Türk örf ve adetlerinde düğün gelenekleri
türk düğün gelenekleri türklerin düğün gelenekleri türklerde türk adetleri yöresel geleneklerimizbiz Türk'ler örf ve adetlerimize bağlı bir toplumuz ve her yörenin kendine has bir örf ve adeti vardır.peki genel olarak Türk ve örf adetlerinde düğün gelenekleri nelerdir buyrun
1. Görücü gitme
2. Kız isteme
3. Söz kesme ve şerbet içme
4. Nişan hazırlığı
5. Nişan takma
6. Düğün (çeyiz serme-karyola düzme ve urba görme, kına, güvey başı, gelin inme, yüz görümü, duvak
1-GÖRÜCÜ GİTME: yurdumuzun bir çok yerinde olduğu gibi çok eskilerden beri görücü usulüyle yapılamaktadır. Önce çevrede görülüp beğenilen kız, erkek evi tarafından karar verilerek damat olacak erkeğin çok yakınlarından biri veya ikisi kızı görmek için kız evine giderler. Görmek için doğrudan değil de bir iş yaptırmak (oya, tentene yaptırmak, yorgan veya dikiş diktirmek gibi) için giderler. Hiç belli etmeden kız evinin derli toplu (düzenli) olduğunu
2-KIZ İSTEME: Çevresinde iyiden iyiye araştırılan konu, komşu, eş, dost ve yakın akrabalar tarafından kız ve ailesi hakkında gerekli
Kız evinin cevabı olumsuz olunca, oğlan evi iyi günler temennisiyle hemen oradan ayrılır, giderler. Fakat kız evinin cevabı olumlu ise ve kızı vermeye gönülleri varsa hal ve hareketlerinden belli olur ve böylece yeni kurulacak yuvanın temeli atılmış olur. Çeşitli ikramlardan sonra oğlan evinin ileri gelenleri söz kesme ve şerbet içme için gün tespit ederek kız evinden ayrılırlar. Günümüzde artık kız babaları kızını çağırarak onun fikrini de almaktadırlar. Baba kızın fikrini almak için kendisi değil de annesini görevlendirir. Böylece kızın da görüş ve düşünceleri alınmış olur. En sonunda kızın ailesi tekrar bir araya gelerek durumu değerlendirirler. Hatta kızın dedesi, ninesi ve yakın akrabalarının da fikirleri ve gönülleri de alınarak en son karar verilmektedir.
3-SÖZ KESME (SÖZ VERME) VE ŞERBET İÇME: Bazen kız isteme dönemi birkaç defa tekrarlanır. Bu gidip gelmelerde çok yakınlardan tutunda, hatırı sayılır olgun kişilerde devreye girerler. Kız evi bütün bu gidip gelmeler sonunda ikna olup kızını vermeye razı olunca söz kesme günü tespit olunur. Öz kesme için giysi ve söz yiyecekleri oğlan evi tarafından alınır. Söz kesme günü oğlan evi çay, kahve, şeker, lokum ve kolonya gibi yiyecek ve içeceklerle yakın aile çevresi ve aile büyükleriyle kız evine giderler. Oğlan evinden getirilen şeker ve su ile yapılan şerbet misafirlere ikram edilir. Arkasından oğlan evinden getirilen çay, şeker ve lokum verilir. Kız evinde toplananlar hem oğlan hem de kız evinin kadınlarıdır. Böylece kadınlar arası söz kesme yapılmış olur. Kız evindeki şerbet ve diğer yiyeceklerin dağıtma işi gelin adayı ve arkadaşları tarafından yapılır. Şerbet içimi bittikten sonra çay ve tatlı yenilir, içilir. Böylece kadınlar arası söz kesimi yapılmış olur.
Aynı günde erkekler içinde söz kesme ve şerbet içme olur. Bir kahvede kız evinin ve oğlan evinin yakın arkadaşları, akrabaları ve komşuların erkekleri toplanır. Orada şerbet, çay, şeker ve kahve ikram edilir. Bu ikramlar esnasında hocaya dua ettirilir. Kadınlar ve erkekler arsında içilen şerbetin amacı, çevreye evlilik amacını belirtilmesi, tarafların birbirine tatlılıkla yakınlaşması ve aralarındaki kaynaşmayı sağlar. Söz kesimi bittikten birkaç gün sonra oğlan evinin çok yakınları kız evine giderek nişanda takılacak takıları ve nişan elbiselerinin nasıl alınacağını konuşurlar. Kendi aralarında tatlılıkla bir karar vararak nişan gününü tespit ederler.
4- NİŞAN HAZIRLIĞI: Söz kesildikten sonra oğlan ve kız evi arasındaki yakınlaşma iyice artar. Nişan töreni için yapılacak hazırlıklara da yavaş yavaş başlanır. Aileler arasında takı denilen ziynet eşyası ve nişanlıklar üzerinde konuşmalar başlar. İki taraf arasında takı konusunda anlaşmaya varıldıktan sonra, kız ve oğlan evinden ikişer veya üçer kişiyle çarşıya gidilir. Çarşıda yüzük, küpe, bilezik, (anlaşmaya göre zincir ve dövme) saat, kolye, ayakkabı, terlik, çanta, iç çamaşırı ve makyaj malzemesi gibi kararlaştırılan şeyler alınır. Daha sonra nişanlık ve nişandan sonra giymesi için bir hazır elbise alınır. Kız evi de damat için yüzük alır. Her iki tarafın anlaşmasıyla nişan günü kararlaştırılır. Sandıklı köylerinde takı pazarlığı iki aile arasında çok çetin geçmektedir.bu takılar çoğu zaman bir servet denecek seviyeye ulaşmaktadır. Sandıklı'da ise eski takı ile ilgili kurallar hemen hemen kalkmıştır. Oğlan evi artık kendi imkanlarına göre takısını takmaktadır.
5-NİŞAN TAKMA: kararlaştırılan nişan günü için kız ve oğlan evinden eş, dost, akraba ve yakın komşular çağrılır. Nişandan bir gün önce oğlan evi kız evine kızın giyeceği nişanlığı ile lokum, çay, şeker, kahve, kolonya, ve çikolata götürürler. Nişan töreni genellikle öğleden sonra veya akşam yapılır. Nişan günü sabahleyin gelin kız kuaföre götürülür. Daha sonra kız evinde veya kız evinin temin ettiği bir yerde, tüm davetlilerin bir araya gelmesiyle nişan töreni başlamış olur. Genellikle oğlanın annesi veya en yakınlarından birisi kıza ziynetlerini takar. Ayrıca kıza oğlan evi tarafından kız kardeşi, halası,n teyzesi ve akrabaları da isterse ziynet takarlar. Takı töreninden sonra kız el öpmeye başlar. Bu arada oğlan evi tarafından getirilen şerbet, çay, şeker ve lokum ikram edilir. Bir zaman sonra oğlan evi kız evinden ayrılır.
Eğer nişan takma törenine damat adayı gelmemişse bir sürahi şerbet hazırlanır. Sürahinin üzerine kırmızı örtü örtülür. Sürahinin ağzı bağlanır, bağın ucuna ise nişan yüzüğü bağlanır. Bu şerbet, oğlanın kız kardeşi veya bir yakını tarafından oğlana götürülür. Vermeden önce götüren kişi, oğlan tarafından ödüllendirilir. Getiren kişi bağlı bulunan yüzüğü çıkararak damat adayına verir. Damat adayı sevinç içinde yüzüğü parmağına takar. Bir taraftan da yakını tarafından doldurulan şerbeti içer. Aradan bir zaman vakit geçtikten sonra "ağız tadı" adıyla hazırlanan bir tepsi baklava, bir tepsi börek, gerekli miktarda çerez (fındık, fıstık, şeker, lokum) ve kız evi için hazırlanan dürü denilen hazırlıklar tamamlanır. Oğlan evi bu hazırlananları kız evine götürür. Kız evi, oğlan evinin geleceğini bildiği için gerekli yemekler hazırlamıştır. Hep beraber yemek yendikten sonra biraz oturulduktan sonra kız evinden kalkılır.
Birkaç gün sonra aynı şeyleri kız evi, oğlan evine götürür. Oğlan evi oldukça zengin bir davet yemeği ile kız evini ağırlar. Davet yeğinde sırasıyla toga çorbası, söğüş et, börek, hoşaf, baklava, bamya, dolma (kalem, yaprak veya biber) ve en sonunda sütlaç verilir. Yemekten sonra biraz oturulur ve kalkmadan önce oğlan evi, kız evinden gelenlere çeşitli hediyeler verir. Ve kız evi oğlan evinden ayrılır. Böylece oğlan evi ile kız evi birbirine daha yakınlaşmış olurlar.
Nişanlılık dönemi birkaç hafta sürdüğü gibi birkaç ay veya birkaç sene de sürmektedir. Nişanlılık dönemi hem oğlan evi hem de kız evi için ekonomik yönden çok ağır olmaktadır. Bu dönem düğün için bütün hazırlıkların yapıldığı bir dönemdir. Oğlan evi kız evine her gidişinde el öpmelik verir. Bu para, giyecek, çerez ve yiyecek şeklindedir. Nişanlılık döneminde bayram olursa gelin kıza bayramlık alınır. Sandıklı'da nişanlı gençlerin birlikte olmalarına ve beraber gezmelerine izin verilmez. Ancak son yıllarda oğlan ile kızın konuşmalarına, anlaşmalarına, birbirini görmelerine ve gezmelerine artık izin verilmektedir. Bunda sosyal toplum gelişimindeki değişikliklerin büyük etkisi olmuştur. Nişanlılık dönemindeki hazırlıklar bittikten sonra düğün günü iki aile arsında kararlaştırılır. Ve düğün hazırlıkları başlar. İlk iş olarak oğlanın babası nikah hazırlıkları için kızın nüfus cüzdanını almaya kız evine gelir. Burada kız babası ile konuşulur. Kaç kat elbise alınacağı, düğünde çalgı çalınıp çalınmayacağı ve diğer kız evinin istekleri kabul ettirildikten sonra kızın nüfus cüzdanı oğlanın babasına verilir. Bu işlerin bitiminden sonra artık iş çeyiz sermeye ve çeyiz hazırlıklarına gelmiştir.
6-DÜĞÜN:
a) Urba Görme:
Düğün ve nikah günü yaklaştığı zaman oğlan ve kız evi alışveriş için bir gün kararlaştırırlar. Alışveriş yapılan bu güne Sandıklı'da "urba görme" veya "elbise görme" adı verilir. Önce kıza ve eve alınacak eşyalar konuşulur. Sandıklı'da genellikle aileler arasındaki anlaşmaya göre yatak odası takımını kız evi, misafir odası takımını oğlan evi, mutfak eşyalarını da ortaklaşa alırlar. Esvap görme için tespit edilen günde, gelin kız, annesi, kız kardeşi ve gelinleri hep beraberce oğlan evine giderler. Orada oğlanın annesi, kız kardeşi varsa gelinleri hazır bulunur. Hep beraberce elbise görmek için alışverişe çıkılır. Bu sırada oğlan evinde kalanlar yemek hazırlarlar. Kız ve oğlan evinden çarşıya gidenler sırasıyla, kuyumcu, ayakkabıcı ve manifaturacıya uğrayıp, gerekli alışverişi yaparlar. Özellikle manifaturacıda her tarafın yakınlarına hediyeler alınır. Ayrıca kıza elbiseler, ayakkabılar, terlikler, makyaj takımı, ortaklaşa yapılacak ev eşyası ve daha başka gerekli olan, istenilen şeyler alınır. Alışverişin bitiminde ise topluca oğlan evine gelinir. Kız evinden gelen misafirler, oğlan eviyle beraber hazırlanan yemekleri yerler. Alışveriş için köyden Sandıklı'ya gelenler, alışverişin bitiminden sonra topluca lokantaya giderler. Yemekler yendikten sonra çarşıdan alınan eşyalara yeniden bakılır ve eksik bir şeyin olup olmadığı kontrol edildikten sonra teker teker bohçalara yerleştirilir. Böylece urba görülmüş olur. Artık sıra çeyiz sermeye ve karyola düzmeye gelmiştir.
b) Çeyiz Serme-Karyola Düzme:
Düğün haftasına girilince kız ve oğlan evindeki hazırlılar hızlanır. Düğün ve nikah günü belirlendikten sonra çeyizleri serme işlemi başlar. Çeyiz serme günü kız evinde Pazartesi, Salı veya Çarşamba günü, oğlana evinde ise Perşembe günü olur. Oğlan evi kız evindeki çeyizin alınması için Çarşamba günü veya Perşembe sabahı bir araba tutarak kız evine giderler. Kızın hazırlamış olduğu çeyizler arabaya yüklenerek oğlan evine getirilir. Arabacıya ya bir basma ya da bir gömlek verilir. Bu arada eşya getirmeye gidenlere, kız evi tarafından bazı hediyeler verilir. Perşembe günü kız evi topluca çeyiz serme için oğlan evine gelir. Kız ve oğlan evinin eşyaları, kız evinden gelenlerle yerleştirilir. Çeyiz serme işine oğlan evinde bulunanlar da yardım ederler. Bu arada hazırlanan bohça gelin odasına konur. Oğlanın yakın akrabalarına konan dürü bohçasının içinde iç çamaşırı, çorap, yazma, havlu, elbiselik, çarşaf, mendil vb giyim eşyaları bulunur. En sonunda kızın yatak odası hazırlanır. Bütün yapılan bu hazırlıklara Sandıklı'da "karyola düzme", bazı köylerinde ise "döşek gelme" adı verilir. Perşembe günü yapılan çeyiz serme ve karyola düzmeye yardım edenlere ve diğer misafirlere "karyola daveti" yapılır ve oğlan evi tarafından yemek verilir. Yemekte çorba, et, börek, baklava, sütlaç, dolma ve bamya yenir. Hazırlanan sofralara 10 ile 15 kişi oturur. Karyola düzmeden sonra yenen yemeğe Sandıklı'da "çeyiz yemeği" veya "karyola yemeği" köylerimiz de ise "döşek yemeği" veya "döşek ekmeği" denir.
c) Gelin Hamamı:
Düğün haftasına girildiğinde, oğlan evinden gelen kadınlar, gelin kızı Sandıklı'daki hamama veya Hüdai kaplıcasına götürürler. Hamama varıldığında gelin adayı, herkesin ellerini öper ve bohçaları ayrı ayrı düzenler. Hamamdan sonra geline ve kayınvalideye yeni çamaşırlar giydirilir. Gelini hamama götürmenin bir amacı da gelinin vücudunda bir sakatlık, eğrilik olup olmadığına bakmaktır. Hamamın bitiminde evden getirilen çeşit çeşit yemekler, meyvalar, tatlılar, turşular yendikten sonra gelin hamamı sona erer.
d)Okucu (Okuyucu) Çıkma
Perşembe günü çeyiz serme ve karyola düzme bittikten sonra, cuma günü her iki tarafın kadınları okucu çıkarlar. Kızevi, cumartesi günü olacak kız evindeki düğün ve kına gecesi için oğlan evi ise pazartesi günü olacak duvak için okucu çıkarırlar. Okucu çıkacak kişiler; kızın ve oğlanın annesi, kız kardeşi, yengesi veya çok yakınlarından olur. Okucular, etek üzerine Sandıklı'ya has sarı veya çizgili ipekten "okucu fıtası" örtünürler ve sayıları iki kişi olur. Ev ev dolaşarak, kız evindeki düğün ve kına gecesi ile oğlan evindeki duvak, eğlencesine akrabalarını, tanıdıklarını ve komşularını çağırırlar. Davet edilen evin kadını okuculara sembolik bir para verir, çağırma işi akşama kadar sürer.
e)Kız Evinin Düğünü
Kız evi, yakınları ve kızın arkadaşları Cuma gününden, ertesi gün yapılacak kız düğünü ve kına gecesi hazırlıklarına başlarlar ve tef eşliğinde oynarlar ve eğlenirler. Cumartesi günü sabahleyin oğlan evinden gelenler gelin kızı alır ve kuaföre götürürler gelin kızla birlikte, kız ve oğlan evinin yakınlarının da saçı yapılır. Gelin kız Sandıklı'dan dışarı çıkacaksa gelinlik, Sandıklı'nın içinde kalacaksa nişan elbisesi giydirilir. Kız evinin düğünü için Cumartesi günü öğleden sonra tutulan salonda veya uygun bir evde toplanılır. Düğün sadece kadınlar içindir. Düğünde bazı kadınlar üç etek denen yöresel kıyafeti giyerler. Bazı ailelerde küçük kız çocuklarına gelinlik giydirirler. Kız düğününe gelenler kızın annesine para ya da değişik hediyeler verirler. Ayrıca gelirken yanlarında bozuk para getirirler. Bu bozuk paralar oynamaya kalkanlara verilir. 0nlarda parayı tefçiye verirler. Tefçi çalar ve tef eşliğinde ikişer kişi kalkarak oyunları oynarlar ve eğlenirler. Öğleden sonraki eğlence ikindi ezanından önce biter. Eğlencenin bitiminde kızın arkadaşların ve yakınları kızevi tarafından yemek daveti verilir. Yemekler takım adı verilen "çorba, et, pilav, helva veya baklavadır". Yemek yenirken oğlan evinden dört veya beş kişi güveyi ve sağdıcın esvabını götürmeye gelirler. Kız evi oğlan ve sağdıcın giyeceği güveyi esvabını iki ipek bohçaya koyarak oğlan evinden gelenlere verirler. Güveyi ve sağdıç için hazırlanan iki bohçanın içinde iç çamaşırı, takke, mendil, kravat, çorap ve gömlek bulunur. Yemekten sonra akşam kına gecesinde toplanmak üzere davetliler dağılırlar.
f)Kına Gecesi :
Cumartesi günü öğleden sonraki kız evinin eğlencesinden sonra, akşamda kız evinde kına gecesi yapılır. Kına gecesinde gündüz oğlan evinden gönderilen çeşitli çerez ve kuru yemişler yenir. Kına gecesi eğlencesine oğlan tarafından kadınlar da katılırlar. Tüm davetlilerin gelmesiyle kına gecesi başlar. Gecede, gelinin başı kırmızı pullu örtüyle örtülür. Tef eşliğinde kızın arkadaşları, akrabaları ve komşuları oyunlar oynar, şarkı söyler. Tefçi, gelin kızın basında maniler, türküler ve şarkılar söyler. Kızın sağ avucunun içine kına konur ve davetliler kınanın üzerine para koyarlar. Belirli bir süre yapılan eğlenceden sonra gelen davetliler dağılırlar. Kızın yakın arkadaşları kız evinde kalır. Kendilerinin ve gelin kızın el ve ayaklarına kına yakarlar. Kına gecesi eğlencesinde kına yakılırken yöremize ait kına türküsü söylenir. Kına türküsü şöyledir:
Kınası karılır tasta,
Oğlan evi pek havasta,
Kız anası kara yasta.
Yarenim kınan kutlu olsun
Orda dirliğin tatlı olsun,
Ney ney ney anam ney
Tuz kabını tuzsuz koyan,
Koca evi ıssız koyan
Anasını kızsız koyan
*** Nakarat ***
Ana hamama vardın mı?
Yunduğum yeri göndün mü?
Şimdi kıymetimi bildin mi?
*** Nakarat ***
Kaya dibi karıncalı,
Yanı çitte görümceli,
Hem dayılı, hem amcalı,
*** Nakarat ***
Atlayıp geçer eşiği
Sofrada kaldı kaşığı
Gelin evlerin ışığı.
Kına yakılırken orada bulunan bütün davetliler ve kız anası ağlar. Kına gecesi davetlilerin dağılmasıyla sona erer.
g) Güveybaşı ( Güvey Dirilmesi ):
Cumartesi günü ikindi namazından sonra oğlan evinde güvey başı (güvey dirilmesi) yapılır. Güveybaşına, oğlan evinin çağırdığı davetliler (erkekler) katılırlar ve oğlan evinin önünde toplanırlar. İkindi ezanı okunmadan önce oğlan evinden dört veya beş kişi güveyi ve sağdıcın esvabını almaya kız evine giderler. Kızevi önceden hazırladığı, güveyi ve sağdıcın esvabının bulunduğu iki ipek bohçayı oğlan evinden gelenlere verir. İki ipek bohçanın içinde "iç çamaşırı, mendil, takke, kravat, çorap ve gömlek" bulunur. Güveyi esvabını almaya gelenlere kız evi çeşitli hediyeler verir. Kız evinden gelen giyecekler ve takım elbiselerin pantolonu damat ve sağdıç tarafından güvey başından önce giyilir. Hocanın giydireceği ceket ve örme takke iki ipek bohçanın içine konur. Öğleden sonra güveybaşı için gelen davetlilere oğlan evi şeker, lokum, sigara ve kolonya ikramı yapar. Güveybaşı töreni ikindi namazından sonra camiye gidenlerin hocayla beraber gelmesiyle başlar. Önce ortaya bir hasır ve üzerine de haba (kilim) veya halı serilir. Hazırlanan bohçanın içindeki ceket ve örme takke ortaya getirilir. Sağdıç damadın, damatta babası veya dedesinin elinden tutarak imamla beraber tekbir sesleriyle evden çıkarak ortaya gelirler. İmam dua okuyarak sağdıcın ve damadın çekenini ve takkesini giydirir. Hocanın duasını bitirmesinden sonra güveybaşına gelen davetliler halının üzerine bozuk para atarlar. Toplanan bu paralar hocanın olur. Gelen davetliler tarafından damat ve yakınları tebrik edildikten sonra güveybaşı (dirilmesi) bitmiş olur ve davetliler dağılırlar. Eğer düğün çalgılı ise güvey basından sonra damadın arkadaşları onun etrafında toplanarak, çalgı eşliğinde oynarlar, davetliler bu esnada damada ve arkadaşlarına para takarlar. Erkekler yer, içer ve eğlenirler. Akşam olduğu zaman oğlan evi güvey eğlentisi yapar. Geç vakitlere kadar damadın arkadaşları ve davetliler eğlenirler. Böylece Cumartesi gününün kız ve oğlan evindeki düğün, kına ve güveybaşı törenleri bitmiş olur. Artık sıra pazar günü, yapılacak düğün ve gelin almaya gelmiş olur.
h)Pazar Düğünü - Gelin Alma - Nikah
Sandıklı düğünlerinde, pazar günü oğlan evine çalgıcılar erkenden gelir. Damadın yakın akrabalarının ve komşularının kapıları önünde çalgı çalarlar. Bunun anlamı ise akrabaları ve komşuları düğüne ve gelin almaya davet etmektir. Hangi evin önünde çalgı çalınırsa, o evin sahibi çalgıcılara bahşiş verir. Pazar günü sabahleyin erken saatlerden itibaren oğlan evinin davetlileri gelmeye başlar. Oğlan evinden, gelen davetlilere şeker, lokum, sigara ve kolonya, verilir. Yaz mevsiminde ise bunlara ilaveten soğuk içecekler verilir. Kızevinde, herkes erkenden kalkar ve gelini hazırlamaya koyulur. Oğlan evinden gelen kadınlar, gelini kuaföre götürürler, saçları yapıldıktan sonra gelinlik giydirilir gelini kız evine bıraktıktan sonra geri dönerler. Oğlan evinde ise gelin arabası güzelce süslenir. Çalgılar çalınır, oyunlar oynanır. Öğleye kadar oğlanevinin eğlencesi devam eder.
Öğle namazından sonra, önceden hazırlanmış gelin arabasına damat, annesi ve babası biner. Gelin arabası, tutulan arabalar ve davetlilerin arabalarıyla birlikte konvoy halinde kız evine varılır. Gelen arabalara kız evi tarafından mendil, havlu veya durumları iyiyse seccade bağlanır. Bütün bu işler tamamlandıktan sonra gelin kız ana, baba, kardeşleri, arkadaşlarını, akraba ve komşularıyla dolaşmaya başlar. Bu vedalaşma çok içten ve üzüntülü olur. Gelinin ağabeyi, babası veya dedesi kızın beline kırmızı kuşak bağlar ve kız babası kızına çeşitli tembihlerde bulunur. Daha sonra getirilen hocanın ve davetlilerin tekbir sesleri arasında gelin arabaya bindirilir ve gelin alınır. Hareket etmeden önce oğlan evinin yakınları tarafından fındık fıstık ve şeker atılır. Gelin alındıktan sonra konvoy kız evinden yola çıkar. Yolda gençler gelin arabasının, önünü keserler ve karşılığında para (bahşiş) alırlar. Düğün konvoyu eğer nikah yapılmamışsa doğru nikah salonuna gider. Burada gelen davetlilere nikah şekeri, sigara ve kolonya ikram edilir. Davetliler tamamen toplandıktan sonra nikah memuru tarafından genç çiftlerin nikahı kıyılır. Nikah bittikten sonra konvoyla şehir gezilir. En son şehir mezarlığından. geçilir.. Bundan amaç. insanların sonunun ölüm olduğu ve en sonunda geleceğimiz yerin orası olduğunu hatırlatmaktadır. En sonunda düğün konvoyu oğlan evin gelir. Sandıklı düğünlerinde gelin kız, nikah olmadan oğlan evine girmez. İki türlü nikah vardır. Biri resmi, diğeri de imam nikahıdır. Resmi nikah düğün sırasında veya öncesinde tespit edilen bir gün yapılmaktadır. Dini nikah ise gerdek gecesinde olmaktadır.
ı) Gelin İnme-Yüz Görümü:
Düğün konvoyu şehri gezdikten sonra oğlan evine gelir, evin kapısında kurban kesilir. Gelin ve damadın alnına kesilen kurbanın kanı sürülür. Gelin, oğlan evine girince el öptürme töreni başlar. Geline elini öptüğü yakını, komşular ve davetlilere düğün yemeği verilir. (Çorba, et, pilav, helva) Ayrıca mevlit okutulur. Gelinle damat içerideyken bir odada şerbet içerler. Buna "koltuk" adı verilir. Damat odadan çıkarken bozuk parayla karışık şeker atar ve dışarı çıkar. Daha sonra oğlan evinin yakınları ve komşuları geline bakmaya gelirler. Çıktıktan sonra geline para verirler. Çok yakınları altın veya bilezik takarlar Damat geline yüz görümlüğü ve hoş geldin hediyesi olarak bir altın veya bilezik takar. Daha sonra damat evden ayrılır ve arkadaşları tarafından akşama kadar gezdirilir. Damat akşam eve geldiğinde misafirlerle akşam yemeği yenir. Daha sonra damat ve gelin imam nikahı için abdest alırlar. Yatsı namazından sonra çağrılan hoca genç çiftlerin imam nikahım kıyar. Gelin ve damat oradaki büyüklerin ellerini öptükten sonra gerdeğe girerler. O gece damadın arkadaşları evin önünde arabalarla korna çalarak veya darbukayla oyun oynayıp gürültü. çıkarırlar. En sonunda oğlan evinden istedikleri hediyeyi; aldıktan sonra oradan ayrılırlar. Bu hediye Tatlı (kadayıf, baklava), yemek veya herhangi bir içecek olabilir. Damadın arkadaşları hediyelerini aldıktan sonra oradan ayrılırlar artık gelinle damat rahatsız edilmez. Böylece düğün tamamlanmış olur.
i)Duvak:
Pazartesi günü erkek tarafı kadınlara arasında duvak dediğimiz eğlence yapar. Gelinin saçı yapılır ve gelinliği giydirilir. Öğleden sonra oğlan evi tarafından tutulan salonda veya uygun genişçe bir yerde, oğlan evinin akrabaları ve komşuları toplanırlar. Duvağa gelenlere şeker, lokum ve kolonya ikram edilir. Davetlilere salona geçmeden önce kaynanaya hediye olarak para verirler. Önceden bir tefçi kadınla, oyuncu kaldırmak için bir kadın ayarlanır.Davet edilen kadınlarla, genç kızlar duvak eğlencesine gelirken en güzel elbiselerim giyerler. Oğlan evinden bazı kadınlar üç etek, küçük kız çocukları da gelinlik giyer. Duvakta Sandıklı'ya has yöresel oyunlar, tef eşliğinde ortaya ikişer ikişer kalkarak oynanır. Duvak eğlencesinde oynayanlara bozuk para verilir. Onlarda paraları tefçinin eteğine atarlar. Gelin duvakta geçimi olmaz düşüncesiyle para vermez ve konuşmaz. Oyuncular oynamadan önce hangi oyunu biliyorlarsa tefçi kadına söylerler ve tefçide onu çalar. Kadınların ve genç kızların duvakta, oynadığı oyun ve türküler şunlardır: Fındık dalları, Yekte, Adana'nın yolları taştan, Konyalı ve Engine'dir. Genç kızlar ve kadınların oyunlarından sonra gelini ortaya getirerek yüzüne vişneçürüğü ve pullu bir çember örterler yani yöresel adıyla gelini okşamış olurlar. Sonra geline oğlan evinin kadınları para veya takı takarlar. Duvaktan sonra oğlan evi gelen davetlilere evde yemek verir. Akşam olunca gelin kız gelinliğini çıkarmadan damatla beraber kız evine anne ve babasının elini öpmeye giderler. Biraz durduktan sonra oğlan evine geri dönerler. Artık sıra diğer yapılacak kız ve oğlan evinin davetlerine gelmiştir.
j) Düğün Sonrası Davetler:
Düğün bittikten sonra 1 ay içinde kız tarafı, oğlan evi ve yakınlarım "damat daveti" veya "düğün daveti" denen davet yemeğine çağırırlar. Davet yemeğine giderken geline gelinliği ve carı giydirilir. Ayrıca yüzüne pullu örtülür. Bu davette Sandıklı'ya has yemekler yenilir. Sırasıyla toga çorbası, söğüş et, börek, hoşaf, baklava, bamya, dolma ve sütlaç verilir. Kurulan sofralara 10 ila 15 kişi oturur. Yemekler yendikten sonra kızın anne ve babası, gelinle damada takı takarlar. Ertesi günü oğlan evinden gelin, damat, annesi ve babası tekrar kız evine giderler. Geline giderken gelinliği giydirilmez sadece üç etek denen yöresel kıyafet giydirilir. Gelenlere tekrar yemek daveti verilir. Buna "hoyraz" veya "poyraz ertesi denir. Oğlan evi daha sonra 2 ay içinde gelinin karyolasının bozulması için kız tarafım davet eder. Bu davete karyola bozma denmektedir. Bu davete kız evi ve yakınları katılırlar. O gün akşam yemeği oğlan evinde yenir. Bu davetlilerimizden başka ayrıca dini bayramlarımızdan Ramazan ve Kurban'ın 1. veya 2. günü akşamı kız evi, oğlan evine yemek daveti yaparlar. Bu yemeğe oğlan evinin tüm bireyleri katılırlar. Düğünün bitiminden 1 veya 2 ay sonra gelen cuması" denen kız evinin davetleri başlar. Her cuma geldiğinde gelin annesinin evine gider. Gelin aksama kadar orada kalır. Akşam, işinden çıkan damadında gelmesiyle kız evinde cuma daveti yapılır. Bu davet yıllarca aynen devam eder.
Eski Türklerde Mezar Geleneği
Ulus niteliği kazanmış her toplumun, ölünün ardından anılarını yaşatmak için bir takım usûl ve âdetler meydana getirdiği bir gerçektir. Çok eski tarihten beri ana yurtları Orta Asya başta olmak üzere bilinen eski dünyanın hemen her bölgesinde sürelerce görülen hükümranlığı ve çeşitli bölgelerdeki geçici ve daimi yerleşimleri sırasında, bazı etnik grupların tesiriyle Türklerin gelenekselleşmiş çok değişik usûl ve âdetleri olmuştur.
Bu ûsul ve âdetleri, Türklerin İslâmiyet’i kabulünden evvel ve sonra diye iki ana grupta toplamak mümkündür. Ancak İslâmiyet’in kabulünden sonra da, İslâmiyet’ten evvel oluşan usûl ve âdetlere bazı yerlerde kısmen değişik görülmekle beraber rastlamaktayız.
Şamanizm, Maniheizm ve Budizm dinlerine inanan Türklerin, bu dinlere dayalı ölüm ile ilgili düşünce ve inançları mezar geleneklerine yansımıştır. Eski Türklerde “tenâsuh-ruh göçü” inancını ilkel bir şekilde de olsa, görmekteyiz. Göçebe Şaman Türklerde ölümden sonra ruhun kuş gibi uçup, geldiği yere gittiğine inanılırdı. Orhun Yazıtlarından anlaşıldığına göre, insan ruhu öldükten sonra kuş veya böcek şekline girmekte ve ölen hakkında “uçtu” denilmektedir. Yine Orhun Yazıtlarına dayanarak “ölümle, uçmakla” özdeşleştirilen kergek-bolmak deyimini izahını: O. N. Tuna, bunun bıldırcın türünden bir kuşa işaret etmekte olduğunu ve bu ismin etimolojisinin, “kanatlarını yelken gibi havaya gerici” anlamına geldiğini belirtmektedir. Batı Türklerinde, İslâmiyet’in kabûlünden sonra dahi “öldü” yerine “Şunkar boldu” yani “Şahin” oldu deyimi kullanılmaktadır. 15. yüzyılda yazılmış Şükrullah’ın Behçet Üttevârih’inde ölüm şöyle yorumlanmıştır: “Sonunda ecel doğanı Orhan Beğe de pence vurup yüce uçmağa çekti.”
Şamanizm ise, Türklerin genel olarak eski ve milli dini kabul edilen, ancak daha çok yaradılış, evren, dünya, ölüm, sevinç, keder gibi değişik konularda düşünce, inanç ve bunlarla ilgili geleneklerin tamamını kapsayan, Türklere has bir yoldur. Etkinliği zamanla azalarak bir kısım usûl ve âdetlerle günümüze de ulaşan Şamanizm’in, en çok Budizm ve Zerdüştçülük ile birlikte yürümesi keyfiyetini A. İnan şöyle yorumlamıştır: “… Şamanizm’de taassup, başka dinlere karşı düşmanlık olmadığından en eski çağlardan beri, türlü dinlerin tesirinde altında kalmış, yabancı dinlerden çok unsur almıştır. Zerdüşt’ün iyiliği temsil eden Hürmüz’tâsı, Budizm’in Maytarı Tengere’si Altaylı’nın “Panteonuna” Şaman tanrıları sıfatıyla yerleşmiştir.
Oğuz Türkleri Şamanî inançlara göre, İslâmiyet’in ulûhiyyet anlayışına yakın olarak bir Tanrı’ya inanıyorlar; öteki dünyada lüzumuna inandıkları için de kahramanlarını at ve silahlarıyla gömüyorlardı. Eski Türk Şamanizmi’nde her şeyin üstünde bir gök tanrısına itikat edilmesi, yani “yüce varlık inancı” tek tanrıcılıkla yakın bir paralellik göstermektedir.”
Eski Türklerin çoğu Şamanlık düşünce ve inançlarına bağlı, ölü gömme âdetlerine ait ilk bilgileri Çin kaynaklarında buluyoruz. Bu konuda daha ayrıntılı bilgiler Göktürklere aittir. Hunlara ait haberler ise çok azdır. M.Ö. 3. yüzyılda yazılmış bir Çin kaynağından aktarılan bilgilere göre: “Hunlar ölülerini tabut içine koyarlardı. Bu tabut iki katlı olup, iç ve dış tabutlardı. Bu tabutları altın ve gümüş işlemeli kumaşlarla örterlerdi. Ağaç dikilmiş mezarları ve matem elbiseleri yoktu. Ölü ile beraber öldürülen yüz, hatta yüzden fazla olurdu.”
Çin kaynaklarından elde edilen diğer bilgilere bakarak, eski Türklerin defin törenleriyle ilgili usûl ve âdetleri şöylece sıralayabiliriz:
A. Ölü için yapılan yas merasimi “yoğ”.
B. Ölüyü gömmek.
C. Ölüyü yakmak.
D. Birden fazla ölü gömmek.
E. Cesetleri mumyalamak ‘tahnit etmek’.
F. Eşyaları ve yiyecekleriyle birlikte gömmek.
G. Mezarlarının bir köşesine at gömmek.
H. Alpın mezarı yanına kendi heykelini “sin” ve “balbalını” dikmek.
İ. Ölüyü tabuta koyup ağaca asmak.
A. Ölünün arkasından yapılan çeşitli uygulama şekilleri olan bulunan yas törenine “yoğ” denir. Şamanist Türklerde “ölüler kültü” ile bağlı en büyük törenlerden biridir. Bu törende yemeğin yalnız dirilere değil, özellikle ölülere ikram edildiğine inanırlardı. Kıtab-ı Dede Korkut, Manas Destanı gibi eski Türk âdetleri hakkında önemli kaynak teşkil eden eserlerde, bu törenin değişik şekil ve uygulamalarına rastlamaktayız. Bu törenlerde ayin, ziyafet ve ağıt yakmak gibi âdetler görülmektedir. Yine Dede Korkut öykülerinden anlaşıldığına göre, Oğuzların cenaze törenleri biraz İslâmlaşmakla beraber Hun ve Göktürklerin defin törenlerinden farksızdır. Yoğ, Hunlardan itibaren her devirde Türk boylarında görülmektedir. Hun cenazelerinde tabut, yukarıda belirtilen şekilde süslenir, hizmetkârlar ve odalıklar arkadan gelirlerdi. Bunları da gençler takip ederdi. Bu merasim sırasında güreşlere yer verilmesi, çeşitli şekilde yorumlanacak ilginç bir âdetti. Bazen bu hizmetkâr ve odalıklardan biri kurban edilirdi. Kısa bir süre sonra, esir yerine at, koyun, deve kesilerek ziyafet verme şekliyle bu gelenek sürdürülmüştür. Hunlarda matem âyini yedi defa yapılırdı. Bu yedi rakkamına verilen özel değerin, İslâmiyet’ten çok önce ve eski zamanlardan beri devam ede geldiğini göstermektedir: “Üçler, yediler, kırklar”. Göktürklerde yoğ töreninin çok görkemli yapıldığını Orhun Yazıtlarından öğreniyoruz. Burada, Kültegin (Köl-tigin) için yapılan yas töreninden bahsedilmektedir. Verilen bilgiye göre, ölünün bulunduğu çadır etrafına koyun, sığır, at kurban ederler. Ata binip çadır etrafında yedi defa dönerlerdi. Ağlarlar, yüzlerini sembolik olarak bıçakla keserler, bazen de ölünün atını, eşyasını yakarlardı. Kağanların “hükümdar” mezarları üstüne bir evcik halinde türbeler inşa ederler, bazen de duvarlarına cenk resimleri yaparlardı. Yoğ merasiminde abartılmış yas gösterileri ve burada yüzlerini kesmek gibi âdetler ile bugün hala Şiî Azerî Türklerinin Kerbelâ Vakıa’sı dolayısıyla, Muharrem günlerinde yapılmakta olan mâtem gösterileri arasında büyük benzerlik göze çarpmaktadır.
B. Hemen hemen Bütün milletlerde olduğu gibi, Türklerde de ölen insanın toprağa verilmesi genel bir âdetti. Ancak bu usûlün değişik dönemlerde, değişik tarzlarda yapıldığını görmekteyiz. Hunlarda ölülerin gömülmesi yılın muayyen zamanlarında yapılırdı. “Muayyen zamanlarda ölü gömme geleneği” Göktürklerde sekizinci yüzyıla kadar devam etmiştir. Çin kaynaklarının bildirdiğine göre, Göktürk topluluklarında ilkbaharda ölenler otların ve yaprakların sarardığı sonbahar mevsiminde, kışın ölenler ise, bitkilerin yeşillendiği, çiçeklerin açtığı ilkbaharda toprağa verilirdi. Bazen cesetler yakılır, kalanları gömülürdü.
C. Yukarıda belirtildiği gibi, cesedin önce yakılıp, kalan bakiyenin gömülmesi şeklinde olurdu. Ölümden sonra cesedin yakılması âdetinin, kötülüklerden temizlenme amacıyla yapıldığı sanılmaktadır.12 Göktürklerde bir süre sonra terk edilen bu âdetin uzantıları 10. yüzyılda Kırgızlarda görülmektedir.
D. Altaylarda bazı Hun kurganlarında erkek cesetleri yanında kadın cesetleri de görülmüştür. Bu asil kişinin odalığı, öbür dünyada kendine hizmet etsin diye gömüldüğünü gösermektedir. Aynı şekilde Pazırık’ta iki ve beş nolu kurganlarda ağaç kütüğünden oyularak yapılmış bir lahitte, erkekle beraber bir kadın cesedi görülmüştür. Dördüncü Pazırık kurganında ise, iki ayrı lahitte hem erkeğin hem de kadının cesedi bulunmuştur.
E. Türklerde çok eski zamanlardan beri mumyalama âdetini zaman zaman görmekteyiz. Bu mumyalar, Türkçede “kurgan” adı verilen mezarların içine yerleştirilirdi.Hun asillerinde cesetlerin tahnit edilmesinin gereği, muayyen zamanlarda gömülme geleneğinden doğuyordu. Ayrıca bu âdet dolaylı olarak çok emek ve zahmet isteyen büyük kurganın bitimine bağlıydı. Küçük tip kurganlarda tahnit edilmiş cesetlere rastlanılmamıştır. Çünkü mumyalama işi asil kişilere mahsustu. Şibe ve Pazırık kurganlarında tahnit edilmiş kadın ve erkek cesetleri görülmüştür. Buradaki cesetlerin iç uzuvları ve kafatasları boşaltılmış olup, içleri kokulu ot, kozalaklar ve toprakla doldurulmuştur. Mumyalama sırasında iç uzuvlarının çıkarılmasının nedeni, kötülüklerin insan içine toplanması fikrinden doğmaktaydı. Bu iç uzuvlar “mide, barsak, ciğerler” yerine, insanın ölümden sonraki hayatında bedeninin gücünü sağlayacak doğadan toplanmış şifalı otlar, kokular konulurdu. Ayrıca ölenin bedenine dışardan kötü ruhların girmesini önlemek amacıyla mumyalanmış bezler, lifler sarılırdı.
İslâmiyet’in kabûlü ile mumyalama işi, bu geleneğin devamı olarak Anadolu’da Selçuklularda ve Beylikler Devri’nde görülmüştür. “A. Ş. Beygu, Ahlat Kitabesi, s. 89” belirttiğine göre, Ahlatlı ihtiyarlar kümbetlerde sapsarı olmuş Ter-ü taze cesetlerin bulunduğunu görmüşler. Bunların mumya olduğu gerçekti. Yine aynı yazarın ifade ettiğine göre, emirlerin mezarları olan kümbetlerdeki cesetler fevkalade itina ile çok sanatkârane yapılmış tabutlar içinde görülmekteydiler. Evliya Çelebi de Seyâhatnâmesi’nde bu cesetlerin elbiseleriyle tabutların içinde olduğunu belirtmiştir. Doğu ve Orta Anadolu’nun bazı kentlerinde, (Konya, Karaman, Amasya, Harput, Kemah) mumyalanmış cesetlere rastlanılmıştır. Bunlardan biri Kemah’ın kuzeyinde bulunan Mengücek
Türbesi’ndedir. Selçuklu Sultanı Melikşah zamanında (1072-1092), Kemah ve Erzincan havâlisinin fethine bu Emîr memur edilmişti. Burada kuvvetli bir devlet otoritesi temin eden ve Selçukluların geleneksel armaları olan çift kartalı yapıtlarında kullanan Mengücek Beyi’nin türbesi iki katlıdır. Yedi köşeli çadırı andıran bu türbenin alt katına yedi basamaklı bir merdivenle inilir. Çok eski devirlerden itibaren, hatta Sümerler zamanında bilinen “yedi gezegene” izafe edilen ve daha sonraki devirlerde Türklerde “üçler, yediler, kırklar” şeklinde devam eden yedi sayısına verilen özel öneme burada yer verildiği görülmektedir”. Türbenin alt katında dört sanduka olup, bunlardan en baştaki Mengücek Bey’e aittir. I926’da sandukası içinde sağlam bulunan mumyası aradan geçen zaman içinde çeşitli sebeplerle açılıp, bakılıp, örselenmesi sonucunda tanınmayacak hale gelmiştir. Belki bu eski geleneğin uzantısı olarak, Osmanlı padişahlarında “mumyalama” olmasa da, zaruri durumlarda “tahnit” işlemleri görülmektedir. Kosava Meydan Savaşı’nın muzaffer kumandanı ve şehidi I. Murat (1360-1389) ile Osmanlı İmparatorluğu’nu dünyanın en güçlü devleti haline getiren ve son seferi olan Zigetvar Kalesi’nin alınışından (7 Eylül 1566) birkaç saat önce ölen, Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520-1566) âhşaları, bulundukları civara defnedilmiş ve boşalan iç uzuvları Güzel kokulu ot ve buhurlarla tahnit edilmiştir. I. Murat Hüdavendigâr’ın na’şı Bursa’ya taşınarak camisinin yakınındaki türbesine, Kanuni Sultan Süleyman’ın na’şı ise, İstanbul’da Mimar Sinan’a yaptırdığı Süleymaniye’deki türbesine gömülmüştür.
F. Öbür dünyanın hayatın devamı olduğu düşüncesiyle ölüye ait gerekli eşyalar: Elbiseler, silahlar, kaplar vs. ile yiyecekler kurganın içine yerleştirilirdi. (Res. 1). Ayrıca Türkler “aş vermeği” önemli bir vazife saymışlardır. İlk çağlarda aş doğrudan ölüye verilir, yani mezarına konulurdu. Manevi kültür geliştikten sonra bu tören “sevabını ölüye bağışlamak üzere” fakirlere yemek vermek, helva (tatlı) vermek şeklini almıştır. Ancak burada şu nokta üzerinde durulması gerekir. İslâmiyet’in kabûlünden önce ve sonra yemek vermek usûlü görmekteysek de yani tatlı vermek âdetini, İslâmiyet’in kabûlünden önce mevcut olduğuna dair bir kayda rastlamıyoruz. Bunu da İslâmiyet’in normal bir ölümü yas sebebi olarak görmemesinde arayabiliriz.
G. Bilindiği gibi, Türkler atlarına çok önem vermişlerdir. Bugün bile Anadolu’da atasözü olarak kullanılan bu tâbir, “at, avrat ve silahına sahip olmak” şekliyle süre gelmektedir. Muhtelif tarihlerde Türk boylarında atların sahiplerinin ölümüyle birlikte gömüldüğünü görüyoruz. Eski Türklerde ölen kahramanın atı ile gömülmesi âdet oldığu gibi, harplerde hizmeti geçmiş atların da bazen merasimle gömüldüğü olurdu. Sultan Osman’ın (1618-1621), ölen bir kır atının mezarının bulunuşu ve Sultan Mahmut’un çok sevdiği atı Sisli Kır’ın ölümü üzerine Karacaahmet Mezarlığı’nda bu at için türbe yaptırarak oraya gömdürmesi, bu çok eski geleneğin izlerini taşımaktadır.
İslâmiyet’in Türkler tarafından kabûlüyle bu gelenek, gömmek yerine “atını boğazlayıp, aşını vermek” suretiyle sürdürülmüştür. Atların cenaze törenlerinde yerleri, eski Şamanî âdetlere uygun olarak Osmanlılarda devam etmiştir. IV. Murat’ın cenaze töreninde üç atının (onun binip harbe gittiği), tersine eğerlenip, tabutu önünde götürüldüğünü Naima Tarihi’nde söylüyor. Bütün bu bağlantıların özüne indiğimizde, Orta Asya’da ”Hun ve Göktürk kurganlarında” genel olarak şu âdetlere rastlıyoruz: Atların ölüyle birlikte gömülmesi, atların genellikle aygır cinsinden olması, kuyruk, yele ve topuklarının kesik olması, ayrıca kuyruklarını kesmek yerine bağlamak, örmek âdetleri görülmektedir. Yine, hangi boydan geldiğini tanımlayan işaret “in”lerin atların kulaklarını kesmek suretiyle belirtilmesi. “…Pazırık höyüğünde on atın nişanlarının ayrı ayrı olması on şahsa ait değil, on kavime ait olduğunu gösterir. Bu yas âdetleri son devirlere kadar sürekliliğini devam ettirmiştir.“
H. Eski Türklerde yaygın bir âdet gereğince, ölen Alp-Kahramanın mezarı başına, kendi heykelini “sin” ve öldürdüğü düşmanları simgeleyen kabaca yontulmuş taşları “balbalını” dikerlerdi. Bu mezar heykelleri 8. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar sürekliliğini devam ettirmiş olup, Moğolistan, Tuva, Güney Altay, Çin Türkistanı, Kazakistan ve Ukrayna’da rastlanılmıştır. 8. yüzyıldan itibaren Göktürklerle görülen ve Kültigin Külliyesi’nin (732) tören yolu üzerinde yüzlercesine rastlanan sinler, Eski Türk boylarının etnojen ve sosyal yapılarını, kültür ve geleneklerini aydınlatmak bakımından ayrıca önemlidir. Yüzleri, yönlere göre duruşları, kuşanımları “kemer, çanta, mendil toka, küpeler”, ellerinde tuttukları “kuş, kadeh” gibi sembolik objeler, Türk kültür tarihinde birçok bilgiye kaynak olmuştur. Yüzleri daima doğuya bakan bu mezar heykellerinde yüzlerin birbirine benzememesi, kaynaklardaki ölenin portresinin yapıldığına dair bilgileri doğrulamaktadır. Le Bazin, “Sin” yapmakta usta bir sanatkâr okulunun Göktürk Kağanlık merkezinde geliştiğini kaydetmektedir. Bazı sinlerde, bunları yapan sanatkârın adına rastlanılmıştır.
Balballar, Göktürk alplerinin savaşta öldürdükleri düşman sayısı kadar mezara konulmuş ve “doğu-batı yönünde” dizili, kabaca yontulmuş taşlardır . Ebedi hayata inanan Türkler, öldürdükleri düşmanın kendilerine öbür dünyada hizmet edecekleri inancı içindeydiler. “Balballar” bu düşmanların ruhunu temsil ediyordu. Balbalların sayısı bazen bir, bazen de yüzlerce olabiliyordu. Ancak, sayıları yüzleri bulan balbalların diğer alpler tarafından ölen Alpe bir hizmetkâr hediyesi olarak düşünülebilir.
İ. Orta Asya’da Hun ve Göktürklerin egemenlikleri devirlerinde, daha iptidai olan bazı boylar içinde “ölülerini tabuta koyup, ağaca asmak” vardı. Bu boylar arasında Türklerden Dubo-Tubalar vardı. Bu âdet Yakutlarda 18. yüzyıla kadar süregelmiştir.
Sonuç olarak, İslâmiyet öncesi Türklerde ölü gömme âdetlerinin çeşitliğini, her Türk boyunun kendi dini inançları ve geleneklerine dayanarak oluşturduğunu söyleyebiliriz
Bu ûsul ve âdetleri, Türklerin İslâmiyet’i kabulünden evvel ve sonra diye iki ana grupta toplamak mümkündür. Ancak İslâmiyet’in kabulünden sonra da, İslâmiyet’ten evvel oluşan usûl ve âdetlere bazı yerlerde kısmen değişik görülmekle beraber rastlamaktayız.
Şamanizm, Maniheizm ve Budizm dinlerine inanan Türklerin, bu dinlere dayalı ölüm ile ilgili düşünce ve inançları mezar geleneklerine yansımıştır. Eski Türklerde “tenâsuh-ruh göçü” inancını ilkel bir şekilde de olsa, görmekteyiz. Göçebe Şaman Türklerde ölümden sonra ruhun kuş gibi uçup, geldiği yere gittiğine inanılırdı. Orhun Yazıtlarından anlaşıldığına göre, insan ruhu öldükten sonra kuş veya böcek şekline girmekte ve ölen hakkında “uçtu” denilmektedir. Yine Orhun Yazıtlarına dayanarak “ölümle, uçmakla” özdeşleştirilen kergek-bolmak deyimini izahını: O. N. Tuna, bunun bıldırcın türünden bir kuşa işaret etmekte olduğunu ve bu ismin etimolojisinin, “kanatlarını yelken gibi havaya gerici” anlamına geldiğini belirtmektedir. Batı Türklerinde, İslâmiyet’in kabûlünden sonra dahi “öldü” yerine “Şunkar boldu” yani “Şahin” oldu deyimi kullanılmaktadır. 15. yüzyılda yazılmış Şükrullah’ın Behçet Üttevârih’inde ölüm şöyle yorumlanmıştır: “Sonunda ecel doğanı Orhan Beğe de pence vurup yüce uçmağa çekti.”
Şamanizm ise, Türklerin genel olarak eski ve milli dini kabul edilen, ancak daha çok yaradılış, evren, dünya, ölüm, sevinç, keder gibi değişik konularda düşünce, inanç ve bunlarla ilgili geleneklerin tamamını kapsayan, Türklere has bir yoldur. Etkinliği zamanla azalarak bir kısım usûl ve âdetlerle günümüze de ulaşan Şamanizm’in, en çok Budizm ve Zerdüştçülük ile birlikte yürümesi keyfiyetini A. İnan şöyle yorumlamıştır: “… Şamanizm’de taassup, başka dinlere karşı düşmanlık olmadığından en eski çağlardan beri, türlü dinlerin tesirinde altında kalmış, yabancı dinlerden çok unsur almıştır. Zerdüşt’ün iyiliği temsil eden Hürmüz’tâsı, Budizm’in Maytarı Tengere’si Altaylı’nın “Panteonuna” Şaman tanrıları sıfatıyla yerleşmiştir.
Eski Türklerin çoğu Şamanlık düşünce ve inançlarına bağlı, ölü gömme âdetlerine ait ilk bilgileri Çin kaynaklarında buluyoruz. Bu konuda daha ayrıntılı bilgiler Göktürklere aittir. Hunlara ait haberler ise çok azdır. M.Ö. 3. yüzyılda yazılmış bir Çin kaynağından aktarılan bilgilere göre: “Hunlar ölülerini tabut içine koyarlardı. Bu tabut iki katlı olup, iç ve dış tabutlardı. Bu tabutları altın ve gümüş işlemeli kumaşlarla örterlerdi. Ağaç dikilmiş mezarları ve matem elbiseleri yoktu. Ölü ile beraber öldürülen yüz, hatta yüzden fazla olurdu.”
Çin kaynaklarından elde edilen diğer bilgilere bakarak, eski Türklerin defin törenleriyle ilgili usûl ve âdetleri şöylece sıralayabiliriz:
A. Ölü için yapılan yas merasimi “yoğ”.
B. Ölüyü gömmek.
C. Ölüyü yakmak.
D. Birden fazla ölü gömmek.
E. Cesetleri mumyalamak ‘tahnit etmek’.
F. Eşyaları ve yiyecekleriyle birlikte gömmek.
G. Mezarlarının bir köşesine at gömmek.
H. Alpın mezarı yanına kendi heykelini “sin” ve “balbalını” dikmek.
İ. Ölüyü tabuta koyup ağaca asmak.
A. Ölünün arkasından yapılan çeşitli uygulama şekilleri olan bulunan yas törenine “yoğ” denir. Şamanist Türklerde “ölüler kültü” ile bağlı en büyük törenlerden biridir. Bu törende yemeğin yalnız dirilere değil, özellikle ölülere ikram edildiğine inanırlardı. Kıtab-ı Dede Korkut, Manas Destanı gibi eski Türk âdetleri hakkında önemli kaynak teşkil eden eserlerde, bu törenin değişik şekil ve uygulamalarına rastlamaktayız. Bu törenlerde ayin, ziyafet ve ağıt yakmak gibi âdetler görülmektedir. Yine Dede Korkut öykülerinden anlaşıldığına göre, Oğuzların cenaze törenleri biraz İslâmlaşmakla beraber Hun ve Göktürklerin defin törenlerinden farksızdır. Yoğ, Hunlardan itibaren her devirde Türk boylarında görülmektedir. Hun cenazelerinde tabut, yukarıda belirtilen şekilde süslenir, hizmetkârlar ve odalıklar arkadan gelirlerdi. Bunları da gençler takip ederdi. Bu merasim sırasında güreşlere yer verilmesi, çeşitli şekilde yorumlanacak ilginç bir âdetti. Bazen bu hizmetkâr ve odalıklardan biri kurban edilirdi. Kısa bir süre sonra, esir yerine at, koyun, deve kesilerek ziyafet verme şekliyle bu gelenek sürdürülmüştür. Hunlarda matem âyini yedi defa yapılırdı. Bu yedi rakkamına verilen özel değerin, İslâmiyet’ten çok önce ve eski zamanlardan beri devam ede geldiğini göstermektedir: “Üçler, yediler, kırklar”. Göktürklerde yoğ töreninin çok görkemli yapıldığını Orhun Yazıtlarından öğreniyoruz. Burada, Kültegin (Köl-tigin) için yapılan yas töreninden bahsedilmektedir. Verilen bilgiye göre, ölünün bulunduğu çadır etrafına koyun, sığır, at kurban ederler. Ata binip çadır etrafında yedi defa dönerlerdi. Ağlarlar, yüzlerini sembolik olarak bıçakla keserler, bazen de ölünün atını, eşyasını yakarlardı. Kağanların “hükümdar” mezarları üstüne bir evcik halinde türbeler inşa ederler, bazen de duvarlarına cenk resimleri yaparlardı. Yoğ merasiminde abartılmış yas gösterileri ve burada yüzlerini kesmek gibi âdetler ile bugün hala Şiî Azerî Türklerinin Kerbelâ Vakıa’sı dolayısıyla, Muharrem günlerinde yapılmakta olan mâtem gösterileri arasında büyük benzerlik göze çarpmaktadır.
B. Hemen hemen Bütün milletlerde olduğu gibi, Türklerde de ölen insanın toprağa verilmesi genel bir âdetti. Ancak bu usûlün değişik dönemlerde, değişik tarzlarda yapıldığını görmekteyiz. Hunlarda ölülerin gömülmesi yılın muayyen zamanlarında yapılırdı. “Muayyen zamanlarda ölü gömme geleneği” Göktürklerde sekizinci yüzyıla kadar devam etmiştir. Çin kaynaklarının bildirdiğine göre, Göktürk topluluklarında ilkbaharda ölenler otların ve yaprakların sarardığı sonbahar mevsiminde, kışın ölenler ise, bitkilerin yeşillendiği, çiçeklerin açtığı ilkbaharda toprağa verilirdi. Bazen cesetler yakılır, kalanları gömülürdü.
C. Yukarıda belirtildiği gibi, cesedin önce yakılıp, kalan bakiyenin gömülmesi şeklinde olurdu. Ölümden sonra cesedin yakılması âdetinin, kötülüklerden temizlenme amacıyla yapıldığı sanılmaktadır.12 Göktürklerde bir süre sonra terk edilen bu âdetin uzantıları 10. yüzyılda Kırgızlarda görülmektedir.
D. Altaylarda bazı Hun kurganlarında erkek cesetleri yanında kadın cesetleri de görülmüştür. Bu asil kişinin odalığı, öbür dünyada kendine hizmet etsin diye gömüldüğünü gösermektedir. Aynı şekilde Pazırık’ta iki ve beş nolu kurganlarda ağaç kütüğünden oyularak yapılmış bir lahitte, erkekle beraber bir kadın cesedi görülmüştür. Dördüncü Pazırık kurganında ise, iki ayrı lahitte hem erkeğin hem de kadının cesedi bulunmuştur.
E. Türklerde çok eski zamanlardan beri mumyalama âdetini zaman zaman görmekteyiz. Bu mumyalar, Türkçede “kurgan” adı verilen mezarların içine yerleştirilirdi.Hun asillerinde cesetlerin tahnit edilmesinin gereği, muayyen zamanlarda gömülme geleneğinden doğuyordu. Ayrıca bu âdet dolaylı olarak çok emek ve zahmet isteyen büyük kurganın bitimine bağlıydı. Küçük tip kurganlarda tahnit edilmiş cesetlere rastlanılmamıştır. Çünkü mumyalama işi asil kişilere mahsustu. Şibe ve Pazırık kurganlarında tahnit edilmiş kadın ve erkek cesetleri görülmüştür. Buradaki cesetlerin iç uzuvları ve kafatasları boşaltılmış olup, içleri kokulu ot, kozalaklar ve toprakla doldurulmuştur. Mumyalama sırasında iç uzuvlarının çıkarılmasının nedeni, kötülüklerin insan içine toplanması fikrinden doğmaktaydı. Bu iç uzuvlar “mide, barsak, ciğerler” yerine, insanın ölümden sonraki hayatında bedeninin gücünü sağlayacak doğadan toplanmış şifalı otlar, kokular konulurdu. Ayrıca ölenin bedenine dışardan kötü ruhların girmesini önlemek amacıyla mumyalanmış bezler, lifler sarılırdı.
İslâmiyet’in kabûlü ile mumyalama işi, bu geleneğin devamı olarak Anadolu’da Selçuklularda ve Beylikler Devri’nde görülmüştür. “A. Ş. Beygu, Ahlat Kitabesi, s. 89” belirttiğine göre, Ahlatlı ihtiyarlar kümbetlerde sapsarı olmuş Ter-ü taze cesetlerin bulunduğunu görmüşler. Bunların mumya olduğu gerçekti. Yine aynı yazarın ifade ettiğine göre, emirlerin mezarları olan kümbetlerdeki cesetler fevkalade itina ile çok sanatkârane yapılmış tabutlar içinde görülmekteydiler. Evliya Çelebi de Seyâhatnâmesi’nde bu cesetlerin elbiseleriyle tabutların içinde olduğunu belirtmiştir. Doğu ve Orta Anadolu’nun bazı kentlerinde, (Konya, Karaman, Amasya, Harput, Kemah) mumyalanmış cesetlere rastlanılmıştır. Bunlardan biri Kemah’ın kuzeyinde bulunan Mengücek
Türbesi’ndedir. Selçuklu Sultanı Melikşah zamanında (1072-1092), Kemah ve Erzincan havâlisinin fethine bu Emîr memur edilmişti. Burada kuvvetli bir devlet otoritesi temin eden ve Selçukluların geleneksel armaları olan çift kartalı yapıtlarında kullanan Mengücek Beyi’nin türbesi iki katlıdır. Yedi köşeli çadırı andıran bu türbenin alt katına yedi basamaklı bir merdivenle inilir. Çok eski devirlerden itibaren, hatta Sümerler zamanında bilinen “yedi gezegene” izafe edilen ve daha sonraki devirlerde Türklerde “üçler, yediler, kırklar” şeklinde devam eden yedi sayısına verilen özel öneme burada yer verildiği görülmektedir”. Türbenin alt katında dört sanduka olup, bunlardan en baştaki Mengücek Bey’e aittir. I926’da sandukası içinde sağlam bulunan mumyası aradan geçen zaman içinde çeşitli sebeplerle açılıp, bakılıp, örselenmesi sonucunda tanınmayacak hale gelmiştir. Belki bu eski geleneğin uzantısı olarak, Osmanlı padişahlarında “mumyalama” olmasa da, zaruri durumlarda “tahnit” işlemleri görülmektedir. Kosava Meydan Savaşı’nın muzaffer kumandanı ve şehidi I. Murat (1360-1389) ile Osmanlı İmparatorluğu’nu dünyanın en güçlü devleti haline getiren ve son seferi olan Zigetvar Kalesi’nin alınışından (7 Eylül 1566) birkaç saat önce ölen, Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520-1566) âhşaları, bulundukları civara defnedilmiş ve boşalan iç uzuvları Güzel kokulu ot ve buhurlarla tahnit edilmiştir. I. Murat Hüdavendigâr’ın na’şı Bursa’ya taşınarak camisinin yakınındaki türbesine, Kanuni Sultan Süleyman’ın na’şı ise, İstanbul’da Mimar Sinan’a yaptırdığı Süleymaniye’deki türbesine gömülmüştür.
F. Öbür dünyanın hayatın devamı olduğu düşüncesiyle ölüye ait gerekli eşyalar: Elbiseler, silahlar, kaplar vs. ile yiyecekler kurganın içine yerleştirilirdi. (Res. 1). Ayrıca Türkler “aş vermeği” önemli bir vazife saymışlardır. İlk çağlarda aş doğrudan ölüye verilir, yani mezarına konulurdu. Manevi kültür geliştikten sonra bu tören “sevabını ölüye bağışlamak üzere” fakirlere yemek vermek, helva (tatlı) vermek şeklini almıştır. Ancak burada şu nokta üzerinde durulması gerekir. İslâmiyet’in kabûlünden önce ve sonra yemek vermek usûlü görmekteysek de yani tatlı vermek âdetini, İslâmiyet’in kabûlünden önce mevcut olduğuna dair bir kayda rastlamıyoruz. Bunu da İslâmiyet’in normal bir ölümü yas sebebi olarak görmemesinde arayabiliriz.
G. Bilindiği gibi, Türkler atlarına çok önem vermişlerdir. Bugün bile Anadolu’da atasözü olarak kullanılan bu tâbir, “at, avrat ve silahına sahip olmak” şekliyle süre gelmektedir. Muhtelif tarihlerde Türk boylarında atların sahiplerinin ölümüyle birlikte gömüldüğünü görüyoruz. Eski Türklerde ölen kahramanın atı ile gömülmesi âdet oldığu gibi, harplerde hizmeti geçmiş atların da bazen merasimle gömüldüğü olurdu. Sultan Osman’ın (1618-1621), ölen bir kır atının mezarının bulunuşu ve Sultan Mahmut’un çok sevdiği atı Sisli Kır’ın ölümü üzerine Karacaahmet Mezarlığı’nda bu at için türbe yaptırarak oraya gömdürmesi, bu çok eski geleneğin izlerini taşımaktadır.
İslâmiyet’in Türkler tarafından kabûlüyle bu gelenek, gömmek yerine “atını boğazlayıp, aşını vermek” suretiyle sürdürülmüştür. Atların cenaze törenlerinde yerleri, eski Şamanî âdetlere uygun olarak Osmanlılarda devam etmiştir. IV. Murat’ın cenaze töreninde üç atının (onun binip harbe gittiği), tersine eğerlenip, tabutu önünde götürüldüğünü Naima Tarihi’nde söylüyor. Bütün bu bağlantıların özüne indiğimizde, Orta Asya’da ”Hun ve Göktürk kurganlarında” genel olarak şu âdetlere rastlıyoruz: Atların ölüyle birlikte gömülmesi, atların genellikle aygır cinsinden olması, kuyruk, yele ve topuklarının kesik olması, ayrıca kuyruklarını kesmek yerine bağlamak, örmek âdetleri görülmektedir. Yine, hangi boydan geldiğini tanımlayan işaret “in”lerin atların kulaklarını kesmek suretiyle belirtilmesi. “…Pazırık höyüğünde on atın nişanlarının ayrı ayrı olması on şahsa ait değil, on kavime ait olduğunu gösterir. Bu yas âdetleri son devirlere kadar sürekliliğini devam ettirmiştir.“
H. Eski Türklerde yaygın bir âdet gereğince, ölen Alp-Kahramanın mezarı başına, kendi heykelini “sin” ve öldürdüğü düşmanları simgeleyen kabaca yontulmuş taşları “balbalını” dikerlerdi. Bu mezar heykelleri 8. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar sürekliliğini devam ettirmiş olup, Moğolistan, Tuva, Güney Altay, Çin Türkistanı, Kazakistan ve Ukrayna’da rastlanılmıştır. 8. yüzyıldan itibaren Göktürklerle görülen ve Kültigin Külliyesi’nin (732) tören yolu üzerinde yüzlercesine rastlanan sinler, Eski Türk boylarının etnojen ve sosyal yapılarını, kültür ve geleneklerini aydınlatmak bakımından ayrıca önemlidir. Yüzleri, yönlere göre duruşları, kuşanımları “kemer, çanta, mendil toka, küpeler”, ellerinde tuttukları “kuş, kadeh” gibi sembolik objeler, Türk kültür tarihinde birçok bilgiye kaynak olmuştur. Yüzleri daima doğuya bakan bu mezar heykellerinde yüzlerin birbirine benzememesi, kaynaklardaki ölenin portresinin yapıldığına dair bilgileri doğrulamaktadır. Le Bazin, “Sin” yapmakta usta bir sanatkâr okulunun Göktürk Kağanlık merkezinde geliştiğini kaydetmektedir. Bazı sinlerde, bunları yapan sanatkârın adına rastlanılmıştır.
Balballar, Göktürk alplerinin savaşta öldürdükleri düşman sayısı kadar mezara konulmuş ve “doğu-batı yönünde” dizili, kabaca yontulmuş taşlardır . Ebedi hayata inanan Türkler, öldürdükleri düşmanın kendilerine öbür dünyada hizmet edecekleri inancı içindeydiler. “Balballar” bu düşmanların ruhunu temsil ediyordu. Balbalların sayısı bazen bir, bazen de yüzlerce olabiliyordu. Ancak, sayıları yüzleri bulan balbalların diğer alpler tarafından ölen Alpe bir hizmetkâr hediyesi olarak düşünülebilir.
İ. Orta Asya’da Hun ve Göktürklerin egemenlikleri devirlerinde, daha iptidai olan bazı boylar içinde “ölülerini tabuta koyup, ağaca asmak” vardı. Bu boylar arasında Türklerden Dubo-Tubalar vardı. Bu âdet Yakutlarda 18. yüzyıla kadar süregelmiştir.
Sonuç olarak, İslâmiyet öncesi Türklerde ölü gömme âdetlerinin çeşitliğini, her Türk boyunun kendi dini inançları ve geleneklerine dayanarak oluşturduğunu söyleyebiliriz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder