TÜRKLERDE YERLEŞİM
Bilindiği gibi, yeryüzünde yaşayan insan toplulukları
MÖ 10.000 ila 8.000 yıllarından itibaren hayvanları ve bitkileri
“evcilleştirme”ye, onların üretimlerini düzenlemeye, onları “kültürleme”ye
başlamışlardır.
Dünyada, insanların yoğun olarak yaşadığı bazı yörelerden başlayan insan
medeniyetinin bu yücelişi, daha sonraki yıllar içinde çeşitli faktörler
tarafından daha başka insan toplulukları arasında da yayılmıştır.
Çin, Hindistan, Mezopotamya, Mısır ve Anadolu gibi medeniyetin beşiği olan bu
yerlerden biri de, çok eski atalarımızın yaşadığı Orta Asya topraklarıdır.
Yaşamın bitki toplayıcılığı ve hayvan avcılığına dayandığı dönemlerde, insan
grupları sürekli yer değiştirmek zorunda idiler. Daha sonra bazı hayvanların
evcilleştirilmesi ve çevredeki diğer insan topluluklarının artması, bu tür
göçleri sınırladı. Gerek evcil hayvanların sürekli dolaştırılma zorluğu gerek
iklim şartları ve gerekse bazı ürünlerin doğal yollar dışında insanlar
tarafından tarım yoluyla çoğaltılması, insanları yarı-yerleşik bir hayat
yaşamaya zorladı. İşte, incelediğimiz dönemdeki Orta Asya Türk toplulukları bu
tür bir yaşayış düzeni içinde idiler.
Orta Asya Türk toplumlarında gördüğümüz, artık her toplumun belirli bir
“yurt” tutmaya başlamış olmaları idi. Bunun kesin töre ve geleneklerini en iyi
şekilde yayla ve kışlak hayatı düzeninde görmekteyiz. Kültür tarihçileri, her
toplumun nerede yazlayıp nerede kışlayacağının belli olduğunu; ayrıca buradaki
çeşitli davranış biçimlerinde de bir kargaşanın değil, genelde sıkı bir düzen ve
törenin egemen olduğunu bildirmektedirler.
Türkler, tarihlerinin büyük bir kısmında hayvancılık ve tarımı birlikte
yürütmüşlerdir ve hâlâ da bu yapıdan tam olarak kurtulamamışlardır. Bu tür bir
hayat iki yurt gerektiriyordu; kışın hayvanların ve insanların barınacağı
nisbeten sağlam yapılarla korumalı ve tarım alanlarına yakın olarak kurulan
“kışlak”, yazın geçirildiği yüksek yerlerde hafif, sökülüp yapılabilir kontlarla
oluşturulan yayla hayatı (“yazlık”).
Kışlaklarda önceleri evler sağlam çadırlardan yapılıyordu. Bu tür yerleşim
yerlerinin seçilmesi çok önemli idi. Kışın barınılan yerlerde de, hayvanların
korunması ve beslenmesi için yapılan “ağıl”lar esaslı bir yer tutuyordu.
İnsanların, bir yıllık zaman periyodu içinde -tarihin akışına bakıldığında-
giderek vakitlerinin çoğunu kışlaklarda geçirdiğini görüyoruz. Önceleri
kışlaklar da çadırdan ve belirli yerlerde kurulup ve zamanı gelince sökülüp
gidiliyordu. Ama vaktin daha çoğunun kışlaklarda geçmesi üzerine, buralara
çadırdan değil taş ve topraktan evler yapılıp, geçici evlerin sadece yaylalara
kurulduğu görülmektedir. Bu, Türk topluluklarının yavaş yavaş sürekli bir yurda
ve yerleşik hayata geçmelerine neden olmuştur.
Yazın ovalardaki sıcaklığın artması ve otların kuruması, hayvan beslemeye ve
süt ürünleri yapmaya alışmış toplumları daha serin ve otu bol olan yaylalara
çıkmaya zorluyordu. İlkbaharın sonuna doğru başlayıp sonbahar sonlarına kadar
devam eden yayla mevsiminde, hali vakti yerinde olan hemen herkes, kendi
obasının yaylasına çıkıp orada yaşıyordu. Yayla olarak seçilen yerlerin esas
özellikleri, otlağının bol ve sulak olması idi.
Her hayvanın yüz karakteristiği, insan yüzleri gibi, onları birbirlerinden
ayırabilecek belirli çizgiler ve özellikler taşır. Buna rağmen koyun, keçi gibi
sayısı çok olan sürülerde herkes kendi hayvanlarını özel bir işaretle ve
genellikle kulaklarından damgalıyordu (“enemek”). Sığırlarda ve atlarda böyle
bir işarete gerek kalmıyordu.
Meseleye eğitim açısından yaklaştığımızda, böyle bir sosyal yaşayışta şu
özelliklerin belirgin olarak ortaya çıktığını görüyoruz:
Hayvancılığa dayalı
bir geçim sürdüren toplumlarda, sürülerin bakılması ve beslenmesi, küçükbaş
hayvanlar için “çobanlık” ve büyükbaş hayvanlar için “sığırtmaçlık” denen
meslekleri ortaya çıkarmıştı. Bu meslekleri yapanlar genelde aile veya “boy”
içinden bir kişi olduğu gibi, başka topluluklardan da olabiliyordu. Konu devlet
örgütü düzeyinde ele alındığında, büyük beylerin ve kağanın sürüleri iyice
kalifiye çobanlar tarafından otlatılıyordu.
Orta Asyadaki Türk topluluklarının sosyal yaşayışında hayvancılık uzun yıllar
esaslı bir yer teşkil ettiği için, bunlar, hayvan yetiştirmede, terbiye etmede
ve onların ürünlerinden işlenmiş bir şekilde faydalanmada büyük bir gelişme
göstermişler ve hattâ bir “çobanlık kültürü” de geliştirmişlerdir. Türklerin bu
husustaki uğraşılarını ve dikkatli gözlemlerini en iyi yansıtan belge,
Türkçedeki bu alanla ilgili kelime, kavram ve sözlerdir.
Hayvancılıkla geçinen toplumlar, bütün zamanlarını harcadıkları bu
hayvanların ürünlerinden de sonuna kadar faydalanmak istiyorlardı. İlk önceleri
Türk toplumunun en çok ilgi gösterdiği hayvan at idi. Bunlar, bu yarı göçebe
toplumlara büyük bir hareket kolaylığı sağladığı için, onların hayatında
vazgeçilmez bir yer tutuyordu. Ayrıca bu hayvanların etinden ve sütünden de
faydalanılıyordu. At eti ve at sütünden yapılan “kımız” adlı içecek, “asil”
kişilerin baş yiyecek ve içecekleri arasında yer alıyordu. Önceleri yoksul
halkın yiyeceği, giyeceği ve meşguliyetleri arasında yer alan koyun, sığı ve
ördek, kaz gibi kümes hayvanları, yerleşik hayatın ağırlığına bağlı olarak daha
sonraları önem kazanmıştır.
Bu hayvanların ürünlerinden yapılan kürkler, dokumalar, keçeler; yağ, peynir
ve yoğurt başta olmak üzere birçok yiyecek; Türk insanının o zamanki zihnî
çalışmasını ve çocuklarını yetiştirirken ne gibi incelikleri yaygın eğitim
vasıtasıyla verdiği konusunda aydınlatıcı olabilir. Hayvanın yavrulatılması,
hastalıklardan korunarak beslenmesi, kırkılması, kesilmesi, sütünün sağılması ve
işlenmesi, hayvanın sütünün ve etinin çeşitli yemeklerde kullanılması… gibi
konular bu husustaki geleneksel yetiştirmenin ana noktalarını teşkil etmiştir.
Orta Asyadaki Türk toplulukları sadece hayvancılıkla geçinen gruplar değildi.
Kışlak hayatının gelişmesi ile, tarım da insanların ana meşguliyetlerinden biri
olmuştur. Hem hayvancılık hem de tarım, Türklerin toprağı çok iyi tanımalarına
imkân sağlamıştır. Hangi toprak parçalarının nasıl işleneceği, hangi ürünlerin
hangi mevsimlerde ekilip dikileceği, hasat zamanları, hasat âletleri gibi
konular üzerinde birçok gelişmeler olmuştu. Toprağı işleme, dinlendirme ve
sulama usullerinin yanı sıra yetiştirilen bitkilere bakmak, Orta Asya Türk
toplumları arasında tarımın nasıl bir gelişme gösterdiği hakkında açık bir fikir
verebilir. Burada yetiştirilen bitkilerden bazıları şunlardır: arpa, buğday,
burçak, çavdar, yulaf, darı, pirinç, mısır, kavun, karpuz, kabak, hıyar, acur,
pancar, şalgam, turp, soğan, sarmısak, pırasa, bakla, bezelye, fasulye,
mercimek, nohut, ıspanak, marul, pazı, hindiba, biber, susam, yonca, çayır v.s…
Bu bitkilerin yanı sıra şu ağaçların ürünlerinden de faydalanılıyor ve bunların
“kültürlenmesi” için çalışılıyordu: alıç, armut, alma, ayva, badem, ceviz, dut,
erik, fındık, fıstık, kestane, hurma, iğde, incir, kayısı, zerdali, kızılcık,
kiraz, vişne, muşmula, nar, şeftali, limon, portakal, turunç, üzüm, zeytin,
palamut v.s…
Orta Asya Türk toplumlarının bu kadar çeşitli bitki ve ağaçların tarımını
yapabilmeleri, onların iklimler arası çok çeşitli özellikleri olan topraklar
üzerinde yaşadıklarını gösteriyordu. Bu ise, Türk insanına çok geniş bir hayat
tecrübesi, dünya görüşü ve çevre hakkında bilgi sağlıyordu. Tarım ile uğraşan
aileler de çocuklarına, elbette gene yaygın eğitim vasıtasıyla, bütün bu
bitkilerin özellikleri, yetiştirilmesi, işlenerek yenilmesi ve pazarlanması ile
bilgileri aktarıyorlardu.
İster hayvancılık isterse tarımla uğraşsın, Orta Asya Türk toplulukları
içinde bu alanlarla ilgili yoğun ve ince bilgilere dayalı gayet yoğun bir yaygın
eğitim çalışması yapılıyordu.
Yerleşik şehir ve kasaba hayatı
İnsanlık tarihinde yüksek
kültürlerin kaynağı tarım bölgelerinde ve şehirlerdeki sosyal yaşayış olmuştur.
Orta Asya Türk topluluklarına bu açıdan yaklaşıldığında, oradaki insanların çok
yüksek bir tarım, ticaret ve şehir hayatına sahip oldukları görülmektedir. Bu
bakımdan, müslümanlıktan önceki Orta Asya Türklerinini tamamen göçebe oldukları
şeklindeki yaygın kanaat yanlıştır.
Orta Asyadaki Türk topluluklarının önemli bir kısmı ticaret yolları üzerinde,
tarım açısından verimli vadilerde çok eskiden beri şehirler ve kasabalar
kurmuşlar, buralarda çok yüksek bir yerleşik kültür geliştirmişlerdir. Buralarda
kurulan devletlerin hemen hepsi de önemli şehirler ve tarım bölgelerini ele
geçirmeye çalışmışlar, bu uğurda savaş vermişlerdir. Zaten, tamamen göçebe
toplumların yüksek teşkilâtlı bir devlet kurup bunu uzun süre devam
ettirmelerini beklemek yanlıştır. Tarihteki hemen bütün büyük devletler, göçebe
toplumlar tarafından kurulsa bile, büyük şehirlere ve yerleşik halka
dayanmışlardır.
Aile düzeni ve ev hayatı Türk toplumlarında çok önemli idi. Aile kuruluşunu
bile “evlenmek” olarak adlandıran bir toplumda, yerleşikliğin ana simgesi olan
“ev” temel bir yer tutuyordu. İnsanın hayattaki esas amaçlarından biri “ev-bark
sahibi olmak” olarak adlandırılıyordu.
Orta Asya Türk toplulukları ev inşa tekniklerinde, ev planlarında büyük
gelişmeler sağlamış; ahır, ağıl, kümes, samanlık gibi kendi hayatına yardımcı
olan unsurları evden uygun bir uzaklığa yerleştirdiği gibi, mutfak, hamamlık
gibi kısımları da ev içine uygun bir şekilde yerleştirmişti. Ayrıca evin iç
düzenlemesinde, döşenmesinde de birçok orijinal karakteristikler
geliştirilmişti.
Türkler, ilkönceleri genel olarak şehirlere ve özellikle etrafı surlarla
çevrilmiş şehirlere “balık” diyorlardı. “Beşbalık”, “Ordubalık”, “Baybalık” gibi
başşehirler, bu deyişe verilebilecek bazı örneklerdir. O zamanlar, köy ve kasaba
mahiyetindeki yerleşim yerlerine de “uluş” deniyordu. Şehir karşılığında daha
sonra -Soğdçadan geçme- “kend” sözcüğü kullanılmaya başlanmış; “Yarkend”,
“Taşkend”, “Semizkend” (Semerkant) örneklerinde olduğu gibi birçok büyük
şehirler bu adlarla adlandırımaya başlanmıştır. “Şehir” kelimesi de “şahar” ve
“şar” şekillerinde Türkçede büyük yerleşim yeri olarak kullanılmıştır; “Karaşar”
şehri de buna örnektir. Türk hakanının oturduğu şehire de “ordu” deniyordu.
Devletler kurarak Orta Asya topraklarına uzun yıllar egemen olan Türk
topluluklarının, birçoğu kalıntı şekline dönüşmüş ve bir kısmı hâlâ yaşayan
şehirlerine baktığımızda, buralarda nasıl canlı bir yerleşik hayat olduğu açıkça
ortaya çıkmaktadır. Tarımla, ticaretle, çeşitli el sanatlarıyla geçinen binlerce
insanın yaşadığı Orta Asya Türk şehirlerinden, yukarıda verilen örneklere ek
olarak verilebilecek bazıları şunlardır: Balasagun, Ötügen, Altındağ, Barköl,
Kuça, Loulan, Aksu, Kaşgar, Hotan, Turfan, Buhara…
Doğu Türkistan’daki Beşbalık ve Koça ile Uç Turpan şehirleri hem Türk
devletlerinin başşehirleri hem de sanat, ticaret ve Budist kültür merkezleri
idiler. Batı Türk kağanlığının merkezleri ise Karaşehir ve Kuça idi. Buralarda
da birçok Budist külliyeleri bulunuyordu. Gene Batı Kağanlığına bağlı olan Hotan
(Ordu-kend) ve Kaşgar da Türk medeniyet merkezleri idiler. Doğu Türkistan’daki
Kansu ve ona yakın şehirler bazen Çin bazen Türk egemenliğinde, ama Türk
karakteri taşıyan şehirlerdi. Batı Türkistandaki Fergânâ, Suyâb, Taraz, Çul,
Sarıg, Sukuluk, Sayram, Yangıkend, Aktepe, Uşrûsana, Pencîkend, Baykend, Kunduz
ve Belh gibi sayısız şehirlerde, Türk insanlar yerleşik hayatın gerektirdiği
sosyal yaşayış kurallarını, toplum düzenini, sosyal kurumları, sanatı, zenaatı,
ticareti v.s. ile yoğun bir yaygın eğitim ve dinî kurumlarda da örgün eğitim
çalışması içinde idiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder