten milletin Türkler olduğuna dair, yüzlerce eser vardır. Ancak, Dünya'nın kabul ettiği tarihçilerden Macar ALLFOLDİN, Avusturya' lı HOOPERS ve Alman PORTRİATZ' ın kitaplarında, M.Ö. 6000 yıllarında Türklerin ilk kez atı evcilleştirdiklerinden bahsedilmektedir. At eğitimi, at yetiştirmesi ve ata binmek Türkler için bir sanattır. Günümüzde uygulanan at eğitim tekniklerinden bir çoğu, eski Türklerden kalan tekniklerdir.

Tarihçi, E. MARCHEL'in kitabından, Türklerin çocuklarını çok küçük yaşlarda hatta beşik çağında, beşik içine konulan tahta parçası ile oynadığı, hatta bu tahta üzerine oturarak oynadığı ve 3 yaşları sonrası çocukların koyunlara binerek at üzerinde durabilme yeteneğini kazanma talimleri yaptıkları, daha sonraları taylarla ve sonra da 12 yaşları civarında usta birer binici olarak ata bindiklerinden ve böylece bu eğitimlerini tamamla­dık­larından bahsedilmektedir.

Türkler, at ile bütünleşebilen atın bir parçası olabilen ve atı yormadan binebilecek kadar beceriklidirler. Eğersiz ata binmekte de çok mahirdirler. Atı olmayan erkeğe iyi gözle bakmazlardı. Bayanlar da erkekler kadar ata binmekte ustadırlar.

Her kentte bir at yarış alanı bulunur ve haftanın her cuma günü düzenlenen yarışmalarda yarışırlardı. Türkler için at ve atla yapılan yarış ve oyunların önemi çok büyüktür.

ÇÖĞEN (POLO-ÇUKANYON-BANDAL): Sınırlı bir alan içerisinde at üzerinde yer alan oyuncuların ucu kıvrık olan ve ÇÖĞEN denilen sopalar ile, GİY denilen topu, rakip kale içine atmak esasını taşıyan bir oyundur. Rakibin atına çarpmamak, vurmamak ve önünü kesmemek oyunun kuralları arasındadır. Kaleye atılan her top bir sayı kazandırır. Belirlenen zaman içinde beraberlik söz konusu olursa, ÖÇEŞME denilen üçüncü bir oyun oynanır. Günümüzdeki POLO oyununun esasıdır.

BEYGE (BABİGA) : Oyun ilk kez KIRGIZ Türkleri zamanında oynan­mıştır. Bir köy ya da obada bulunan bir genç kızın birden fazla isteyeninin olduğu durumlarda ve kız tarafının kararsız kalması halinde isteyen tarafların kırılmaması ve gelin adayına da tercih şansının verilmesini sağlayan bir oyun­dur. Ata binen genç kız ile damat adayları, belirli bir mesafeden gelini belirlenmiş yere doğru kovalamaya baş­larlar. Amaç gelin adayını atlarına bindirebilmektir. Elinde kamçı olan gelin adayı istemediği damat adayını kamçısı ile yanına yaklaştırmamaya çalışır ve gönlünün olduğu damat adayının atına binerek kimle evlenmek istediğini de böylece ailesine bildirmiş olur.

Gelini atına bindiren damat adayı da, damat olarak kabul edilirdi.

KOLBÖRİ (YEŞİL KURT) : Gelin ile damat arasında, gerdek gecesinden önceki gündüz, kucağında oğlak bulunan gelin atıyla kaçar ve damat da at üzerinde arkadaşlarının yardımıyla onu yakalamaya çalışır.

CİRİT: Cirit oyunu, Türklerin en eski oyunlarından bir tanesidir. Amacı, beden eğiti-mi olması yanında atların savaşa hazır halde tutulması ve savaş eğitimidir. Sınırlı bir alan içinde sayısı 5-20 arasında değişen takımlardan oluşan atlı oyuncularla oynanır. İki takım oyun alanında karşılıklı olarak atları ile dururlar. Oyun elinde cirit bulunan bir oyuncunun rakip atlılardan birisinin önüne ciriti fırlat­ma­sıyla başlar. Ciritin atıldığı oyuncu yerden atılan ciriti alır ve atan oyuncu belirlenen alana ulaşmadan cirit ile onun sırtına, omuzuna ya da atının sağrısına elindeki cirit ile vur-maya çalışır. Bu arada arkadaşlarıda yardımcı olmaya çalışırlar.

MIZRAK (HARBE-KARGI) :Uzunluğu 1,5m-2.m olan ve ucunda madenden yapılmış bir sivri kısmı bulunan günümüz cirit ine benzeyen MIZRAK denilen bir savaş aracı ile oynanır. Karşı karşıya mücadele etme, isabet kaydetme ve mızrağı en uzağa fırlatmak esastır. Oyunun amacı savaşa hazırlıktır.

GÖKBÖRÜ: Türklerin dini amaçlı ve geleneksel oyunlarından bir tanesidir. Atlı iki gurup sınırlı alanda karşılıklı atları üze­rinde dururlar. Alanın tam ortasına içi boşaltılarak bıra­kılmış olan oğlağın, bir işaretle oradan alınıp bacaklarının arasında kaçırılması ve belirlenen alana taşınması esasına dayanan bir oyundur Oyun anında, arkadaşlarının yardımı da söz konusudur. Gene oyunun asıl amacı, at üzerindeki maharetlerin geliştirilmesi ve savaşa hazırlıktır.

COP : Cop, budaksız ağaçtan yapılan ve yaklaşık 80 cm. uzunluğunda iki ucu küt bir sopadır. 3-4m. aralıklı dikilmiş iki direk arasına gerilen ipin üzerinden, 50-60 m. uzaktan atı ile gelen oyuncunun copu yerden sektirterek aşırtması esa­sı­na dayanır. İlk sektirterek aşırtan gurup galip ilan edilir.

TEPÜK (FUTBOL) : Günümüz futboluna çok benzeyen TEPÜK oyu­nunda, iğ arşığı üzerine keçe sararak veya, keçilerin sidik torbaları şişirilerek elde edilen topun sınırlı bir alanda, eller harici vücudun her yerinin kullanılarak, belirlenmiş kalelerden geçirilmesi esasına dayanırdı.

Kaşgarlı MAHMUT'un Divanı Lügat-ı Türk adlı eseri, Hıtay-ı Name, Baybars Tarihi ve Ayasofya müze­sindeki birçok eser tepük oyununu, Türklerin çok eski tarihlerden beri oynadıklarından bahsetmektedir.

SEYİRTME (KOŞU):Koşular, Türklerde genellikle dinsel amaçlı yapıl­mıştır. İlk uzun mesafe koşusunun TUNGUZ Türklerinde yapıl­dığından bahsedilmektedir. Yürüme yarışları yanında, durarak ve hareketli uzun atlamalar tek ve çift ayak sıçramaların yapıldığından bahsedilmektedir.

AVCILIK: Türklerde avcılık zorunlu bir ihtiyaç ve tut­kudur. Yaşam ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılan avcılık, aynı zamanda savaşa hazırlık amacı da güderdi. Türklerin av düzenlemeleri son derece görkemli olur ve sürek avları çok sayıda avcının katılması ile gerçekleştirilir, sonrasında da muhteşem şölenler düzenlenirdi.

Türkler; ok, mızrak, kement ve ağ ile yaptıkları avlanmaları yanında, evcilleştirdikleri yırtıcı av hayvanları vasıtası ile de avlanırlardı. Tazı, zağar, şahin, doğan ve sungur denilen hayvanları da avlan­ma­larında kullanırlardı. Ava kadınları da katı-lırdı.Türklerde çocuklarının da ilk defa katıldıkları av partilerine ŞEYLAN veya CEŞN denilirdi. Büyük ve çok kişinin katıldığı uzun süren avlarına SiĞiR adı verilirdi.

CENGİZ HAN döneminde, Cengiz Han yasası ile hangi mevsimlerde, hangi av hayvanlarının avlanabileceği belirlenmiş ve günümüz av yasaklarının benzeri yasaklar, o dönemlerde bile Türkler tarafından uygulanmıştır.

Selçuklular zamanında, avlanması yasak olan av hayvanlarına ONGUN adı verilir ve bu hayvanlar kutsal sayıldıkları için avlansalar bile etleri yenilmezdi.

ÇANA (KAYAK) :Orta Asya dan Ural dağları ve Hazar denizinin kuzeyinden Avrupaı ya geçen Türklerinin kayağı ilk kez kullanan milletlerden birisi olduğu Ural dağları ve Baykal Gölü civarında yapılan kazılardan anlaşılmıştır. İsviçreli Prof. J.J. HEES' in "Kayakçılık Tarihi" notları da açıkça Türklerin kayağı kullanan milletlerden olduklarını belirtmek­tedir. Göktürklerin sığır kemiğinden yaptıkları kayaklar ile, kar ve buz üzerinde kaydıkları anlatılmaktadır.

Türk boylarından TÖLÖZ Türklerinin 15 cm. ge­nişliğinde, 160 cm. uzunluğundaki tahtaları ayaklarına ta­karak kar üzerinde avlandıklarından D.L.T.'te bahse­dil­mektedir.

BOKS (PİJULA) : Yakut Türklerinin günümüz boks sporuna benzer ve adına PİJULA dedikleri bir sporu sadece ellerini yumruk yaparak kavga biçiminde yaptıklarından günümüze gelen eserlerde söz edilmektedir.

SUDİ EFENDİ'nin Hicri 1004 yılında yazmış olduğu "Yumruk Vurucular" isimli eserinde, Osmanlı imparatorluğundaki boks sporundan bahsedilmektedir.

4 Ocak 2014 Cumartesi

ÇİNDEKİ TÜRK PİRAMİTLERİ

                                TÜRK PİRAMİTLERİ